Tüm dünyanın içerisinde bulunduğu Covid-19 pandemi süreci, kamusal sağlık politikalarının yetersizliğini ortaya koydu. Kaleme aldığı yazılarda kamu sağlığı meselesini toplu bir politik mesele haline getirmek gerektiğini vurgulayan Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kayıhan Pala ile sağlık politikalarını konuştuk.
Pandemiye gelene kadar bizde ve dünyada uygulanan sağlık politikalarının acı bir sonucunu görüyoruz. Kamusal sağlık politikalarında taleplerimiz neler olabilir, çıkış programı nasıl olmalı?
Pandeminin “iyi yanlarından” birisinin insanların bazı konuları daha fazla sorgulamaya kendilerini hazır hissetmeleri olduğunu düşünüyorum. Örneğin “hayatımızı ne belirliyor ne etkiliyor?” sorusu artık daha çok konuşuluyor. Bugün anlaşılıyor ki hayatımızı bugüne kadar etkileyen bileşenler bundan sonrasını da etkileme potansiyeline sahip. Bunu yalnızca sosyal devlete duyulan ihtiyacın, kamucu bir sağlık sistemine duyulan ihtiyacın gölgesinde söylemiyorum. Örneğin DİSK’in açıkladığı, üyelerinde hastalık ve ölüm oranının 3 kat daha fazla olması, ya da iş cinayetlerinde bu yılın nisan ayında geçen yıla göre artış gösterdiğini söylediğimizde daha fazla ilgi çeken bir konu haline geliyor. İnsanların sağlığını etkileyen değişik bileşenlerin etkileme oranları var. Örneğin genetik yapı insanın sağlık çıktılarını %20 oranında etkiliyor, buraya müdahil olma olanağımız yok. %50 oranında kişinin yaşam biçimi olarak karşımıza çıkarılıyor, bu neo-liberal bakış açısıdır, sanki kişinin yaşam biçimi kendi tercihiyle şekilleniyor gibi anlatılıyor. Geriye çevrenin ve diğer bileşenlerin (yaşamak zorunda olduğumuz kentlerin tasarımı bunlardan bir tanesi) etkisi kalıyor. %20’lik genetik etkiyi çıkardığımız zaman geriye kalan her alan bizim ve bizden sonraki kuşakların daha iyi yaşayabilmeleri, eşit yurttaş olarak yaşayabilmemiz için müdahale edebileceğimiz alanları da gösteriyor.
EKOLOJİK YAŞAM ÖN PLANA ÇIKMALI
Yaşam biçimi diye bahsedilen %50’lik etkenin en önemli değişkenleri; barınma, beslenme koşulları, çalışma koşulları, vb. Temel olarak sağlığın sosyal belirleyicileri olarak karşımıza getirilen unsurlar; kişilerin doğduğu, büyüdüğü, yetiştiği ve çalıştığı koşulları betimleyen unsurlardır. Kısa vadede yapılabileceklere baktığımızda; çocukların büyüdüğü ve yetiştiği, bizim yaşadığımız ve çalıştığımız koşullara müdahale etme şansımız var. Bunun üzerine çevrenin de etkisini koyarak bir program biçimlendirilebilir. Bu program biçimlendirilirken pandemi örneğinin üzerinden nelerin bizi olumsuz etkilediğini görmemizde yarar var. Özellikle ekolojik bir bakış açısını ön plana çıkarma sorumluluğumuz var. Ekolojik bir bakış açısı olmaksızın sürdürülebilirlik tartışmasını yapmak çok mümkün değil. Sürdürülebilirlikten kasıt tabi ki bugünkü yaygın kullanımıyla, kapitalist üretim tarzının sürdürülebilirliği değildir.
Nereden başlamalıyız ki elimizdeki program önümüzdeki yıllarda uygulanabilir bir rehber olsun?
Hayatlarımızın nasıl etkilendiğini, nelerin etki ettiğini ve bunlara karşı nasıl bir mücadele alanı örgütlememiz gerektiğini vurgulamak lazım. Varsayalım ki corona virüs meselesi 1,5 yıl içerisinde sonlanacak, bu sonlanmayı da aşı veya ilaçla değil hipotetik olarak virüsün virülansını kaybetmesine bağlı (hastalık yapma etkisindeki azalma), daha önceki SARS ve MERS salgınında olduğu gibi, olası bir senaryoya bakalım. Bu hastalık ortadan kalktığı varsayımı gerçekleştiği zaman nasıl bakmalıyız? 1960’dan bugüne kadar 40’ın üzerinde yeni tanımlanmış hastalık dünyada salgına yol açtı. Çok bilinenlerden birisi HIV virüsünün yol açtığı AIDS yalnızca bazı kıtalarda ve bazı risk gruplarında ön planda olduğu için bütün dünyanın çok ilgisini çekmedi. Örneğin bizde bu konuda bir farkındalık ve risk olarak görme algısı çok yüksek değildi. Batı Nil Virüsü 2010 yılına kadar Türkiye’de hiç bilmediğimiz bir hastalıktı, ancak 2010 yılından sonra Batı Nil Virüsü tanısı koymaya başladık hatta bu nedenle insanları kaybediyoruz. Aynı şey Lyme hastalığı için geçerli.
HER 10 YILDA BİR PANDEMİ TEHLİKESİ
Küreselleşme, bir hastalığın ortaya çıktıktan 36 saat sonra başka kıtalarda görülebilme ihtimali, özellikle iklim krizinin yol açtığı insanların yerinden edilmesi, hayvanların doğal yaşam alanlarına müdahale etmemiz, insanların yaşam biçimlerine müdahale etmemiz bizi başka bir mecraya sürüklüyor. Yani bundan sonra başka pandemiler karşımıza çıkacak. Yalnızca kronik hastalıkların görülme sıklığına bağlı yaşayabileceğimiz çok fazla kanser, astım vb hastalıktan söz etmiyorum. Güvenilir bilim insanlarının yayınladıkları verilere bakacak olursanız 1.7 milyon civarında hayvanlarda hastalık yapma potansiyeli olan virüs var. Bunlar henüz hastalık kapsamına girmiş değiller ama her an girebilirler. Dünyanın birçok yerinde vahşi hayvanlar ya da domuz-tavuk çiftlikleri gibi hayvanların kendi doğalarına uygun olmayan koşullarda üretilmelerine olanak sağlayan yaklaşımlardan dolayı hem hayvanlar arasında hem de hayvandan insana ve insandan insana geçerek yeni hastalık yapma potansiyeli var ki önümüzdeki on yıllarda 630 binden fazla hayvanda hastalık yapan virüsün insanda da hastalık yapma potansiyeli olduğunu önemli bir akademisyen açıkladı. 6 tanesi bile 10’ar yıl arayla hastalık yapsalar yüzyılın sonuna kadar her 10 yılda bir güçlü bir pandemi olasılığı karşımızda duruyor demektir.
SERMAYE FİNANSESİNDEKİ DSÖ ÇARESİZLİĞİ
1962’de Chicago’da bir corona virüs insanda gösterildi ve 2002’ye kadar insanda ölüme yol açtığına dair bir veri yoktu. Ancak 2002-2003’te SARS’ta bu corona virüsler insanları öldürmeye başlayınca ciddi bir problem olduğu anlaşıldı. SARS mücadelesinde bulunan özellikle Çin’deki halk sağlıkçılar, epidemiyologlar, virolojistler 2007 yılında önemli bir makale yayınladılar. Bu makalede özetle şunu diyorlardı; bu corona virüsler dünyayı tehdit etme potansiyeline sahip dolayısıyla bunlar için aşı ve ilaç üretilmesine ivedi olarak başlanmalıdır. Yine 2007 yılında Dünya Sağlık Örgütünün yayınladığı rapora göre son 40 yıl içerisinde yeni gözlenen hastalıklar ve bunların ilerde problem yaratma potansiyeline vurgu yapılıyordu. 2012 yılında MERS adıyla Suudi Arabistan’da ortaya çıktı ve yine bilim insanları bunun ciddi bir potansiyel olduğuna dikkat çekti ve çağrıda bulundular. Bu çağrı daha güçlü bir hale geldi ve 2017’de çok sayıda bilim insanı Dünya Sağlık Örgütü asamblelerinde corona virüs başta olmak üzere virüslere karşı özellikle aşı geliştirilmesi için daha fazla çaba gösterilmesine olanak sağlayacak girişimlerde bulundular. Fakat Dünya Sağlık Örgütünün mevcut yapısı, şirketlerle olan ilişkisi, ağırlıklı olarak büyük devletlerin ve büyük şirketlerin parasıyla, vakıf adı altında yaşıyor olması (en büyüklerinden birisi Melinda Bill Gates Vakfı) bu süreçleri geriye çekmiş oldu. Bu şirketler corona virüslerin dünyayı etkileyebilecek kadar büyük problemlere yol açmayacağını söylüyorlardı ve girişimde bulunulmadı. Aslında açıkça söylemeseler bile, bu alanda bir aşı yatırımının gerçekçi olmadığını, kendilerine yeni bir sermaye birikimi yaratamayacağını gördüler. Dünya Sağlık Örgütünün kendisi bağımsız bir kuruluş olmadığı için, oradaki çok değerli bazı bilim insanlarının ısrarcı olmalarına rağmen bir yol açamamış oldu.
“COVID-19 pandemisine karşı temel yaklaşım, insanların birbirleriyle temas oranlarını azaltarak virüsün hasta kişiden sağlıklı kişiye bulaşmasını azaltmak olmalıdır. Bu amaçla epidemiyoloji biliminin (belirli bir toplumda, sağlıkla ilgili olgu ve durumların ve bunların belirleyicilerinin dağılımının incelenmesi ve bu çalışmaların, sağlıkla ilgili sorunların kontrolünde kullanılmasıyla uğraşan bilim alanı) öncülüğünde bir salgın yönetimi benimsenmelidir. Bir salgının yönetimi temel olarak üç bileşenden oluşur: Olguların saptanması ve tedavisi, hastalığın daha fazla yayılmasının önlenmesi ve kontrol önlemlerinin etkisinin değerlendirilmesi.
Olgular, kendileri sağlık kuruluşlarına başvurduklarında ya da toplum içerisinde bulunarak saptanır. Laboratuvar tanısı olanlar “doğrulanmış olgu”, laboratuvar tanısı olmadığı halde tipik klinik bulgu gösterenler “olası olgu” ve yalnızca bazı klinik özellikler gösterenler “kuşkulu olgu” olarak sınıflandırılır. Hastalığın daha fazla yayılmasının önlenmesi için olası/kuşkulu olgular kendileri sağlık kuruluşlarına başvurmadan da saptanmalıdır. Salgın yönetiminde aktif sürveyans sisteminin (sürekli ve sistematik kayıtlarla ve taramalarla hasta kişilerin bulunması) kurulması ve sistematik bir biçimde filyasyon (bulaşıcı hastalık salgınlarında ilk olgunun ve bu olguyla temas eden kişilerin veya başka olguların bulunmasına yönelik çalışmalar) uygulanması esastır.”(Salgınlar Çağı-Birikim,7 Nisan 2020)
Eğer insanlar bizi bugüne getiren bu ilişkiler ağına itiraz etmezlerse, tarih tekerrürden ibarettir.
HALK İÇİN ÇALIŞAN SİSTEME İHTİYAÇ VAR
Önümüzdeki pandemilerde de bu süreçleri yaşama potansiyelimiz var. Bu ilişkiler ağı içerisinde, Bülent Şık’ın çizdiği çerçeveden devamla beslenme alışkanlıklarımız, gıda tüketimi ve gıda zinciri meselesi var, yaşam ve çalışma biçimlerimiz var, devlet aygıtının artık sermaye için çalışan değil yurttaşlar, emekçiler, halk için çalışan üreten planlama yapan bir aygıt olmasına ihtiyaç var. Eğer biz dünyayı pandemi öncesi dönemde olduğu gibi sürdüreceksek, buna karşı itiraz etmeyeceksek en başta biz, çocuklarımız, sevdiklerimiz hem pandemi hem de benzer büyük risklerle karşı karşıya kalacağız. Örneğin şöyle veriler var elimizde; Amerika’da siyahlar ve hispanicler beyazlarla kıyaslandığında nüfusa oranla daha fazla hastalanıyorlar ve ölüyorlar. İngiltere’de benzer bir durum karşımıza çıkıyor, sınırlı sayıda Yunanistan’daki sığınmacılarla ilgili yapılmış çalışmalar onların üzerindeki yükün çok daha fazla olduğunu gösteriyor.
Salgının ilk günlerinde Türkiye’deki çok sayıda sığınmacı AB’ye koz olarak ülkenin batı sınırına doğru gönderildi. O sıralarda hastalığın olduğunu biliyoruz, sonra tekrar geri alındı ve onlara ne olduğunu bilmiyoruz. Burada iki mesele var, birincisi onların yaşam koşullarından kaynaklanan çok ciddi bir bulaş sorunu, ikincisi bu sığınmacılar tek başlarına bir yaşam sürmüyorlar bizimle birlikte yaşıyorlar, dolayısıyla bunun toplum içindeki etkisini de varsaymış olmak lazım. Bakanlığın açıklamasıyla İstanbul’un Wuhan’a benzetilmesinin ardında böyle bir bulaşı zincirinin varlığının da incelenmesi gerekir. Ancak ne yazık ki bakanlık ne herhangi bir veri açıklıyor ne araştırma yapılmasına izin veriyor ne de bizim, özeleştiri verelim, herhangi bir gözlem yapma durumumuz var. Bir program yazma ve topluma bir program sunma çok iyi bir fikir. Bu fikre kuramsal arka planı oluşturduktan sonra, özellikle somuta indirgeyip toplumla buluşturabilirsek yol alma ihtimalimiz olabilir.
PANDEMİ DAR GELİRLİLERİ VURDU
Bunun bir programa kavuşturulması gerekir ve sol bunu uzun yıllardır ihmal eder, tarihte kıymetli örnekleri var ama son 20-25 yıldır hiç örneği yok neredeyse. Yazılarınızda da okuduğumuz konuların modellenmesi gerekir.
İBB’nin bilim kurulu ve çalışmaları var, belediye başkanının da açıkladığı gibi, İstanbul’daki hiçbir ölüm Covid-19 nedeniyle olarak kayıtlara geçmedi! İstanbul’da geçen yıllara oranla nisan ayındaki ölüm sayısı Türkiye’deki toplam ölüm sayısının üzerinde, burada bir sorun var. Yine İBB’nin kent bilgi sistemleri uygulaması var, bu sistem her bir veriyi analiz edip kaydetme özelliğine sahip. Örneğin belediye otobüsleri ve GPRS sistemi ile otobüsün nerede olduğunu, ne kadar sürede nereye gittiğini inceleyebiliyorsunuz. Günün hangi saatinde kaç kişiyi taşıdınız, bu kişileri nereden alıp nereye taşıdınız, nerelerde birikme oldu gibi çok fazla verisi var. Ölüm kayıtlarına bakarak bir haritalandırma yapabiliyorsunuz. Buradan da çıkarılacak bazı dersler var, örneğin organize sanayi bölgelerinde ulaşım pandemi döneminde hiç azalmamış. Organize sanayi bölgelerinde yaşayanlar örneğin Gebze organize sanayi bölgesine gidenler İstanbul’un en yoksul semtlerinde yaşayanlar. Dolayısıyla şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza; insanların kalabalık yaşamak zorunda kaldığı, dar gelirli ailelerin yaşadığı mahalleler bu pandemiden daha fazla etkilenmiş durumda.
Türkiye’de nasıl bir sağlık sistemi kurgusu olmalı?
“Türkiye’de sağlık hakkının anayasal güvenceye kavuşması 1961 Anayasası ile gerçekleşmiştir. Sağlık hakkının, sağlık hizmetlerine hiçbir engel olmaksızın erişebilmek başta olmak üzere, birçok bileşeniyle sağlanması gerekirken, dünyada 1960’ların ilk yarısında sağlık hizmetlerine meta olarak muamele edilmesinin yolu açılmış, sağlık hizmetleri sunumunda piyasa ve piyasa dışı kurumların oynadıkları rollerin boyutları tartışılmaya başlamıştır. Bu tartışma, 1970’li yılların ikinci yarısında ortaya çıkan makroekonomik daralma ve artan sağlık harcamaları baskısı altında, Dünya Bankası öncülüğünde mevcut kaynakların daha verimli kullanılması iddiası ile alternatif kaynakların yaratılması politikalarının gündeme getirilmesi sürecine politik zemin hazırlamıştır. Başlangıçta maliyetlerin kısıtlanması politikaları ile yetinilirken, Sovyetlerin dağılmasını izleyen 1990’lı yıllarla birlikte, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi gündeme gelmiştir. Sağlık hizmetlerini yeniden metalaştıran bu süreç, sağlık harcamalarının artış hızını kesemeyip aksine körüklemiş, artan sağlık sorunlarına da ne yazık ki, çözüm olamayıp eşitsizlikleri artırmıştır
Türkiye’de hükümetlerin 1983 yılından sonra neoliberal ekonomi politikalarının bir uzantısı olarak ‘Sağlık Reformları’ adıyla dile getirdikleri yapısal değişiklikler, omurgası aynı kalmak koşuluyla AKP Hükümeti tarafından, adı ‘Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP)’ olarak değiştirilerek, 2003 yılında toplumun karşısına çıkartılmıştır. SDP temel olarak, sağlık hizmetlerinin finansmanının genel sağlık sigortası ile sağlanması, kamusal birinci basamağın tasfiye edilerek sağlık ocaklarının kapatılması ve bunun yerine birinci basamağın özelleştirilmesi yaklaşımına uygun bir aile hekimliği modeline geçilmesi ve kamu hastanelerinin işletme haline dönüştürülerek piyasalaştırılması uygulamalarını içermektedir”(Cumhuriyetin 100. yılına doğru Türkiye’nin Sağlık Politikası: Sorunlar ve Çıkış Yolları, Mülkiye İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Merkezi, Gülbiye Yenimahalleli Yaşar, Kayıhan Pala)
NEO-LİBERAL POLİTİKALARDA PARA-SAĞLIK EĞRİSİ
Sağlık sistemi kurgusunda temel amaç yer değiştirmeli. Şu anda Türkiye’de sağlık denince hastalık, hastalık denince uzman hekim, uzman hekim denince de hastane anlaşılıyor. Bizim paradigmayı tam tersine çevirmemiz lazım. Sağlık denince sağlıklı olmak, sağlıklı olmak deyince de insanların hastalanmaması için alması gereken hizmetleri konuşmak ve uygulamamız gerekir. Ancak neo-liberal sağlık reformları insanların hastalanmasını ve bunun üzerinden para kazanmasının hatta bunun finansmanının da özel sağlık sigortaları tarafından yapılmasını karşımıza getirdiği için biz bunları konuşamıyor durumdayız. Mesela ABD’de özellikle New York’ta bu kadar büyük bir hasarın karşımıza çıkmasında en temel nedenlerden birisi insanların en temel sağlık hizmetlerine erişememesi. Dolayısıyla sağlık hizmetleri sunumunu en başta finansman sonra örgütlenme üzerinden değerlendirmek lazım.
Sağlık sisteminin sigorta prim sistemiyle finanse edilmesi önemli bir sorundur. Çünkü sigorta prim sistemiyle finanse etmeye başladığınızda bu sistemi karşılayamayanlar sistemin dışında kalıyorlar. Primini ödeyemeyenler, prim ödese bile katkı payını ödeyemeyenler, prim ve katkı payını ödese bile teminat paketindeki sınırlamalar nedeniyle gereksinim duyduğu sağlık hizmetini alamayanlar olabiliyor. Bu durum prime dayalı sigorta sistemlerinin, kamu sigorta sistemi bile olsa, yarattığı ciddi problemlerden biri. Bir diğer konu örgütlenme meselesi, özellikle pandemi döneminde karşımıza çıkan en önemli sorun sağlıkta dönüşüm programıyla getirilen Türkiye tipi aile hekimliği modelidir. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir sistem var bizde, örneğin ailedeki 3 kişi 3 ayrı aile hekimine bağlı olabiliyor. Aileden biri hastalansa ancak o kişinin aile hekimi biliyor onun hasta olduğunu. Benim bu evde kimle birlikte yaşadığıma dair fikri yok. O, kendi sistemindeki 3-4 bin kişinin bilgisine sahip dolayısıyla burada bulaşı zincirini ya da filyasyonu örgütlemek mümkün değil ki AKP’nin kaldırdığı sağlık ocakları sisteminde bu çok iyi kurgulanmıştı. Çok konuşulmayan bir diğer konu da şu; Türkiye’de pandemi hangi yasal mevzuatla idare ediliyor? 1930 yılında yayınlanmış Umumi Hıfzıssıhha Kanunu. Peki sokağa çıkma yasağı nasıl organize ediliyor? Cumhurbaşkanı bir karar veriyor, içişleri bakanlığı bir genelge yayınlıyor o genelgeyi uygulanabilir hale getirecek bir yasal düzenleme olmadığı için 81 ilde kurulmuş İl Umumi Hıfzıssıhha Kurulları o genelgedeki uygulamaları kurul kararına geçiriyorlar. Bir bulaşıcı hastalık salgınına ilişkin Türkiye’de ne sağlıkla ne de hukukla ilgili son yıllarda düzenli bir yaklaşım sergilenmemiştir. Neyse ki, 1930’larda salgın hastalıklar çok önemsendiği için böyle bir mevzuat yapılmış da hala varlığını sürdürüyor ve bugünün ihtiyaçlarına büyük ölçüde yanıt veriyor.
Sokağa çıkma yasaklarıyla ilgili anayasal düzenleme yok, ayrıca bu genelgeler yayınlanmıyor, yani genelgeler yok.
Umumi Hıfzıssıhha Kanunu bugün yereldeki ihtiyaçları büyük ölçüde karşılayabilir ancak “30 büyük şehir ve Zonguldak’ta” dediğiniz anda bunun başka bir düzenlemeye ihtiyaç duyduğu açık. O genelgeleri yayınladıklarında yasal boşluklar ortaya çıkacağı için valiliklere gönderip il hıfzıssıhha kurulu kararı haline dönüştürüyorlar. Söylemek istediğim esas olarak şu; bir ilde veya ilçede salgın hastalık başladığında ilçe ya da il kurul kararıyla ona müdahale edebilecek mekanizma 1930 yılında kurulmuş. Bizim bunları da gözeten bir yaklaşıma ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum.
SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROGRAMINDAN VAZGEÇİLMELİ
Ayrıca bu süreç içerisinde bu işlere kafa yoran kent plancılarına ihtiyaç var. Eğer bir şehir plancısıyla çalışamazsak ortaya koyacağımız perspektif çok eksik kalır.
Sonuç olarak;
“Kısa vadede yurttaşların sağlık hizmetine erişimini engelleyen finansal bariyerler (GSS prim borcu ve katkı payı) ivedi olarak kaldırılmalıdır. SGK özel sektörden hizmet almaya son vermeli, hizmetler devlet hastaneleri ve kamu tıp fakülteleri hastanelerinden sağlanmalıdır. Bu bağlamda birinci basamağın yeniden yapılandırılması ve birinci basamak hekimlerinin en çok iki bin kişiden sorumlu olacağı bir düzenleme yapılarak sevk sisteminin devreye alınması gereklidir.
Yine kısa vadede, mevcut şehir hastaneleri (ve inşaatı sürenler) hemen kamulaştırılmalıdır. Her ne kadar uluslararası tahkim nedeniyle kamulaştırmanın sorun olabileceği iddia edilmekteyse de kamu yararı açısından kamulaştırma zorunludur.
Orta ve uzun vadede; Sağlıkta Dönüşüm Programı’ndan vaz geçilmelidir. Her yurttaşın sağlık hakkının sağlanması ancak Türkiye’nin eşit, ücretsiz ve ulaşılabilir bir sağlık sistemine sahip olması ile olanaklıdır. Sağlık sistemleri kamu tarafından finanse edilmeli ve sağlık hizmeti sunumu kamu tarafından sağlanmalıdır. Bu bağlamda, sağlık hizmetlerinin finansmanında sigorta sisteminden vaz geçilmeli, harcamalar merkezi ve yerel devlet bütçesinden yapılmalıdır.
Sağlık hizmetleri güçlü bir birinci basamak odağında örgütlenmeli, sağlık hizmetleri toplumun gereksinimlerine uygun olarak bölgesel ve sınıfsal eşitsizliklere yol açmayacak biçimde sunulmalıdır. Sağlık emek gücü, kamucu bir sağlık sistemi ile toplumun demografik özelliklerine göre yeniden planlanmalı, niteliği gözetecek biçimde yetiştirilmeli ve istihdam edilmelidir. Türkiye aşı üretme çalışmalarına başlamalı, yerli ilaç üretimi desteklenmelidir. (Cumhuriyetin 100. yılına doğru Türkiye’nin Sağlık Politikası: Sorunlar ve Çıkış Yolları, Mülkiye İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Merkezi, Gülbiye Yenimahalleli Yaşar, Kayıhan Pala)