Merkez Bankası’nın Sarayın isteği doğrultusunda faiz düşürme kararı öncesinde Tayyip Erdoğan ‘nas var’ diyerek faizin dini açıdan da yasaklandığını belirtti. Kendi seçmen tabanını tutmak ve tartışmayı dini kurallar, değerler tartışmasına çekmek gibi bir yanı olsa da, özünde yoksulluk nedeniyle iyice eriyen oy tabanını geri kazanmak için faiz bir kez daha düşürüldü.
30.8.2021 tarihli ‘Yasallaştırılmış Sömürü Düzeni’ başlıklı yazımızda bugünkü durumu işaret ederek; “Bankalarla yapılan görüşmelerde tüketici kredilerinin kullanma koşullarının zorlaştırılmasını isteyen iktidar aynı anda konut kredilerinin kolaylaştırılmasını istiyor. Böylece tüketim düştükçe enflasyon da düşecek, inşaat ve konut sektörü kazanmaya devam edecek ve bu arada faizleri düşürmek için (TÜİK’in masa başı hesaplarının da yardımıyla) piyasa da hazırlanmış olacak.” demiştik. Nitekim son faiz kararı sonrası özellikle kamu bankaları konut kredi faizlerini düşürmeye başladılar.
İktidarın faiz kararı çerçevesindeki tüm açıklamaları ve kararları dikkatle incelendiğinde enflasyon ve dövizdeki artışa müdahale etmeyeceği anlaşılıyor. Merkez Bankası’nın cari açığı düşürmeyi öncelikli hedef olarak belirtmesi, 2022 yılının ilk yarısında fiyat artışlarının devam edeceğini şimdiden kabullenmesi, iktidarın ihracat artışı yoluyla ekonomiyi düzelteceğini belirtmesi son yıllarda giderek yoğunlaşan/yaygınlaşan yoksulluğun açlığa dönüşeceğini gösteriyor. Kaldı ki son günlerde döviz ve üretici fiyatlarındaki yükselişe bağlı olarak sıklıkla gelen zamlar nedeniyle marketlerdeki etiket değişiklikleri, bazı ürünlere kota getirilmesi, akaryakıt zamlarının öncesinde akaryakıt istasyonlarının önlerinde araç kuyrukları oluşması toplumun alım gücünün hızla eridiğini göstermektedir.
Bu noktada yurt dışından gelenler için Türkiye ucuzluk cennetine dönüştü.15.11.2021 tarihli ‘Cezası Neyse Veririz’ başlıklı değerlendirmemizde turist olarak gelenlerin ilaçlarını Türkiye’den aldıklarını, bazı firmaların ülkemize getirilen ilaçları Ortadoğu ve Afrika ülkelerine ihraç ettiklerini belirtmiştik. Geçtiğimiz hafta Bulgaristan’dan gelenlerin Edirne’de marketler önünde oluşturdukları kuyruklar haber oldu. Bu dönemde ve sonrasında çok sayıda firmanın, şirketin, ne kadar arazinin yabancılar tarafından alındığını, hisselerinin toplandığını da göreceğiz.
Faiz kararında olduğu gibi birçok konuda dini, milli, ahlaki vb. açıklamalarla yoksulları sessizliğe veya kendine uymaya davet eden Saray/AKP/MHP iktidarı içerden ve dışarıdan aldıkları borçlar karşılığı faiz öderken dini, milli ve ahlaki değerleri görmeyebiliyor. Ücretlilere TÜİK’in belirlediği ısmarlama enflasyon değerlerini dayatırken devlet alacakları başta olmak üzere sermayenin alacaklı olduğu durumlarda gerçek enflasyonu esas almakta bir sakınca görmüyor. Ya da sermayenin gelir vergisi, sigorta prim borçları, kredi borcu ödemelerinde sürekli af çıkaran, kolaylıklar gösteren iktidar aynı af ve kolaylıkları ücretlilere, çiftçilere, öğrencilere, küçük esnafa göstermiyor.
Saray/AKP/MHP iktidarının ekonomide aldığı kararlar ve uygulamalarının sınıfsal olduğu çok açıktır. Kriz varsa ücretliler, yoksullar açısından vardır; kaynak yoksa ücretlilere, yoksullara yoktur. Son günlerde bazı sermaye örgütlerinin ve gruplarının muhalif çıkışlarının uygulanan politikalardan daha çok bölüşüme yönelik olduğunu da göz ardı etmemeliyiz.
ASGARİ DEĞİL, ADİL ÜCRET
İktidarın şu ana dek uyguladığı ekonomi politikaları sonucu asgari ücret genel ücret durumuna dönüştü. Çalışanların %60’ının asgari ücretli olduğu, 2011 yılında 15 milyon olan yoksul sayısının 19 milyona dayandığı, 2022 bütçesinde yoksullara ayrılan %2,8 pay dikkate alındığında Saray/AKP/MHP iktidarının ücretlileri, çiftçileri, yoksulları mülksüzleştirdiği de görülecektir.
Yoksulluk sınırının 10 bin lirayı geçtiği, açlık sınırının 3.500 liraya dayandığı koşullarda asgari ücret talebini adil ücret talebine dönüştürmek zorundayız. Tüm ücretliler ve yoksullar açısından iktidarın açıklayacağı zam oranı da, muhalefetin önerdiği zam oranı da 2022’nin ilk aylarında değerini yitirmiş olacaktır. Fakat sosyalistler, devrimciler, emekten yana olanlar olarak asgari ücretin genel ücret, sömürü ve soygun ücreti olmaktan çıkarmak için mücadeleyi de önümüze koymak zorundayız.
Tek başına asgari ücretin ve diğer ücretlerin asgari ücret tutarının vergiden muaf olması yetmeyecektir. Bütçe gelirlerinin önemli bölümünün gelir vergisi ve dolaylı vergilerden oluştuğunu ve bu vergilerin büyük kısmını da ücretlilerin ödediğini görerek ücrette adaletle birlikte vergide adaleti de savunmamız gerekmektedir. Bu talebin örgütlenmesi adalet, eşitlik için olduğundan daha fazla sınıfsal olarak gerekliliği açıktır. Ayrıca Saray/ AKP/ MHP iktidarının sosyal yardım, kredi vererek borçlandırma gibi yollarla yoksullar, ücretliler ve küçük esnaf üzerinde yarattığı bağımlılık ve tahakküm ilişkisi ancak sınıfsal bir mücadeleyle kırılabilir.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ‘helalleşme’ çıkışıyla kimlerle helalleşileceğini sıraladı. Bunlara itiraz etmek bir yana devletin kurucu partisinin yeni bir kuruluş hikayesi, devletin yeniden yapılandırılma gereği, bunun görüldüğünün bir ifadesi olarak bakmak gerekir. Bu helalleşme çağrısının yoksullar, emekçiler, çiftçiler açısından ne ifade ettiği, nasıl olacağı açıktır. Bu yanıyla da tüm emek ve meslek örgütleri, işçi sınıfından yana olanlar olarak olası yeni dönemde kendi konumumuzu almak zorundayız. Üretim ve bölüşüm ilişkilerinde geriye dönük haklarımız da dahil olmak üzere adil ücreti, eşit yurttaşlık hakları ilişkisini asgari ücret tartışmalarının bir parçasına dönüştürmek zorundayız.
Seçimler dolayısıyla kurulacak ittifakları da seçimle sınırlandırmadan, iktidara karşı muhalefeti, Millet İttifakı’nın restorasyonuna karşı sistemin bütünüyle değiştirilmesi; her türlü sömürüye, ayrımcılığa, baskıya karşı toplumsal muhalefetin sürekliliğinin sağlanması, eşitlerin ilişkisi olarak düşünmek zorundayız. Asgari ücretin adil ücret olması ve yoksullukla mücadele böyle bir ittifakın kitleselleşme zeminlerinden biridir.
Birçok kente sendikalar, meslek örgütleri, sosyalist, komünist parti ve devrimciler “geçinemiyoruz” diyerek alanlara çıkıyor. Çeşitli işyerlerinde grevler ve gasp edilen haklar için eylemler sürüyor. Toplumun büyük kesimini içeren bu taleplerin kitlelerin gözünde ve bilincinde görünür kılarak, meşruiyetini temel haklardan, onurlu bir yaşamdan alan emek mücadelesinin mukavemetini büyütebildiğimiz oranda demokratik, adil, eşitlikçi bir ülkeyi kurmamız mümkün olacaktır. Bu bağlamda 01.02.2021 tarihli ‘İktidarı Beklemek’ başlıklı yazımızdaki çağrımızı yineliyoruz; “Gelenekçi yaklaşımları ve var olan hali koruma anlayışını bir kenara bırakıp iktidara karşı savunma alanlarını bugünden belirlemek zorundayız. Böyle bir ortak mücadelenin örnekleri hem bizim hem de uluslararası sınıf savaşımı tarihinin içerisinde bulunmaktadır.”
OHAL SÜRÜYOR
KHK ile kamudan ve üniversitelerden ihraç edilenlerin dosyalarını görüşmek üzere kurulan OHAL Komisyonu 100’e yakın barış akademisyeninin başvurusunu reddetti. Siyasal ve sendikal hareketin yeterince ve etkili biçimde müdahil olamadığı KHK ile ihraçlar ve OHAL Komisyonunun ret kararları iktidarın hukuk tanımazlığının göstergelerinden birine dönüştü.
28.12.2020 tarihli ‘Adalet, Demokrasi ve 2020’yi Bitirirken’ başlıklı değerlendirmemizde; “Komisyonun görev süresinin 1 yıl daha uzatılması ihraç edilen ve dört yılı aşkın süredir her türlü yurttaşlık hakları ellerinden alınmış olan KHK mağdurlarının mağdur edilmeye, fiili olarak ‘cezalandırılmaya’ devam edileceklerini gösteriyor.” demiştik. Helalleşme, hesaplaşma tartışmalarının günlük siyasetin belirleyenleri olduğu bugünlerde ihraç edilenlere yönelik iktidarın ‘yok edici’ cezalandırma politikalarına karşı adaleti, hukuku, özgürlükleri öne çıkarmak, helalleşilecek olanların yanında, haksızlıkları yaratanların karşısında olmak zorunluluktur. Tüm ihraç edilenlerle birlikte barış akademisyenlerinin yanında olmanın aynı zamanda barışa sahip çıkmak olduğunu unutmamamız gerekiyor.
DIŞARIDA TIKANMA
Saray/AKP/MHP iktidarı özellikle son iki yıldır dışarıda tümüyle dışlanmış durumdadır. Yıllardır duruma, iktidar çıkarlarına, ülkeler arasındaki ilişkilere göre zikzaklar çizilerek belirlenen politikalar artık iş görmüyor. Suriye, Libya, Afganistan, Balkanlar ve Afrika ülkeleriyle girilen ilişkiler ve geliştirilen politikalar bir dönem iktidarın özellikle iç siyasette işini görürken artık ayağına dolanmaya başladı.
Bunun bir nedeni de Türkiye’nin üyesi olduğu uluslararası kurumları, anlaşma ve sözleşmeleri yom saymasıdır. Özellikle AİHM’nin ve Avrupa Konseyi’nin Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala davalarına yönelik kararlarının uygulanmamasıdır. ABD’nin de demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerleri yeniden siyasi araçlara dönüştürmesini de eklemek gerekir. Son olarak ABD Başkanı Biden’ın demokrasi zirvesine Tayyip Erdoğan’ı davet etmemesi bir ayar çekmedir.
Bu hafta Osman Kavala davası görülecek. Dövizdeki yükselişin iktidarın beklediğinden fazla olması, Avrupa Konseyi’nin 30 Kasımdaki toplantısında Türkiye’nin AİHM kararlarını uygulamaması nedeniyle ihlal sürecini başlatacak olması gibi nedenlerle serbest bırakılacağı yorumları yapılsa da karşımızda her şeye rağmen iktidarını sürdürmek isteyen bir iktidar olduğunu unutmamalıyız. Kaldı ki daha önce Kavala beraat ve serbest bırakılma kararının hemen ardından başka bir suçlama ve tutuklama kararı gerekçe gösterilerek serbest bırakılmamıştı. Benzer bir durum Selahattin Demirtaş için de geçerlidir.
ABD ile S-400 krizi, Halkbank davası ve Suriye’deki karşıtlık, Rusya ile Karadeniz, Ukrayna ve Libya politikalarındaki karşıtlık, Yunanistan ile gerilimin yükselmesi gibi onlarca sorun alanı birlikte düşünüldüğünde iktidarın elinin kolunun bağlı olduğu açıktır. Yapılacak ilk seçimde iktidarı yitirme olasılığının yükseldiği de dikkate alındığında her hareket beklenmelidir.
Almanya’daki iktidar değişikliğinin getireceklerini şimdiden öngörmek olanaklı olmasa da, iktidarı zorlayacak gelişmeler olacaktır. Merkel’le kurulan ilişkilerin yeni hükümetle kurulması kolay olmayacaktır. Kaldı ki Merkel döneminde Almanya’da Ziraat Bankası’na atanan yöneticiler geri çevrilmiş, deyim yerindeyse kayyum atanmıştı. Ayrıca varlık barışı kapsamında Türkiye’ye para gönderenler hakkında soruşturma açılmış, gri pasaportla Avrupa’ya gönderilen kişilerle ilgili davalar açılmıştı. (Bu arada Samsun Yakakent’in AKP’li Belediyesinin de gri pasaportla 70 kişiyi yurt dışına gönderdiği ve 63’ünün dönmediğini ve soruşturma açıldığını belirtelim.)