Geçtiğimiz hafta yayınlanmaya başlayan Pandora Belgelerinde ülkemizden de onlarca varsılın adının geçtiği offshore hesapları iktidarların ve sermayenin iki yüzlülüğünü ve emek düşmanlığını ortaya koyması açısından önemliydi. DW Türkçe’nin ayrıntılı olarak verdiği listede Türkiye’den Ahmet Çalık, Mehmet Cengiz, Ayşe Ilıcak, Yıldırım Demirören, Fikret Demirören, Mehmet Ali Yalçındağ, Arzuhan Doğan Yalçındağ, Turgay Ciner, Hüsnü Özyeğin, İnan Kıraç, İpek Kıraç, Zeki Türkkan, Burak Öymen, Ayşe Ahu Akçal, Banu Akçal, Ahmet Ümit Akçal, Ahmet- Zeynep Kocabıyık, Fatma Tuba Yazıcı, Fettah Tamince, Halis- Ayşe Komili, Aysun Kibar, Halit Narin, Mehmet Kutman, Mehmet Hattat, Mehmet Ali Ilıcak gibi onlarca kişinin adı belgelerde yer alıyor. Bu kişilerin en önemli özelliği Türkiye’nin en varsılları listesinde ilk bin kişi içinde yer alırken, bazılarının dünyanın en varsılları arasında yer almaları.
Ülkemizde vd. ülkelerde sermaye sahipleri kazandıkları gelirin vergisini ödememek için kazançlarının kısmını vergi cennetleri denilen yerlere transfer ediyorlar. Kimi villa alıyor, kimi yat, kimi oralarda yatırım yapmış görünüyor. Oysa temel nedenlerden birinin vergi kaçırmak olduğunu tüm dünya biliyor. Bazılarının adlarını yukarıda belirttiğimiz iş insanları arasında iktidara yakın olanlar da var, iktidara muhalif olanlar da var.
Saray/AKP/MHP iktidarı 2008 yılından bugüne kadar yedi (7) kez varlık barışı ilan etti. Kısacası yurt dışında bulunan bu tür hesaplar başta olmak üzere ülkeye getirilecek para, altın, menkul kıymet vd. sermaye araçlarının kaynağının ve geriye dönük hesabının sorulmayacağı bir uygulama anlamına geliyor varlık barışı. Zaten bu listede adı bulunan ve sorulara yanıt veren 3- 4 kişi de varlık barışından yararlanarak offshore hesaplarını Türkiye’ye taşıdığını belirtmiş.
Özellikle geçmiş yıllarda iktidarın dövizi frenlemek ve piyasayı canlandırmak için yaptığı kampanyaları anımsatmak gerekiyor. Parasal sıkışıklığı aşmak ve döviz talebini düşürmek için bu kampanyaların yapıldığı sıralarda iktidarın gözde iş adamları dahil onlarca varsıl ülkemizde kazandıklarının vergisini vermemek için yurt dışına servet transfer etmişler. Halkın elindeki üç beş kuruşu dini, milli, ulusal propagandayla almaya çalışanlar varsılların bu eylemlerini de görmezden gelmişler. Hatta listede adı olanlardan medyatik olanların istihdam yaratmak, ülke ekonomisine katkıda bulunmak gibi kutsal amaçlarını da dinledik.
Aynı dönemler içinde Saray/AKP/MHP iktidarının emekçilerin örgütlenme çalışmaları, hak talepleri, işten çıkarmalara yönelik eylemleri karşısında ne kadar acımasız ve hukuksuz biçimde müdahale ettiğini de gördük. 13.9.2021 tarihli ‘Sermayeye Geç Yoksula Dur’ başlıklı değerlendirmemizde söylediğimiz gibi; “ Varsıla, yolsuza sonuna kadar açılan kamu kaynakları ve iktidar koruması emekçilerin daha çok sömürülmesi anlamına geliyor.” Çünkü iktidar ekonomik krizden çıkış yolunu sahiplenemediği zamlarda buluyor. Sahiplenemiyor çünkü önümüzde seçim var; bu yüzden de sorumluluğu marketlerin üzerine yıkmaya çalışıyor. Oysa elektrik, doğal gaz, akaryakıt, kömür gibi doğrudan iktidarın etkili olduğu hizmet ve ürünlere de zam yapılıyor. Üstelik kamu kurumu olan TÜİK’in belirlediği enflasyon oranlarının çok üzerinde yapılan bu zamlar iktidarın yoksullukla değil emekçilerle savaştığını, halkla değil sermayeyle barışı öncelediğini göstermektedir. Bunun son örneği olarak da İstanbul’da atık toplayıcılarına yönelik fiili saldırı ve gözaltılardır. İki şirketin geri dönüşüm tesisi kurması ardından gerçekleşen bu saldırılar işsizlerin, yoksulların çöp toplayarak bile yaşama tutunma çabasının sermayeye kurban edildiğini gösteriyor. Diğer kentlerde neden bir müdahale veya yasaklama olmadığı sorusunun yanıtı; sermaye henüz buralara el uzatmadığındandır.
Önümüzdeki günlerde kötüleşen yaşam koşulları başta emekçiler ve çiftçiler olmak üzere toplumun tüm katmanlarının yükselen tepkisinin ortaya çıktığına tanık olacağız. Anlık ve bu düzenin popüler gündemleri üzerinden söz söylemek ve bilerek veya bilmeyerek eylemleri buna indirgemek yarın için anlam ifade etmeyecektir. Güncel yakıcı sorunları göz ardı etmeden sistemi sorgulayan, sorgulatan, sistemin kendisini değiştirmeyi hedef alan bir mukavemet hattı kurulmak zorundadır. Aksi halde Saray/AKP/MHP iktidarıyla sınırlandırılmış bir muhalefet tarzı bile isteye patinaj yapmak anlamına gelecektir.
Saray/AKP/MHP iktidarı sonrası düzeni kurgularken sosyalist/devrimci bir müdahalenin yollarını, araçlarını bugünden konuşmamız, tartışmamız, düzen içi ittifaklar karşısına emekten, barıştan, eşitlikten, özgürlüklerden yana ittifakı, mukavemet hattını yaratmamız gerekmektedir.
MUHALİFLER TERÖRİST KEBAPÇILAR BİLE
Saray/AKP/MHP iktidarı her muhalif çıkışı terörle ilişkilendiren açıklamalar yaparak hem hedef gösteriyor, hem de sonraki muhalif çıkışların önünü kesmeye çalışıyor. Tayyip Erdoğan’ın Boğaziçi Üniversitesi’ndeki kayyum rektöre karşı sürdürülen direniş, yurt sorunu ve yüksek kiralar nedeniyle barınamıyoruz diyerek parklarda yatan öğrencilerin tepkisi karşısında aldığı tavır sonrası diğer sözcüler ve bileşenler de hedef göstermeye başladılar.
Fakat MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin kebapçıları bölücü, CHP ve HDP iltisaklı olmakla suçlaması, yetmezmiş gibi işsizliğin sebepleri arasında sayması mizah konusu gibi görünse de bir hedef göstermedir. Son iki yıldır gazeteci, siyasetçi, Kürt ve muhaliflere yönelik saldırılar düşünüldüğünde kebapçılar da gerici ve faşist güçlere hedef gösterilmiştir. Devlet Bahçeli açıklamaları arasında Boğaziçi Direnişine katılan öğrencileri, yurt sorunu nedeniyle barınamıyoruz diyenleri de “bunlar öğrenci değil” dedikten sonra “Türk gençliği yürüyecek, terörist saklanacak, sinecek yer arayacaktır. Türk ve İslam düşmanlarını korku dağları saracaktır.” dedi.
Gezi Davası’nda Osman Kavala’nın yine tutuklu yargılanması kararı verildi. Daha önce beraat edenlerinde içinde yer aldığı, Çarşı Grubu’nun, Osman Kavala davasının birleştirildiği dava Türk yargı sisteminin ne denli siyasete teslim olduğunu göstermektedir. Daha önce verilen beraat kararlarını, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Konseyi, Anayasa Mahkemesi kararlarını dikkate almayan, kendi hukukunu uygulayamayan yargı sistemi meşruiyet arama gereğini de yok sayan bir noktadadır. Bu dava iktidarın Gezi Direnişi’ne olan öfkesi kadar Gezi benzeri bir toplumsal muhalefetten de korktuğunu göstermektedir.
10 Ekim Ankara Katliamı’nı anmak isteyenlere yönelik polis müdahalesi ve toplu anmaya izin verilmemesi de bir tercih olduğu kadar bir saldırıdır. İnsanların ölen yakınlarını, dostlarını, yoldaşlarını anmasından bile rahatsız olan, insani bir meşruluğu bile yok sayan bir tercih ve saldırıdır. 26.7.2021 tarihli ‘Kışkırtılan Irkçılık: Mülteci ve Kürt Düşmanlığı’ başlıklı değerlendirmemizde de Suruç Katliamının anmasına izin verilmediğini belirterek eklemiştik; “Oysa ülkemiz yargısı tarafından (devlet olarak) terör örgütü sayılan IŞİD’in gerçekleştirdiği bir katliamı yalnız ailelerin, duyarlı yurttaşların değil devletin de lanetlemesi, gündemde tutması gerekir.” Dirimize saygısı olmayanlardan ölümüze saygı beklenmemesi gerektiğini biliyoruz; asıl vurgumuz ezilenler, canlarına kast edilenler, yok sayılanlar olarak bu gerçekliği görerek birlikte yol yürümeyi ertelememiz gerekmektedir.
Sistem içi muhalefete baktığımızda da emekçilerin sorunlarına yönelik çıkışların tamamının oy kaygısıyla yapıldığı açıkça görülüyor. Örneğin yoksulluğu, çöpten ekmek toplayanları dile getiren muhalefet sistemin özünü sorgulamaktan ısrarla kaçınıyor. Sorunun sonuçları üzerinden kurdukları cümleler sorunu ortadan kaldırma iddiasını değil hafifletmeyi içeriyor. Daha doğrusu Saray/AKP/MHP iktidarın gerici, milliyetçi, baskıcı politikalarına karşı sağın seçeneğinin sağ olduğu bir siyasi iklim dayatılıyor. Bu koşullarda sosyalist, devrimci bir siyaseti, kamucu talepleri görünür kılmak, örgütlemek hepimizin sorumluluğudur.
DIŞ POLİTİKA DA İÇE DAHİL
İktidar uzun zamandır iç siyasette yaşadığı tıkanıklığı, kendi seçmen tabanı başta olmak üzere iç kamuoyuna yeni bir hikaye sunamayışını dış politikayla aşmaya çalışıyor. Suriye’de, Libya’da, Kıbrıs’ta, Irak’ta, Afganistan’da, Balkanlar’da attığı adımlar bu amaca yönelikti. Elbette Yeni Osmanlıcı yayılmacı bir politik hedefi de vardı. Fakat ABD’de Biden’ın başkan seçilmesi, Rusya’nın hamleleri ve ekonomik kriz bu hedefi rafa kaldırttı. Fakat iktidarın seçmenlerinin gözünde bu hedefi diri tutma isteği de görülüyor.
Metropoll Araştırma Şirketi’nin din siyaset ilişkisine yönelik yaptığı ankette de halkın %69’u dinin siyasette kullanıldığını düşünürken, %81’i Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve din adamlarının siyasetle uğraşmasını doğru bulmadığını belirtmiştir. Dolayısıyla iktidarın dini söylemler üzerinden yaptığı hamleler kendi seçmenlerinin bir kısmında bile karşılık bulmamaktadır. Dolayısıyla dini gerekçelerle Müslüman ülkelere yönelik operasyon ve müdahalelerin de karşılık bulmayacağını, halkın önceliklerinin değiştiğini görmemiz gerekiyor.
Göçmen/mülteci sorunu ve komşumuz olması nedeniyle en fazla gündemde olan Suriye’de Rusya ve Esad yönetiminin ülke genelinde etkinliğini artırması nedeniyle İdlib’de yoğunlaşan cihatçı örgütlere yönelik operasyon hazırlığı iktidarı sıkıştırmış durumda. Burada bazı örgütlere yardım ettiği, desteklediği, bazılarını doğrudan örgütlediği yönündeki suçlamalar karşısında konumunu koruma çabasına düşmüş durumda. Daha doğrusu cihatçı örgütlere yönelik olası operasyon sonrası bunların nereye taşınacağı, nasıl denetim altında tutulacağı iktidarın en önemli sorunu durumundadır. Kaldı ki bazı örgütlerin Suriye’de bulunan Türk askerlerine yönelik saldırılarını sürdürdüğü de belirtiliyor.
Dış siyasete ilişkin en dikkat çekici haber Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nden geldi. Konsey 2016’dan bu yana Libya’da yaşanan insan hakları ihlallerine ilişkin raporunda çocuk savaşçıların varlığını belirttikten sonra, bu çocukların Türkiye tarafından Suriye’den getirildiği belirtiliyor. Aynı raporda silahsız sivillerle kadın ve çocukların öldürüldüğü bazı hava saldırılarında kullanılan insansız hava araçlarının Türkiye’de üretildiği bilgisi de yer alıyor. Savaş suçu kavramının da yer aldığı rapor şimdilik iktidara ayar niteliği taşıyor.
Irak’ın Türkiye’den Siha ve Atak helikopteri almak istediği ancak Türkiye’nin sınır aşan sular ve Irak’ta üslerin bazılarını boşaltma, Irak’ta operasyonları genişletmeme şartı koştuğu, görüşmelerin sürdüğü belirtiliyor. Bazı üslerin Irak’ta sıkıntı yarattığı, son yıllarda yaşanan su kıtlığının da Türkiye’den kaynaklandığı yönünde tartışmalar eşliğinde bu pazarlıkta belirleyici unsurun ABD olacağı açıktır. ABD’nin Türkiye’ye yönelik CAATSA yaptırımları ve Irak’ın başka bir ülkeyle askeri işbirliği yapmasına göz yummayacağı birlikte düşünüldüğünde iktidarın Irak’ı askeri malzeme ihracatı da ABD’nin tutumuna bağlıdır.
Bu arada ABD Temsilciler Meclisi’nde bazı üyelerin CAATSA yaptırımları doğrultusunda Türkiye Amerikan teknolojilerini kullanımında da yaptırımlar getirilmesini istediği, Dağlık Karabağ’da İHA’ların kullanılması nedeniyle Kanada’nın bazı teknoloji ürünlerinde ihracatını dondurması da dikkate alındığında iktidarın dış siyasette de hareket alanı daralmış görünüyor. Rusya Devlet Başkanı Putin ile yapılan son görüşmede bir sonuç çıkmaması, açıklama yapılmaması iktidarın umduğunu bulamadığını gösteriyor.
İçerde ve dışarda bu denli sıkışmış ve hareket alanı kalmamış olan Saray/AKP/MHP iktidarının iktidarda kalmak uğruna neler yapabileceği, neleri göze alabileceği bugüne kadar yaptıklarından çıkarılabilir. O zaman biz bugüne kadar yapmadığımızı, yapamadığımızı yapma iradesi gösterip ortak mücadele hattını örebilecek miyiz? CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “siyasi cinayet kaygım” sözünü kişisel bir kaygı veya açıklama olarak değil, sistemin içinden yapılan bir uyarı olarak görmemiz gerekiyor.