yeni baştan başlamak isteği ancak ve bir pişmanlığın dışa vurumu olabilir. yeni baştan ‘bugünkü aklımızla’, bugüne kadar yaşadıklarımızla başa dönmek ve baştan başlamak bir düştür… çünkü geriye dönük olarak yaşanmış olan ve bilincimizi, deneyimlerimizi, kişiliğimizi oluşturan olumlu şeylere gönderme yapmaktadır. oysa geriye dönük olarak yaşadığımız ve kurtulamadığımız olumsuz, kötü şeyler de bulunmaktadır. bunların izleri, üzerimizdeki etkileri, belirleyici özellikleri baştan başlamakla yok olup gitmeyecektir; bunlardan kurtulmamız ne kadar zorsa unutmamız da zordur… yeni baştan başlamak geçen zamanı, yaşanılan mekanı/ mekanları, geçmişten bugüne ilişkide bulunulan insanları da yok saymayı gerektirir ki maddi gerçeklikten kopulduğunu gösterir. insan soyut, zamandan ve mekandan bağımsız bir canlı değildir…
yeni baştan başlamaya kıyasla ‘yeniden başlamak’ kararı her zaman için geçtir; fakat yeniden başlamak için adım atmamak ve başlamamak geç kalmaktan daha kötüdür. yeniden başlamak; son kalınan, son durulan, son bırakılan, son buluşulan yerden fakat eskiyi yinelemeden, eskiden ders alınarak başlamayı içerir… baştan başlama isteğinin düşselliği karşısında daha gerçekçi, daha tutarlı, daha kabul edilebilir bir karardır. iyi niyetli bir özeleştirinin gereğini, onarma isteğini anlatır ‘yeniden başlamak’…
siz yoksanız eksiğiz, biz yoksak siz de eksiksiniz… ittiğiniz kadar itilirsiniz, anladığınız kadar anlaşılırsınız, katlandığınız kadar katlanılabilirsiniz… duyduğunuz kadar duyulur, gördüğünüz kadar görülürsünüz…
kuşatılan kitleler
mutlak doğru olduğunuzu düşünüyorsunuz; belki de haklısınız, fakat başkalarının da doğruları var. eyleminizin bütün sorunların çözümü olduğunu düşünüyorsunuz; nasıl, nerede, ne zaman, kimlerle sorularını soranları da suçluyor veya öteki sayıyor; en iyi olasılıkla kendi amacınız için araç olarak görüyor ve salonda, alanda, sandıkta, sosyal medyada dolgu malzemesine dönüştürüyorsunuz…
“…Dahası, nesnelerle kuşatılan kitleler, kışkırtılan sahip olma duygusu dolayısıyla sınırsız bir rekabete giriyor, dayanışma duygusunu yitiriyor, kendisini ve ailesini kurtarmaktan başka bir şey düşn(e)mez oluyor. Bencilleşiyor yani…”*
şimdi dönüp kendimize bakıp ne gördüğümüzü söylemeliyiz… kendimiz dediğim hem birey olarak kendimiz, hem de içinde bulunduğumuz/ düşünsel duygusal, siyasal olarak ‘bağlı’/ yakın durduğumuz yapılar olarak kendimiz… yukarıda yazdığım mutlak doğruluk iddiasıyla, Ahmet Oktay’dan yaptığım alıntının eşyalar düzeyinde olmasa da örgütlendiğimiz yapılar ve eylemlerimiz boyutuyla çoğumuza uyduğunu düşünüyorum…
“… Kavramak bir şeyi kendimin yapmaktır. Fakat başkasının yüzü evcilleştirilemez ya da tüketilemez; başkalık, yüz sorumluluğumu yerine getirmemi talep ettiği oranda dışta, yarı- aşkın, biricik ve kırılgandır. Yüz- yüze ilişkide ben, tamamen oracıkta ve geri dönülemez bir şekilde benimle yüz yüze gelen başkasından sorumluyumdur….”** burada düşünmemiz ve kendimize sormamız gereken sorulardan biri karşımızdaki insanın yüzünü (varlığını) evcilleştirme (kendimize benzetme) düşüncemizin olup olmadığı, diğeri de yüz yüze gelmenin sorumluluğunu alıp almadığımızdır… belki de sorumluluğumuzun ne olduğunu da düşünmeliyiz… kendimize benzetmekten kastımın örgütlediğimiz veya ilişki kurduğumuz insanların bireysel özelliklerini (bilgi, deneyim, kültür, çevre, yetenek, kaygı, öncelik, istek vd.) yok sayarak dönüştürme, bir ‘tip’ oluşturmak olduğunu belirteyim.
iktidara değil halka, sokağa ‘takılmak’
iktidar her sıkıştığında ya dine ya da milliyetçiliğe sarılıyor… bunu bazen göstere göstere, bazen önceden planlayarak yapıyor. halkın ekonomik durumunun görece iyi olduğu durumlarda bu iki aparat da iktidarın işini gördü… fakat geldiğimiz nokta itibarıyla fiili bir çatışma olmadığı sürece iş görmeyeceği açıktır…
30 Ağustos kutlamalarındaki protokol sıralamasında Diyanet İşleri Başkanı’nın Genelkurmay Başkanı’nın önüne geçirilmesi, bazı büyük kentlerde sarıklı cübbeli insanların meyhane, içkili lokanta vb. yerlere girip dini propaganda (tebliğ) faaliyeti yapmaları, adli yıl açılışının dualarla yapılması küçük bir kitleye mesaj niteliği olmakla birlikte ülkedeki temel sorunların üstünün örtülmesi için de işlev görüyor… bunları önemsemediğimi söylemiyorum; iktidar ve yandaşları bunları yaparken salt karşı çıkmak veya Anayasa, yasa anımsatmaları yapmak yetmez. karşı çıkışımızı sınıfsal bir temele de oturtmak zorundayız… laiklik ile çalışma yaşamı arasındaki, laiklik ile eğitim/ öğretim arasındaki, laiklik ile devlet yönetimi arasındaki bağı kurarak bir dil geliştirmez ve yalnızca tartışır/ tartışmamızı istedikleri noktalardan cümle kurarsak iktidarın istediği yere gideriz…
2021 yılında iş cinayetlerinde 1494 kişi ölmüş… açlık/ yoksulluk ücreti karşılığında çalışmaya zorlanmamızla birlikte çalışırken ölmemizi de yazgıya (kadere), yaradılışa (fıtrata), sınava bağlayanlara karşı laiklik de bir mevzidir… kılık kıyafet, yeme içme üzerinden laiklik tartışması yürütmek yerine yaşam alanları (işyerleri, okullar, eğlence, sanat, spor, kültür vd.) üzerinden, somutlayarak tartışmak daha doğru olacaktır… tartışmayı bu noktalara çekmenin bir yararı da ırkçı tepkiler üzerinden yükselmesi olası faşist eğilimlerin önü kesilmesini sağlar…
sosyalist, devrimci, demokrat örgüt ve çevreler olarak, olması gerekenin, olabilecek olanın gerisinde bir örgütlülüğe ve güce sahip olduğumuzu da dikkate alınarak bir araya gelmenin asgari ortak noktalarını bulmamız gerekmektedir… yıllardır yinelediğimiz kötünün iyisine razı olma durumunun alışkanlığa/ kolaycılığa/ tembelliğe dönüşmemesi; sistem içi seçeneklere tutsak olmamamız için ve yeniden başlamak için bugün değilse ne zaman; birbirimizle değilse kimlerle…?
tahta atlar ***
ah!
çocukluğumu gençliğe taşıyan tahta atlar
sokak sokak dört nala bir koşuydu büyümek
en güzel düşlerimi zırh yapıp kuşandığım
şimdi savaş zamanıdır oysa
cellat baltaları
cehennem ateşleri
ah! çoğalıyor günden güne
yanıyor tahta atların vatanı
terkisinde taşıdığı çocukluk
mavi yeşil düşler yanıyor
* Ahmet Oktay, Zamanı Sorgulamak, sf. 144
**Costas Douzinas, Hukuk, Adalet ve İnsan Hakları, sf. 150
*** 2017 yılında yayınlanan Erkene Alınmış Bir Ölümün Ertelenmiş Şiiri adlı kitabımdan.