2023 1 Mayıs’ı, 14 Mayıs seçimlerinin gölgesinde (ama daha çok toplumsal muhalefetin uzun süredir sokaktan büyük oranda çekilmesinin de etkisi altında) belki de hiç olmadığı kadar sönük bir hazırlık dönemi ile karşılandı. Ancak, yine de on binlerce kişi sokaklara çıktı, ekonomik demokratik taleplerini yüksek sesle dile getirdi, tek adam rejimine karşı tepkisini ortaya koydu.
2023 1 Mayıs’ı da patronlara ve siyasal iktidara, emekçilerin, ezilenlerin sokaktan seslendiği, taleplerini doğrudan dile getirdiği bir gün oldu. 1 Mayıslar her zaman, birçok kritik eşikte “sokak korkusu”nun aşılması açısından kritik öneme sahip olduğu kadar, parlamento dışı muhalefetin özgür kürsüsü de oldu. Aynı zamanda toplumsal muhalefetin ve taleplerinin bütün yönleri ve renkleri ile görünür olduğu bir gün de olmuştur. Bu açıdan bu 1 Mayıs’ta da benzer durumların bulunduğunu söylemek mümkün.
Ama görünen o ki, ülke çapında yaşanan derin ekonomik krize, siyasal iktidar ve tek adam rejimine karşı biriken büyük öfkeye rağmen 1 Mayıs, milyonlarca yurttaşın talep ve tepkisini dışa vuracağı siyasal ve toplumsal bir zemine dönüşemiyor. Bu durumun toplumsal muhalefet güçleri ve sosyalistler/devrimciler açısından öznel nedenlerini bir yana bırakacak olursak, toplumsal muhalefet güçleri ve sosyalistler devrimciler ile mevcut milyonlar arasında sorunların çözümü açısından politik bir iletişim sorunu bulunduğunu söylemek mümkün.
Ülkenin sorunlarına yönelik somut sosyalist devrimci çözümler geliştirilemediği sürece, burjuva kliklerin ülkenin kaderinde etkili olmaya devam edeceği, değişim olanaklarını sandığa daraltacağı çok açık. Siyasetçilerin seçim nutukları attığı, seçmenin dinlediği seçim meydanlarına giden milyonların, neden kendisinin konuştuğu siyasal iktidarın ve siyasetçilerin dinleyeceği sokaklara/alanlara yönelmediği yanıtlanması gereken bir soru olarak önümüzde duruyor.
Burada mevcut iktidara karşı oluşturulan ‘koalisyon’un değişim ve dönüşüm umudunu sandığa indirgemesinin büyük etkisi olduğu açık. Ancak bu durumdan sosyalistlerin devrimcilerin de etkilendiği ortada.
Bugün mevcut burjuva kliklerinin rejim krizi etrafında yürüttükleri büyük mücadele, kaçınılmaz olarak, zayıf toplumsal muhalefet güçleri ile sosyalistleri/devrimcileri de kuşatmış durumda.
Düzen krizi ekseninde etkili ve güçlü bir siyasal sosyal mücadele geliştirilememesi sosyalistleri/devrimcileri, Erdoğan karşısında Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu’nu desteklemek zorunda bırakıyor. Neredeyse sandık dışında bir seçenek (ya da sandığı da etkileyecek seçenekler) yokmuşcasına, seçim sonrası Saray/AKP/MHP iktidarının inşa ettiği siyasal ekonomik toplumsal yapı, sanki kısa sürede ve sancısız ortadan kaldırılabilecek, bu karanlık koalisyonu yaratan güçler bir gecede pes edeceklermişcesine inşa edilmeye çalışılan siyasal akılın sorunlu olduğu açık değil mi?
Geçtiğimiz günlerde İçişleri Bakanı’nın 14 Mayıs seçimlerini “siyasal bir darbe girişimi” olarak nitelemesi ya da Binali Yıldırım’ın “Bu seçim, işgalcilere karşı istiklal mücadelesi seçimidir” şeklindeki sözlerinin ardından bugün Erdoğan’ın, İstikbalin Yüzyılı Tanıtım Programı’nda “Kandil’in desteğiyle bu ülkede cumhurbaşkanı olacak. Benim milletim Kandil’den aldığı destekle cumhurbaşkanı olana bu ülkeyi teslim etmez” ifadelerini kullanması tesadüf sayılabilir mi?
Belli ki, Saray/AKP/MHP iktidarı salt iktidar sevdası nedeniyle değil işledikleri suçlar nedeniyle de iktidarı bırakmak istemeyecektir.
Öte yandan Saray/AKP/MHP koalisyonu iktidardan seçim sonucunda çekilse bile, özellikle son 10 yılda yarattığı bölgesel hamlelerin, silahlanma yarışının, militarizmin devlet eliyle yukarıdan aşağıya geliştirmeye çalıştığı milliyetçi dinci yaşam biçiminin öyle bir çırpıda (hele bunları değiştirecek koalisyonun da benzer bir DNA taşıdığı göz önüne alınırsa) değişebileceğini beklemek de diğer bir politik zaaf olacaktır.
Kuşkusuz sorun, Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ın sandıkta gönderilmesi umuduyla 14 Mayıs seçimlerinde desteklenmesinde değil. Sorun, Erdoğan sonrası yeni bir burjuva merkez inşa etme sürecini temel politik yönelim olarak tayin eden, her şeyi sandık hesabına odaklayan, sokak muhalefetini bir tür sandık sürecini baltalayacak girişim olarak gören CHP’nin toplumsal muhalefet ve sosyalistlerin/devrimcilerin üzerinde de siyasal bir hegemonya kurmuş olması ve bu hegemonyanın seçim sonrasında da devam etme olasılığında.
Açık ki, CHP (ya da bu stratejik aklı her kim oluşturduysa) Erdoğan karşıtı potansiyeli salt sağ partilerden oluşmuş Millet İttifakı gibi açık bir siyasal koalisyon etrafında bir araya getirmiş değil. Aynı zamanda HDP ve sosyalistleri de “fiili” olarak bu koalisyona eklemlemeyi başararak Erdoğan sonrası için yeni bir blok oluşturmuş durumda.
Ve ne yazık ki, bu blok bugün için Erdoğan sonrası bir ülke yönetimi için gerekli donanıma sahip olmadığı gibi, olası kaotik bir süreçte krizi yönetebilecek enstrüman ve olanaklardan da yoksun görünüyor.
Toplumsal muhalefet güçlerinin, sosyalistlerin devrimcilerin Millet İttifakı’nın hegemonik etkisi altında olduğu koşullarda, ülkenin geleceği üzerinde burjuva kliklerden bağımsız etkili ve güçlü bir seçenek geliştirebilmesi olanakları bir hayli sınırlı gözükmektedir.
Erdoğan’ın karşısındaki muhalefeti, milliyetçi ve muhafazakâr söylemler ile sıkıştırmaya çalıştığı koşullarda, daha önce de belirttiğimiz gibi, Erdoğan sonrasının da Erdoğansız Erdoğan dönemi olma ihtimali hiç de küçümsenmeyecek bir siyasal zemindir. “Erdoğan sonrası için yeni bir burjuva siyaset merkezi oluşturmak için en büyük çabayı sarfeden hatta bu konuda kurucu insiyatif alan CHP/Kılıçdaroğlu belli ki, ülkede her geçen gün ortadan kaldırılan demokratik hak ve özgürlüklerin, örgütlenmelerin geri kazanılması için bir araya topladığı ittifak ile birlikte iktidar ile bir tarihsel/güncel bir demokrasi mücadelesine girişmek yerine, seçim odaklı, seçimlerde muhafazakâr seçmeni Erdoğan hegemonyasından kurtararak inşa etmeye çalıştığı “yeni burjuva siyaset merkezi” etrafında kümelendirmeyi tercih ediyor.”
Kılıçdaroğlu’nun twitter hesabından yaptığı “Bu kirli dile son verilsin. Akla gelmeyecek pis oyunlar ve ithamlarla neye varmak istendiğini insanımız görüyor. Seçime gidiyoruz, savaşa değil. Nice iktidarlar değişti, yola hep devam ettik. Son 10 günde girişilecek en pis işleri biliyorum. Ve onlara diyorum ki: Azıcık sağduyu! Bırakın halkımız huzur içinde, gülümseyerek sandığa gitsin, içi ferah evine dönsün. Mahalleyi, haneyi pervasızca kutuplaştırmanızdan bıktık usandık. Bu kalan süreyi gerçekten bir seçim havasında geçirmek istiyoruz. Artık vatanımızın huzurunu bozmaktan vazgeçin.” açıklaması da söz konusu merkezin ana eğilimini yansıtıyor. Fakat söz konusu açıklamanın özellikle son bölümü bir hayli ilginç. Kılıçdaroğlu diyor ki, “içinizdekini dizginleyin, yoksa bu nefret başta sizi sonra hepimizi yutacak.” Kılıçdaroğlu ülkenin huzurunu bozacağı imasında bulunan olası gelişmelerin neler olacağını, iktidarın “girişeceği pis işleri” neden kamuoyu ile paylaşmadığını anlamak gerçekten zor ama bu tutumu daha önceki yazılarımızda şöyle nitelendirmiştik:
“Erdoğan’a karşı CHP’nin başını çektiği muhalefetin “sert” çıkışlardan, yüzünü sola dönmesinden daha çok devletin ve sermayenin yeni bir rejim içerisinde yeniden yapılanmasına hizmet edecek “bir yeni burjuva siyaset merkezi” inşa etmeye çalışması geleneksel devlet aklı ve bürokrasisi açısından da daha normal sayılmalıdır.”
Bu koşullarda daha önce de defalarca kez tekrarladığımız gibi, toplumsal muhalefet güçlerinin, sosyalistlerin devrimcilerin bugünden itibaren seçim sonrasını kapsayacak siyasal ekonomik ve toplumsal gelişmeleri değerlendirerek “safları sıklaştırmak, kararlılık ve cesaret ile ülkenin topyekün, ırkçı faşist dinci kırması güçlere teslim edilmeye çalışıldığı koşullarda güçlü ve etkili bir sosyalist mukavemet hattı/gücü oluşturmaktan başka bir seçeneği bulunmuyor.”
Düzen krizi çözülmeden rejim krizi çözülemez!