Günlerdir tartışılan asgari ücret açıklandı. Önümüzdeki yıl yapılacak seçimleri de dikkate alan Saray/AKP/MHP iktidarı açıklanan asgari ücretin yıl içinde güncellenebileceği mesajını vererek gerçekte asgari ücretin açlık sınırının altında olduğunu, kısa bir süre sonra yapılan artışın anlamsızlaşacağını peşinen kabul etmiş oldu.
Türk İş başkanının daha görüşmeler başlamadan açlık sınırını kırmızı çizgi olarak açıklaması, aynı anda sermayenin 400-500 dolar arasında alması gerektiği yönündeki açıklamalar Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplantılarının şeklen yapıldığını göstermiş oldu. Kamuoyunun ikna edilemediğini gören iktidar Çalışma Bakanı aracılığıyla ‘sendikaların 8.000 TL’nin çok üzerine çıkmayın’ dedikleri açıklamasını yaptırarak sorumluluğu sendikalara yıkma eğilimine girdi. Yapılan artışla 8.506 TL olan asgari ücretin 2023 yılının enflasyon hedefine göre belirlendiği açıklamasıyla sermayenin talebinin yerine getirildiği de net biçimde vurgulanmış oldu.
Çalışma Bakanının sendika, sendikacı adı vermeden ‘sendikaların 8.000 TL’nin çok üzerine çıkmayın’ dedikleri yönündeki açıklama çalışanların iktidara yönelebilecek tepkisini sendikalar üzerine yıkma girişimi olduğu kadar sendika düşmanlığının da göstergesi olarak görülmelidir. Asgari ücret görüşmeleri boyunca belirlenecek artışın geçmiş dönem kayıplarını da giderecek oranda olması gerektiğini söyleyerek 12.000 TL ile 14.800 TL arasında olmasını öneren sendikalar vardı. Yapılan artış sonrası bir kısmı TİS yapılan işyerleri dahil milyonlarca çalışanın ücreti asgari ücretin altında kalmış oldu. Dolayısıyla sendikalı olmak ile olmamak arasında bir fark olmadığı algısını körükleyen iktidar ve sermaye sözcüleri sendikaları suçlayarak asgari ücret artışının önündeki engel olarak sendikaları gösterirken, gerçekte sendika düşmanlığı yaparak örgütsüz bir işçi sınıfı hayallerini yansıtmış oluyorlar.
Ücret artışı konusunda bakanın iddia ettiği sözleri söylemiş sendika yöneticilerinin olması açlık sınırında ücret artışı yapılmasını haklı ve meşru kılmaz. Sonuçta komisyonda iktidar ve sermaye de temsil ediliyor ve isteseler geçmiş dönem kayıplarını vermelerini engelleyecek bir güç yok. İşçilerin sendikal örgütlenme nedeniyle işten atılmalarını, sendikaların yetki başvurularına yapılan itirazların yıllarca uzatılmasını, grev yasaklarını, kamu (memur) sendikalarının işkolu barajını %2’ye çıkararak örgütlenmelerini zorlaştırma girişimlerini pervasızca sürdüren Saray/AKP/MHP iktidarı genelleme yaparak sendikaları suçlarken, sendika, örgütlü işçi düşmanlığını açığa vurmuş oluyor. Komisyonda görevi olmamasına rağmen Çalışma Bakanının tüm sürece müdahil olması, belirlenen ücretin Cumhurbaşkanı tarafından açıklanması gibi hukuksuzluklar iktidarın niyetini ve amacını göstermesi açısından önemlidir.
Geçtiğimiz hafta bazı kentlerde Demokratik Bölgeler Partisi’ne yönelik operasyonlarla çok sayıda parti yöneticisi ve üyesi gözaltına alındı. HDP’ye yönelik kapatma davası ve baskıların bir parçası olarak yapılan bu operasyonlar Kürt Siyasi Hareketi ve bileşenlerinin hareket alanını daraltmayı, siyaset yapamaz hale getirmeyi amaçladığı açıktır. Yapılacak seçimlerde Saray/AKP/MHP iktidarı kadar Altılı Masa için de HDP ve içinde yer aldığı Emek ve Özgürlük İttifakı’nın seçmen tercihi belirleyici olacaktır. Bunun farkında olan iktidar siyaset alanını daralarak, siyasetçileri tutuklayarak, suçla bağlantılı göstererek, çalışma yapmalarını engelleyerek bu belirleyici olma pozisyonunu bozmak, etkisiz kılmak istiyor. Seçim tarihi yaklaştıkça bu baskıların artacağını bugünden söylemek mümkündür. Saray/AKP/MHP iktidarı devlet gücünü kullanarak gireceği seçimler için şu an için daha çok yargıyı kullanacak gibi görünüyor. Rusya ve ABD’den onay alabilirse Suriye’de Kürtlerin yaşadığı bölgelere düzenleyeceği operasyonlarla iç siyasete de şekil vermeye çalışacağını söylemek mümkündür.
Fransa’da Ahmet Kaya Kültür Merkezi ve çevresinde bulunan Kürtlere ait işyerlerine yönelik saldırı ve üç kişinin öldürülmesi sonrası yaşanan gelişmelerin iç siyasete etkilerinin olması muhtemeldir. Saldırganın gözaltına alındıktan sonra Kürtlere yönelik saldırıyı özellikle yaptığını açıklaması, ardından akıl sağlığı gerekçe gösterilerek hastaneye yatırılması birçok kuşkuyu da beraberinde getirmektedir. Saldırganın polis takibinde olduğunun, silah taşıma izninin bulunmadığının açıklanması bu kuşkuları daha da artırmaktadır.
İktidarın yargıyı siyaseti dizayn etme aracı olarak kullanmasının son örneklerinden biri de kuşkusuz İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik açılan hakaret davasında verilen hapis ve siyaset yasağı kararıdır. Bu kararın hemen ardından belediyede terörle irtibatlı/iltisaklı kişilerin çalıştırıldığı iddiasıyla müfettiş görevlendirilmesi, hazırlanan dosyanın savcılığa gönderildiğinin açıklanması yargının tüm muhalefete karşı bir operasyon aracına dönüştüğünü göstermektedir. İşe alımlarda alınan sabıka kayıt belgesinin savcılık tarafından verildiği, terörle irtibatlı/iltisaklı kişilerin tespit ve takibinin İçişleri Bakanlığı tarafından yapılması gerektiği gibi en basit uygulamalar yok sayılarak yürütülen bu soruşturma belediyeye kayyum atanmasının veya Ekrem İmamoğlu’nun görevden alınarak belediye meclisi çoğunluğunu elinde bulunduran iktidar üyelerine yeni başkan seçtirmeyi amaçlıyor gibi görünüyor. Böylece seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin imkanlarını kullanmakla birlikte muhalefetin terörle bağlantılı olduğu şeklinde propagandanın da önü açılacaktır.
Geçtiğimiz hafta Türk Tabipler Birliği Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın duruşması vardı. Kimyasal silah kullanımıyla ilgili bir haber kanalında açıkladığı görüşleri nedeniyle tutuklanan Şebnem Korur Fincancı’nın AYM, AİHM kararlarına, çok sayıda uluslararası sözleşmeye rağmen tutuklu yargılanması hukuksuzluktaki, yargının siyasete alet edildiği son örnektir. Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Gezi Davası tutuklamaları, göreve iade edilmeyen KHK mağdurları, Anayasa ve yasalara rağmen doğa ve çevre talanına göz yumulması, festival ve konser yasakları gibi onlarca örnek şeklen bile hukukun ortadan kaldırıldığının göstergesidir.
Tüm gelişmeler iktidarın seçimlerle birlikte seçimlerden sonra yerleştirmeye çalışacağı siyasal, toplumsal, ekonomik düzenin hazırlıkları olarak görülmelidir. Saray/AKP/MHP iktidarının seçimleri kazandıktan sonra devleti parti örgütü gibi kullanarak kuracağı düzenin nasıl olacağını bugün yaptıklarına bakarak anlayabiliriz.
Yakın zamanda Mecliste görüşülecek olan türban ve aile yapısıyla ilgili olarak iktidarın önerdiği Anayasal düzenlemede dine dayalı tanımlama, LGBT+ bireyleri yok sayan ve nefret öğesine dönüştüren yaklaşım, referandum olup olmayacağı tartışmaları iktidarın tekçi anlayışını gösterirken, temel hak ve özgürlükleri referandum konusu yapabilecek kadar gözünü karartabileceğini göstermektedir.
Bu nedenle devrimciler, sosyalistler, yaşam savunucuların, hak ve özgürlüklerden yana olanlar olarak seçimlerden sonrasını da kapsayan bir mücadelenin yöntemlerini, yollarını, araçlarını bugünden yaratmak zorundayız. Bugüne kadar yaşanan çok sayıda hukuksuzluk karşısındaki genel suskunluk veya etkisizliğin bir kanıksamaya yol açtığı gerçeğini görmek zorundayız. İktidarın belirlediği, sınırlarını çizdiği, sistem içi muhalefetin tercih ettiği muhalefet pratiklerinin dışına çıkmak zorunluluktur. Seçimlerle iktidarın değişeceği ve tüm sorunların çözüleceği algısı ezilenler, yoksullar, hukuksuzluğa maruz kalanlar, ‘ötekiler’ açısından bir yanılsamadır; ancak devrimci, sosyalist bir ortak mukavemetle aşılabilir. İktidarın günlük siyasi çıkarlarına göre seçtiği, fakat ayrımsız tüm muhalefete saldırdığı gerçeği belirttiğimiz ortak mukavemeti daha da zorunlu kılmaktadır. Çokça ve hepimizin dile getirdiği gibi; ‘ya hep beraber ya da hiç birimiz.’
YENİ AŞAMALAR
ABD yaptığı bir açıklama ile Ukrayna’ya Patriot füzeleri göndereceğini açıklayarak yeni bir aşamanın işaretini vermiş oldu. Bugüne kadar yapılan askeri ve ekonomik yardımların ötesine geçen bu adım sonrası Rusya da bu füze sistemlerini imha edeceklerini açıkladı. Yaptırımların beklenen sonucu vermemesi ve yaptırım uygulayan ülkelere de zarar vermesi ekonomi, enerji ve gıda alanlarında dünya genelindeki etkileri batının Rusya’yı askeri alanda geriletip ateşkese zorlama isteği olarak görülebilir. Fakat batının Ukrayna’yı kullanarak Rusya’ya karşı bir savaş örgütlediğini söylemek mümkündür.
ABD ve NATO başta olmak üzere batının uzun yıllardır Rusya’yı ve Çin’i kuşatarak etki alanını daraltma politikaları izledikleri, bunu açıkça ifade ettikleri düşünüldüğünde Ukrayna’da düşük yoğunluklu bir dünya savaşı yaşandığı söylenebilir. Buna paralel olarak dünyada yeni ekonomik blokların siyasi bloklara dönüşme eğilimleri de hızlanıyor. Saray/ AKP/ MHP iktidarı dünyadaki bu karmaşa ve belirsizlik ortamında taraflar arasında günlük ihtiyaçlarına göre hamlelerle günü kurtarırken özellikle ekonomik sıkışmışlığını ötelemeyi başarıyor. Suudi Arabistan’dan, BAE’den, Rusya’dan, Çin’de alınan swap ve borçları, bu ülkelerin Türkiye’de yatırım yapmalarını bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor. Taraflar kendi ekonomik, siyasi, uluslararası çıkarları gereği birbirlerine katlanıyorlar diyebiliriz.
Bu ilişkiler sürerken ABD ve AB’den de ambargolara uyulması, aksi halde Türkiye’ye yaptırım uygulanabileceği uyarıları da karşılık buluyor. Daha önceki değerlendirmelerimizde belirttiğimiz bankacılık sistemindeki düzenlemeden bir hafta geçmeden çıkılması bunlardan biriydi. Yüksek dış borçlar, ihracatın büyük ölçüde batıya yapılması, NATO üyeliği, Türk sermayesinin batıyla eklemlenmiş olması gibi önemli unsurlar iktidarın her koşulda batıyla uyumlu olacağını gösteriyor. Bunlara ABD’deki Halbank ve Sezgin Baran Korkmaz, Rıza Zarrab davalarını vb. eklemek gerek.
İran’da molla rejimine karşı başlayan halk muhalefeti idamlara, devlet ve işbirlikçilerin şiddetine rağmen sürüyor. Çok sayıda insanın öldürüldüğü, idam edildiği ve tutuklandığı İran’da halkın başörtüsünü uygun biçimde örtmediği gerekçesiyle öldürülen Mahsa Amini’nin ardından başlayan tepkisi rejimin uygulamalarına karşı özgürlükler talebine dönüşmüş durumda. İşçilerin grevlerle, esnafın kepenk kapatarak, öğrencilerin okulları boykot ederek sürdürdüğü eylemlerin ortak bir örgütlülüğünün ve karar organının olmayışı en büyük eksiklik olarak kendini gösteriyor. Fakat rejimin tüm şiddet, cinayet, idam ve tehditlerine rağmen direnişin sürmesi genel olarak toplumun birikmiş öfkesini göstermektedir.
İran’da halkın ortaçağ karanlığından kurtulmaya çalıştığı aynı zaman diliminde Afganistan’da Taliban gericiliği kızların okullara gitmesini yasaklamasının ardından kadınların çalışmasını da yasaklayan bir düzenlemeyi duyurdu. Şu an cılız olmakla birlikte Afganistan’da kadınlar başta olmak üzere okullarda boykotların olduğu haberleri de geliyor. Taliban’ın gösterilen tepkileri içişlerine karışmak olarak değerlendirdiği dikkate alındığında yetersiz uluslararası tepkileri ciddiye almayacağını görülüyor.
İran’da, Afganistan’da hatta Macaristan’da, Rusya’da, İtalya’da olanlara bakarak Saray/AKP/MHP iktidarının yaptıkları ve yapmak istedikleri arasındaki bağları görmemiz mümkündür. Özellikle İran, Afganistan, Macaristan ve Rusya’da aile kavramı, kadın bedeni üzerinden sürdürülen toplumun dönüştürülmesi, faşizmin dini, milli, ahlaki değerler söylemleriyle yaşama geçirilmesi gözden uzak tutulmamalıdır. Sermaye ve dünya düzeni açısından iktidarların nasıl yönettiğinin değil var olan düzenle ilişkilerinin önemli olduğu gerçeğini unutmamalıyız.
Yoksulluğun ve hukuksuzluğun bir yönetim aracına dönüştürüldüğü, insanların tali olaylarla gerçeklerden koparıldığı koşullarda devrimciler, sosyalistler olarak emek, eşitlik mücadelesinin yanına adalet mücadelesini ekleyerek görünür kılmak ve rejimin meşruiyetini yitirdiğini anlatarak örgütlemek zorundayız.