Daha önceki değerlendirmelerimizde de vurguladığımız gibi 2018 yılından itibaren görünür olmaya başlayan ekonomideki kriz (biz buna çalışanların krizi diyoruz) 2021 yılı ortalarından itibaren tüm ücretliler ve emeğiyle geçinenler tarafından görünür, hissedilir olmaya başladı. Saray/AKP/MHP iktidarı da sermayeden yana tercihlerinin ve savunduğunu söylediği serbest piyasa ekonomisinin gereklerini yapmayışının sonucu olarak ortaya çıkan ekonomik tıkanma karşısındaki toplumsal tepkiler karşısında sabır telkin etmeye devam ediyor.
14.6.2021 tarihli ‘Siyasi ve Mali Destek Karşılığında’ başlıklı değerlendirmemizde; ‘Önce Sermaye, Sonra Yine Sermaye’ alt başlığı açmış ve “Bir yanıyla ‘nankörlük’ vurgusu da içeren “aç olanları da buyurun siz doyurun” cümlesi Saray/AKP/MHP iktidarının yoksullarla, emekçilerle, çiftçilerle, KYK borçlusu öğrencilerle bağlarını kopardığını, halka (hakkı olanı) verecek kaynak olmadığı gibi artık selam da veremeyeceklerini gösteriyor” yazmıştık. Yine aynı yazımızda faizleri düşürerek iç piyasayı canlandırma ve dış kaynak umut ettiklerini vurgulayarak, “Faizlerin düşürülmesi durumunda döviz ve altındaki yükselişi nasıl önleyeceklerini düşündüler mi bilmiyoruz; ancak NATO toplantısı ve sonrasında ABD ve AB’yi (elbette uluslararası finans kurumlarını) ikna edip dış yatırım ve kaynak girişini sağlayabileceklerini umuyorlar” demiştik.
Geldiğimiz aşamada iktidar faizlerin düşürülmesi, bu yılbaşında döviz mevduatlarını çözmek için Kur Korumalı Mevduat düzenlemesi, ihracatçıların satış gelirlerinin bir kısmının Merkez Bankası’na yatırılmasını, yurtdışından döviz çekmek için Varlık Barışı, yatırım yapan yabancılara vatandaşlık verilmesi, swap (takas) olarak alınan dövizle piyasalara müdahale edilmesi gibi çok sayıda yöntem denedi. Ancak ithalata bağımlı üretim, yandaş sermayeyi besleme, inşaatla ekonomiyi çevirme, faizi düşük ve sabit tutma, yerli üretimin desteklenmemesi, sermayeye yönelik aflar, lüks ve şatafattan vazgeçmeme gibi çok sayıda unsur bir tıkanmayı beraberinde getirdi. Tüm bunlara küresel düzeyde yaşanan enflasyon artışı ve gelişmiş ülkelerin aldıkları önlemlerin Türkiye dâhil gelişmekte olan ve az gelişmiş ülke ekonomileri üzerindeki etkileri, Rusya ve Ukrayna arasındaki savaşla birlikte enerji ve gıda politikalarının yeniden belirlenmesi de eklendiğinde Türkiye’de emekçiler, yoksullar açısından krizin derinleştiğini ve sürekli hale geleceğini söylemek yerinde olacaktır.
Türkiye’de artık derin yoksulluk kavramıyla birlikte çalışan yoksulluğundan ve çalışanların açlığından söz edeceğimiz bir döneme girdiğimizi söylemek zorundayız. Bu yüzdendir ki Saray/AKP/MHP iktidarı dini ve milli söylemlerle topluma şükretmeyi, milli birliği vb. vaaz edip, gelecek yıllarda rahata erileceğini vaat ederken, bugün yaşadığımız yoksulluğun sebebi olarak dış güçleri, muhalefeti, Gezi Direnişini ve son olarak da FETÖ’yü göstererek siyasi, ekonomik, ideolojik olarak sebebi olduğu yıkımın sorumluluğundan kurtulmaya çalışıyor. Bir yandan da yoksulluğu yöneterek, yoksullar üzerinden oy tabanını korumaya, kışkırtmaya dönük söylemlerle de yoksulu yoksula kırdırmaya, muhalefetin yoksullarla bağ kurmasını önlemeye çalışıyor.
Geçtiğimiz hafta KYK borçlusu öğrencilerin sosyal medya üzerinden dile getirdikleri durum iktidarın ekonomik tercihinin en somut göstergelerinden biriydi. Yaklaşık 5,5 milyon öğrenci KYK borçlusu ve bunların 400 bine yakını icraya verilmiş. Üstelik birçok öğrencinin borcu uygulanan faizle birlikte üç katına kadar çıkmış. 5,5 milyar TL olan öğrencilerin toplam borcunun yeni mezunlarla birlikte 25 milyar TL’ye kadar çıkacağı hesaplanıyor. Eğitim hakkını yok sayan ve derin yoksulluk koşullarında borcunu ödeyemeyen öğrencileri icraya veren iktidar yandaş şirketlerin borçlarını silmekle kalmıyor, çeşitli teşviklerle kaynak aktarmaya devam ediyor. 20.6.2022 tarihli, ‘Kriz Halkın Krizi’ başlıklı değerlendirmemizde; “İstanbul Havalimanı işletmecisi Cengiz ve Kalyon’un sahibi oldukları şirketin 1,2 milyar Euro tutarındaki borcunu 2042 ve 2043 yıllarına erteleyerek bir kez daha tercihini göstermiştir. Bu noktada bizim yurttaşlar olarak sormamız gereken en basit soru, ‘borçlu biz olsaydık ne olurdu sorusudur” yazmıştık. KYK borçlusu öğrencilerin borçlarına faiz uygulanması, öğrencilerin icraya verilmesi sorduğumuz sorunun yanıtıdır. İktidar sermaye sevicidir, sermayeden yana taraftır.
KYK borçlusu öğrencilerin durumu eğitim hakkının da yok edildiğini göstermesi açısından önemlidir. Dolayısıyla öğrencilerin bu borçları ödememesi, tüm borçların bilinmesi için mücadele edilmesiyle birlikte eğitimin temel bir hak olduğu bilinci de öne çıkarılmalıdır. Ayrıca söz konusu borçların yalnızca öğrencileri değil emekçi, çiftçi, emekli durumunda olan velileri de ilgilendirdiği gözden kaçırılmadan, KYK borçlusu öğrencilerin vereceği mücadelenin sınıf mücadelesinin parçası olduğu unutulmamalıdır. Bu açıdan muhalefetin ‘ödemeyin, biz faizlerini sileceğiz’ açıklamasına da, iktidarın seçimleri de düşünüp benzer bir adım atmasına da karşı çıkarak, öğrencilere burs ve devlet desteği verilmesini savunmak, bu talepleri emek mücadelesinin parçası yapmak gerekmektedir.
Çalışanların da ancak krediyle, kredi kartıyla borçlanarak günü kurtarmaya çalıştığını dikkate alan, yoksulluğun ve açlığın geniş toplum kesimlerini kapsamasının iktidarın tercihi olduğunu öne çıkaran bir siyasal ve sendikal örgütlenmenin yollarını, yöntemlerini, araçlarını yaratmak zorundayız. Muhalefetin restorasyondan öteye geçmeyeceğini/geçemeyeceğini bilerek, mevcut siyasi dengelerle hiçbir siyasal öznenin kendi politikalarını uygulayamayacağı bir dönemin eşiğinde sosyalistlerin, devrimcilerin, emekten yana olanların ve yaşam savunucularının ortak bir mücadele hattında buluşarak, temel sorunlarda birlikte hareket etmeleri, bir mukavemet hattı inşa etmeleri var olan gidişatı durdurma ve uzun vadede tersine çevirme olanağı da mevcuttur. Toplumun ‘neden hep biz sabrediyoruz, neden sürekli zenginler affediliyor, neden her geçen gün ücretliler yoksullaşıyor, neden hep biz engelleniyoruz gibi soruları sormasını sağlayacak yaklaşımları öne çıkarmak zorundayız. Bununla birlikte yalnızca eleştiri yapmayı bırakıp çözüm yollarını da örgütlememiz gerekmektedir. Saray/AKP/MHP iktidarının çalışanları ve çiftçileri olduğu gibi öğrencileri de borçlandırarak, açlık sınırı altındaki milyonlarca insanı devlet yardımına muhtaç durumda tutarak bir kölelik düzeni kurmaya, devlete/ iktidara bağımlılık ilişkisi yaratmaya çalıştığını açığa çıkarmadan iktidarla ve bu düzenle mücadele edilemez.
İFLASIN EŞİĞİNDE
Saray/AKP/MHP iktidarı önümüzdeki seçimlere ekonominin düzeleceği algısını yaratacak hamle arayışlarını sürdürürken geçtiğimiz hafta uluslararası piyasalarda Türkiye’nin (CDS) risk primi 900 puanı aştı. Dolayısıyla dış borç bulmanın, yabancı yatırımcı gelmesinin daha zorlaşacağı, dış borçlanmada daha yüksek faiz ödeneceği bir dönemde doların yükseleceği beklentisi de eklendiğinde mevcut borçların çevrilmesinin çok daha zor olacağı açıktır.
Her ne kadar Türkiye’nin CDS priminin 2001 ve 2008 yıllarında daha düşük olduğunu yazan, çizenler olsa da içerde ve dışarda koşulların aynı olmadığı, o yıllarda sıcak para girişinin sürdüğü, küresel düzeyde enflasyon ve durgunluk olmadığı, gıda ve enerji fiyatlarındaki yükselişin süreceği ve durgunluk beklentileri dikkate alındığında iktidarın ekonomi politikalarının içerde olduğu gibi dışarda da karşılık bulmadığı söylenebilir. Bir yıldır BAE, Suudi Arabistan, İsrail ile ilişkilerin düzeltilme girişimlerinin ve onurlu yalnızlık olarak açıklanan Neo Osmanlıcı politikalardan vazgeçilmesinin arkasında yatan temel neden de bu sıkışmışlık durumu yer almaktadır. Fakat görünen o ki iktidar bu vb. hamlelerden beklediğini bulamamıştır. Son bir aydır İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri üzerinden yürütülen pazarlıklardan da istenen sonuçlar elde edilememiş görünüyor.
Tüm bu gelişmeler arasında yeterince dikkat çekmeyen gelişmelerden biri Botaş’ın sıvılaştırılmış gaz alabilmek için Deutcshe Bank’tan 925 milyon Euro borç almasıydı. Daha önce Merkez Bankası aracılığıyla ile döviz temin ederek enerji ithal eden Botaş bu kez doğrudan kendisi borçlanarak enerji ithal etme yoluna gitmiş oldu. Merkez Bankası’nın Botaş’ın ihtiyacı olan dövizi veremeyecek durumda olmasından, enerji ürünlerine yapılan zamlara rağmen Botaş’ın üst üste zarar açıklamasına kadar çok sayıda soru da haklı olarak sorulmaya başlandı.
ABD Merkez Bankası’nın faiz artırmaya devam edeceği, AB merkez bankasının da faiz artırmaya başlayacağının açıklanması dövizde yükselişin süreceğini, CDS priminin yükselmesi nedeniyle borç bulmakta daha da zorlanılacağı görülüyor. Tüm gelişmeler ithalata bağımlı üretim ve büyüme politikasının sürdürülemez noktaya ulaştığını gösteriyor. Büyüdüğü, rekor kırdığı söylenen ihracatın ithalatı da büyüttüğü, maliyetleri artırdığı, dış ticaret açığını da büyüttüğü çok açıktır. Yaz aylarında yabancı turistlerin ve yurtdışında çalışan yurttaşların getireceği dövizlerle şu anki durumu korumaya çalışan iktidarın yıl içinde ödenmesi gereken kamu ve özel sektör dış borçları için ne yapacağını söylemek zor. Ancak faturanın yine halka yıkıldığı açıktır.
Bu açıdan biz sosyalistler, devrimciler, emekten yana olanlar yoksulluğa, açlığa karşı mücadele ederken, krizin faturasını biz ödemeyeceğiz derken, pahalılıkla mücadele etmek halkın görevi ve sorumluluğu değildir bilincini de açığa çıkarmak ve örgütlemek zorundayız. Bununla birlikte sorumlusu ve uygulayıcısı olmadığımız ekonomik, siyasi, politik sorunların faturasının da reddedilmesi gerektiğini vurgulamalıyız. Üretim ve bölüşüm politikalarına karşı topyekûn bir karşı çıkışı çıkışla birlikte yoksullaşma ve açlık karşısında sabır telkin edenlere, gelecek yıllarda düzelme vaat edenlere karşı ürettiğimizi bölüşeceğiz diyen bir toplumsal, siyasal muhalefeti, bir sınıf mukavemetini yaratmak zorundayız.
Yapılacak seçimlerde kazanan kim olursa olsun bir kemer sıkma politikası uygulayacağı açıktır. Dolayısıyla yoksulluk ve açlık sınırında yaşayanların uzun yıllar aynı yoksulluğu ve açlığı yaşaması ve kabullenmesi için rıza üretmeye dönük tüm siyasi, ideolojik politikaları bugünden öngörmek, karşı mücadeleyi örgütlemek ve hazır olmak olmazsa olmaz bir sorumluluk olarak önümüzde durmaktadır. Açıktır ki iktidar başarısız olduğu her alanda sorumluluğu muhalefete veya kim olduklarını söylemediği dış güçlere yıkmaya devam edecek, seçimler sonrası iktidar değişikliği durumunda yeni gelenler de ‘enkaz devraldık’ diyerek faturayı halka kesmeyi sürdürecektir. İktidar karşıtlığına indirgenen muhalif olma durumunu sistem karşıtlığına dönüştürmek, muhalefetin restorasyondan öteye geçmeyecek olası politikalarına karşı geriye dönük yitirdiklerimizle birlikte hakkımız olanı almak bugünden atacağımız adımlara bağlıdır.
YENİ HAMLE BRICS
Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin oluşturduğu BRİCS Uluslararası Forum Başkanı Purnima Anand Türkiye’nin BRİCS’e katılmak için başvuru yapma hazırlığı içinde bulunduğunu açıkladı. Aynı açıklamada Arjantin ve İran’ın başvuru yaptıkları, Suudi Arabistan ve Mısır’ın da başvuru hazırlığı içinde olduğu belirtildi. ABD ve AB’den umduğunu bulamayan Saray/AKP/MHP iktidarının Rusya ve Arap ülkeleriyle geliştirdiği ilişkiler üzerinden çıkış aradığı, bu ilişkileri batıya karşı kullandığı uluslararası alanda da bilinen bir gerçek.
Rusya ile ilişkileri geliştirmek uğruna alınan S-400’ler ve sonrasındaki gelişmeler birlikte düşünüldüğünde iktidarın BRİCS’e katılma isteğinin ne gibi sonuçlara yol açacağını, yeni bir kriz yaratıp yaratmayacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Fakat ekonomik olarak bir şey elde edemeyeceğini söylemek mümkündür. Döviz ihtiyacı ve borçları, ihracatın ağırlıklı olarak batıya yapılması, NATO üyeliği, ABD’de görülen Halkbank Davası ve Rıza Zarrab davasına ek olarak iktidarla yakın ilişkileri bilinen Sezgin Baran Korkmaz’ın ABD’de yargılanacak olması gibi çok sayıda unsur iktidarın kararları üzerinde belirleyici durumdadır. Bu nedenle Türkiye BRİCS’e katılsa bile istese de istemese de batının çizdiği sınırlar içerisinde davranacaktır.
AİHM, İKTİDAR VE OSMAN KAVALA
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir kez daha Osman Kavala’nın serbest bırakılması yönünde karar verdi. İktidarın muhaliflere yönelik baskı ve gözdağı verme isteğinin sonucu olarak hukuksuz biçimde mahkûm ettiği Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ve Gezi Direnişi sözcüleri aynı zamanda iktidarın uluslararası alanda neleri göze aldığının, alabileceğinin de göstergesi durumundadır.
Osman Kavala’nın mahkûm edilmesinin hukuksuz olduğuna yönelik AİHM kararına rağmen cezaevinde tutulmasında ısrar edilmesi durumunda önümüzdeki günlerde Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınması, üyelikten çıkarılması dâhil bazı yaptırımların uygulanması gündeme gelecektir. Bu noktada iktidarın bir gece yarısı kararıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğini de anımsayıp, siyasi ve ekonomik olarak çıkış bulamayan ve bu gerçekle yüzleşen iktidarın olası yaptırımları da gerekçe yaparak AİHS’den çekilerek dış güçler propagandasıyla seçimlere gitmeyi düşünüyor olması muhtemeldir. Çünkü iktidar için artık hukuk, norm, yasa gibi bağlayıcı değerler ancak kendisine yarıyorsa anlamlı gelmektedir. Başka bir ifadeyle artık Saray/AKP/MHP iktidarı iktidardan vazgeçemeyecek bir zehirlenme içindedir. Yalnızca insanlara değil, doğaya, çevreye, gelecek kuşakları da içine alacak çapta büyük bir talana girişilmesinin bir nedeni de bu vazgeçememe halidir.
Dolayısıyla özgürlükle yoksulluk, ekonomi politikalarındaki tercihle eşitlik, kişilere göre verilen yargı kararlarıyla adalet, iktidarın etnik- cinsel- kültürel politikalarıyla barış arasında bağları kurarak tüm ezilenleri, ayrımcılığa ve hukuksuzluğa uğrayanları, yoksulluğa ve açlığa mahkûm edilenleri buluşturacak, bunun dilini kurup politikalarını üretecek bir yaklaşıma ihtiyaç var. Bu ihtiyaç yalnız bugünün değil, geleceğin de ihtiyacıdır.