Cumartesi, Aralık 21, 2024
spot_img

Yaşamımızı Enkaza Çevirenler ve Hakikatin Üstünü Örtenler

Bu yazı, yaşamımızı enkaza çevirenlerle hesaplaşma arzusu taşıyor; sadece sınıfsal bir tartışma yapmayı değil. Çünkü bizi hesaplaşmaya götürecek yolun tam da bu sınıfsal dinamikleri gün yüzüne çıkarmaktan, hakikatin örtülmesine karşı çıkmaktan ve bunları haykırmaktan geçtiğini düşünenlerdenim. Bu yazıyı yıllarca İzmir’de yaşayan ve depremden etkilenen bir yurttaş, bir öğrenci olarak yazıyorum. Bir akademik titre sahip değilim. Hakikatin üstünün örtülmesinden rahatsızlık duyan sıradan bir yurttaşım en fazla.

30 Ekim Cuma günü İzmir’de gerçekleşen 6.9’luk deprem sadece beş günlüğüne gündemimize oturdu. Gündemimiz sadece enkazmış meğer yaşamımızı enkaza çevirenler değil. Çürük binaları kim yapmış, bunlara kim ruhsat vermiş, hangi gruplar veya aileler kollanmış, kimler denetlememiş ve göz yummuş şu an sorduğumuz sorular değil, malum ABD’de seçim var. Ben gündemden düşse de İzmir’i konuşmak isteyenlerdenim. Çünkü mücadelenin geri kalanı tam da burada başlıyor.

Yönetimsizliğin Hakikati

Deprem sonrasında sosyal medyaya düşen görüntülerle, en büyük hasarı Bayraklı’nın gördüğü da anlaşıldı; her İzmirlinin korktuğu başına geliyordu: Bayraklı her İzmirlinin, coğrafî konumu ve zemini itibariyle olası bir depremden en fazla etkileneceğini çok iyi bildiği deprem konusu açıldığında hep dile getirdiği ve akıbetinden korktuğu bir ilçeydi. Korkulan da oldu. Bataklık, alüvyon olan bir zemine inşa edilen bu ilçe, yıllar içinde İzmir’in inşaat ve rant merkezine döndürüldü. İstanbul’u beton yığınına çevirmekle yetinmeyenlerin ikinci adresi yaklaşık son 10 yıldır İzmir oldu. İstanbul’un rant-kent anlayışı İzmir’e, büyük şirketlerle aralarını iyi tutan İzmir’deki bazı belediyeler ve rant-kentleri “kalkınma” olarak lanse eden siyasî iktidar sayesinde taşındı. Yeni kent merkezi olarak ilan edilen Bayraklı, bizzat belediye-iktidar-sermaye eliyle İzmir’in İstanbullaştırılmasının ana merkezi haline getirildi. “İstanbullu” rant-kent anlayışı kentin her yerini esir alırken son yıllarda İstanbul’dan aldığı göçle beraber İzmir, lüks yapılaşmanın arttığı, kent pratiklerinin değiştiği bir şehir olmaya başladı. Eskilerin burası biz küçükken tarlaydı diye bahsettiği ilçe olan Bayraklı, şimdi gökdelenlerin, rezidansların, alışveriş merkezlerinin merkezi. 2008 yılında Karşıyaka Belediyesinden ayrılarak ilçe belediyesi statüsüne kavuşan Bayraklı çok uzun bir geçmişe idari anlamda sahip değil. 12 yılda dönüşen, değişen bu ilçe kentleşme anlamında da bize birçok şey ifade ediyor aslında. “Bayraklı Belediyesi bünyesinde kurulan Deprem Etüt Merkezi son 10 yılda 12 binin üzerinde konutu depreme karşı risk analizi testinden geçiriyor. Gerekli önlemlerin alınması için vatandaşları uyarıyor, çözümü için yönlendirmelerde bulunuyor. Buna göre analiz edilen yapıların yüzde 57’si çok riskli çıkarken, sadece yüzde 5’i “risksiz yapı” olarak değerlendirilmiş. Vatandaşlar binaların iyileştirilmesi için Dokuz Eylül Üniversitesi Deprem Araştırma ve Uygulama Merkezi’ne yönlendirilmiş aynı zamanda.”

İlk soruyu sormanın zamanıdır: %57’si çok riskli çıkan bu binalar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından neden depreme dayanıklı hale gelecek şekilde güçlendirilmiyor ya da o da olmuyorsa yıkılmıyor? Biliyoruz ki, yıkım kararını veren belediyeler değil, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı. Bu hususta da merkezî yönetim ve yerel yönetimler arasındaki yetkinin kimde olduğu/olması gerektiği bir diğer tartışma. Her ilde, ilçede olan bitenin merkezden bir kararla yönetilmesi midir doğru olan yoksa yerellik ilkesi gereği yerel yönetimlere devredilmesi midir?

Izmir Deprem3
Foto: Reuters

Bir diğer konu da riskli bina tespitlerinin bakanlık onaylı kurumlar, şirketler tarafından yapılmasıdır. Bu kurumlara baktığımda gözüme çarpan şey elbette özel ticari şirketler-yapı denetim şirketleri oluyor. Elbette belediyeler de bunun içinde fakat riskli yapı tespitine çoğunlukla özel şirketler hâkim. Bunlara bakanlığın sitesinden rahatlıkla ulaşmak mümkün. Özelleştirmenin her alanda olduğu gibi konut ve inşaat sektörünü de esir aldığı yadsıyamayacağımız bir gerçek ve riskli yapı tespitinde karar verici mercilerin çoğu küçüklü büyüklü sermaye gruplarından başkası değil. Ticarî kaygı ve kâr peşinde olan bu şirketlerin nasıl raporlar verdiği de her gün medyada okuduğumuz haberlerle apaçık ortada. Hayatlarımız kâr hırsıyla donanmış yapı-denetim şirketleri tarafından belirleniyor ve bunlar iktidara göbekten bağlı olan yapılar. İktidar ve sermayenin iş birliğinin ilk örneği burada gözümüze çarpıyor. Hangi yapının sağlam olduğuna karar veren de buna göz yuman da iktidar ve sermayenin karşılıklı çıkar savaşlarında belirleniyor. Durumun kamu yönetimi ve idarî boyutu bu halde karmaşık iken, siyaset bilimi boyutu da pek farklı değil. Binaları çok riskli çıkan yurttaşlar Folkart Towers’ta oturan, lüks konutları alıp satan insanlardan ve sınıflardan değil. Avukatı, memuru, öğretmeni, dişçisi, doktoru, öğrencisi ve daha pek çok sayılabilecek meslek grubu oturuyor o “çok riskli” binalarda. Burada bir parantez açalım. Bu meslek gruplarını “zengin-üst sınıf” olarak tanımlayanlara karşı Fransız filozof Bernard Stiegler çok güzel bir saptama sunuyor. Hiper-endüstriyel kapitalizmde sömürü sadece üreten emekçi üzerinden dönmüyor. Bu genişleyen hiper-endüstriyel kapitalizm bireylerin dünyayı arzulama, algılama edimlerini ellerinden alan bir yapıya sahip. Bu yeni epokta proleterya salt işçi sınıfını ve 19. yüzyıl tanımlarını kapsamıyor. Tam da yukarda saydığım meslek grupları ve dahası günümüzün ucuz işgücü, güvencesiz çalışanı, hakları elinden alınanı. Birçoğunun meslek yasaları yok, tanınan haklar yetersiz, iş kanunlarında ve güvencelerde sıkıntı mevcut. Ayrıca üstlerindeki denetim ve gözetim de arttırılan bir unsur. Kısacası bu insanlar ve meslek grupları da artık proleterleşiyor. 21. yüzyılın sınıf tanımında kaçırılan ve görülmek istemeyen noktalardan biri de burası. Bundan ötürü bir apartmanda avukat-dişçi var diye ilçeyi “zengin” kabul etmek gülünçten öteye geçemiyor, özellikle yoksulluk sınırının 7.973₺ olduğu bir ülkede.

Depremin Sınıfsallığı

Bayraklı Belediyesinin raporuna göre %5’i risksiz bina çıkan bir yerden söz ediyoruz, Bayraklı bir nevi İzmir’in yıllardır enkazıymış aslında herkesin bilip, gördüğü ama konuşmadığı bir enkaz. Hayatlarımızı kaygan bir zemine emanet ettiğimiz enkaz. Şimdi bu koşullarda sınıfı konuşmak indirgemeci bir yaklaşım mı oluyor, yoksa hakikati haykırmak mı? Bir konu hakkında sınıfsal gerçekleri görmek ve hatırlatmak diğer koşulların yok sayıldığını anlamına gelmiyor. Aksine her olayda üstü örtülmeye ve alâkasız dinamiklerle açıklanmaya çalışılan durumlarda sınıfsal gerçeklik bize bir alan açıyor. “Her şey sınıfsaldır.” cümlesi de sınıfsal bir indirgemeciliği değil, bize sınıfsal olarak gösterilmeyen her olayda sınıfın yol gösteren olabileceği, sınıfsal bir karakteri olabileceği ve dikkate alınması gereken bir mefhum olduğunu gösteriyor. Heidegger, hakikatin üstünün örtüldüğünü ve bunun açığa çıkarılması gerektiğini söyler. Ben de bu düşünceden hareketle “sınıfsallığı, sınıfı” İzmir depreminin hakikati olarak görüyorum ve hakikatin üzerindeki örtünün kaldırılarak sınıfsal gerçeklerin ortaya serilmesine hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyulan bir dönemde yaşadığımızı düşünüyorum. Birçok olur olmaz dinamiğin konuşulmasına karşın orada varlığı ve hakikati açıkça duran fakat üstü örtülen sınıfsallığı söylemek ne bir zihinsel tembellik ne de bir indirgemeciliktir. Oturduğunuz riskli binaya bir yapı-denetim şirketi sağlam raporu verebiliyor, iktidar bunu denetlemiyor; belediye riskli raporu verse dahi yıkamıyor, yıkım kararı bakanlığa ait ve bu çıkartılmıyor; yurttaşın başvurusu bekleniyor. Yurttaş başvursa dahi çoğu zaman yıkım ve sonrasının maliyetini karşılayamıyor ve bu binalarda oturmak zorunda kalıyor. Konut, bir barınma hakkı olarak değil kârın ve sermaye birikiminin öncülü olarak görülüyor. Eşit ve güvenceli bir yaşam herkesin hakkıyken buradaki “herkes” belirli bir sınıftan öteye geçemiyor. Binayı sağlam yapmak müteahhitin, sağlam binaya ruhsatı vermek belediyenin, denetlemek iktidarın görevi değilmişçesine toplum suçlanıyor. İlçenin rantını ve emlak değerini yükselten o yapılan lüks konutlar, gökdelenler ve diğer birçok yapı. İlçenin emlak değerinin artmasının sebebi altında marketler bulunan, kolonları kesilen apartmanlar değil sahil şeridini süsleyen, İzmir’in silüetini bozan yapılar. Yurttaş kıt kanaat geçindiği bir hayatta “risksiz bir binada” oturamadığı için eli kolu bağlı kalıyor ve yurttaşlarımız riskli binalarda oturmayı tercih ediyor! Devlet denen kurumun riskli yapıları yurttaşın inisiyatifine bırakmadan yıkması gerekirken, sevgili yurttaşlarımız aksiyon ve heyecan arayışında olduğu için riskli binalarda oturmayı tercih ediyor ve buna sınıfsal denilince zihinsel tembellik yapmış olunuyor.

Manavkuyu ve Mansuroğlu mahallerinin biraz ilerisinde, sahilde gökdelenler yükselirken onların arkasında olup biten bir enkaz işte. Sınıfsallığın gerçekliğini görmek isteyenler Rıza Bey Apartmanının enkazına ve biraz ötesinde dimdik duran Folkart Towers İkiz Kuleleri’ne bakabilir. İzmir’in kıyı şeridini rant merkezine döndüren şirket grupları yaşıyor merak etmeyin, enkazın altında Ayda’nın annesi kaldı. Bunları açıkça yazıyorum çünkü bizi sarsması gereken bu hakikatı inkâr edenlere, görmek istemeyenlere, yok sayanlara yapabileceğim ve elimden gelen yegane şey bu: Yazmak, konuşmak, haykırmak.

Izmir Deprem8

Sermayenin Sağlam Binaları ve Bizim Büyük -ve Çürük- Çaresizliğimiz

Günlerdir Folkart Towers’ın nasıl olup da hasar görmediği konuşuluyor. Hemen söyleyelim: Türkiye’de ilk kez Folkart Towers kulelerinde out-rigger (deprem ve rüzgâr sönümleyici) teknolojisi kullanılmış da ondan. Böyle özenle inşa edilen bir yapının dayanıklı olmasından daha doğal ne olabilir ki? Önemli olan bu özenin konutlara neden gösterilmediği olsa gerek. Folkart inşaatında zemin iyileştirmeleri yapıldığı da söylenenler arasında. Bayraklı gibi kaygan, alüvyon dolu olan bir zemin demek ki istenince ıslah edilebilen ve gayet yüksek yapılar yapılabilen bir zeminmiş. Peki, neden Bayraklı’daki evler buna uygun inşa edilmedi? Uygun inşa edilmeyenler yıllardır neden yıkılmadı? Birçok akademisyenin bu bölgeye ve kıyı şeridine kat sınırı getirilmeli demesine rağmen neden üflesek uçacak olan 8-9 katlı apartmanlar inşa edildi? Mühendislikte bunun bir çaresi varken bu bilim neden sadece Folkart Towers’ta işliyor da Rıza Bey, Doğanlar enkaza dönüşebiliyor? Bakmamız gereken nokta tam da burası aslında.

İzmir’in birçok ilçesinde projeleriyle bilinen Folkart İnşaat, Saya Grup’un. Bu grubun sahibi de Sancak ailesinden başkası değil. İzmir’in en stratejik denilebilecek nitelikteki bölgeleri birkaç şirkete ve aileye peşkeş çekiliyor ve bu sınıfsal olmuyor öyle mi? Burada iktidar-sermaye-belediye üçgenini fazla açıklamaya gerek bile yok, iktidar ve kar ilişkileri bütün sarihliğiyle göze çarpıyor. Folkart Towers’ın 2014’te inşaatının bitmesiyle hızlı bir kentleşme dönüşümüne giren Bayraklı’nın ipuçları da burada yatıyor. İlçeyi rantın, emlak sektörünün merkezine çeviren şirketlerin en başında gelen Folkart ve bilimum diğer şirketlerin yapılarının sonrasında bu ilçe sınıfsallığın en ayyuka çıktığı bir ilçeye dönüşüyor.

Kıyıda gökdelenler, içeride Rıza Bey apartmanlarının bulunabildiği bir ilçe burası. Yapılan lüks binalar bu ilçenin sadece emlak değerini yükseltti, refahını falan değil. Meşhur bir Bayraklı fotoğrafı vardır. Folkart kulelerinin arkasında yıkık, dökük harabenin, çamurun içinde gülümseyen çocuklar. Reddedilen tam da Bayraklı’nın bu hakikatıdır. Ayrıca İzmir Adliye Binasının da bu ilçede olması sebebiyle avukatların yoğun yaşadığı bir ilçe burası. Birileri avukatı, dişçiyi zengin sayadursun o avukatlar lüks binalarda, gökdelenlerde ofis kiralayamadılar, tam da enkazı seçmek zorunda kaldılar ofisleri için. Dişçiler polikliniklerini sahilde, gözde yerlerde açamadı, onlar da enkazı seçmek zorunda kaldılar. Bu hakikatin üstü ne kadar örtülmek istenirse istensin apaçık ortada. Yapılanlar, yazılanlar depremde çatlağı, hasarı olan binaların görünen hasarını örtmek için sıva yapmaktan başka bir şey değil. Siz ne kadar üstünü bir sıvayla örtmek isteseniz de o bina çatlak!

Yerel Yönetiminden İktidarına Çürümüşlüğün Hakikâtı

Bir diğer değinmek istediğim husus da İzmir Büyükşehir Belediyesi’yle ilgili. Türkiye’nin nüfus bakımından 3. büyük kenti ve 1. derece deprem riski bölgesinde olan İzmir’in, İzmir Deprem Senaryosu ve Deprem Master Planı hangi yılda yapılmıştır dersiniz? Kasım 1999! Gölcük Depremi’nden 3 ay sonra İBB ve Boğaziçi Üniversitesi iş birliğiyle hazırlanan bu plan 21 yıldır yenilenmedi. Dönemin belediye başkanı Ahmet Piriştina zamanında yapılıyor ve 4 yerel seçim geçiren, 2 farklı başkanın yönetiminde gördüğümüz bu kentin deprem master planı asla yenilenmiyor. İzmir’in Kasım 1999’daki yapı stoğuyla günümüzde büyüyen ve genişleyen rant merkezleri sonrası oluşan yapı stoğu aynı mı? 2012 yılında Ege Genç İş Adamları Derneği’nin (EGİAD) dergisine verdiği röportajda bu durumu dile getiren DEÜ Deprem Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Hasan Sözbilir deprem master planının 1970 yılının haritalarına uygun olarak yapıldığını, bunun çok eski olduğunu, bir an önce yeni haritalar çıkarılıp yeni bir deprem master planı hazırlanması gerektiğini söylüyor. 23 Ekim 2019 tarihli bir internet sitesi haberinde yine aynı akademisyenin İzmir için 10 farklı deprem master planı oluşturmamız gerek dediğini okuyoruz. Akademisyenlerin ve uzmanların sürekli yapılması gerekenleri söylemesine rağmen asla dikkate alınmadığı bir ülke burası. Hiç kimse az suçlu değil burada. Müteahhidi, belediyesi, iktidarı, inşaat şirketleri bu yozlaşmışlığın içinde sadece kendi varlıkları ve devamlılıkları için yurttaşın yaşam hakkını gasp ediyor. Müteahhiti ve şirketi kar hırsını öncelediği için ucuz ve dayanıksız malzeme kullanıyor, zemini hassas olan bir ilçede zemin iyileştirme çalışmaları yapılmadan binalar dikiliyor ve belediyeler bunlara ruhsat veriyor. Bir şekilde çürük raporu alınan binalar yıkılamıyor çünkü bakanlığın yıkım kararı çıkartması gerekiyor ve bu yetki belediyelere devredilmiyor. İktidar her türlü rant projesinin destekçisi ve denetimsizliğiyle bu olanlar için kılını bile kıpırdatmıyor. Elimizde her türlü kurumuyla, yöneticisiyle çürümüş, “devlet” bile olduğu tartışılası bir yapı kalıyor.

Izmir Deprem5
Foto: Reuters

Siyaset Biliminin Çıkmazına Dair

Son bir hususa, depremin sınıfsallığı tartışmalarıyla öne çıkan siyaset biliminin içinde bulunduğu çıkmaza da kısaca değinmek isterim. Her vakayı “analiz” düzeyine indirgeme alışkanlığı siyaset biliminde hakikatlerin konuşulmasını da engelliyor. Birçok genç siyaset bilimci ne bir saha araştırmasına katılıyor ne de üstüne konuştukları, “analiz” ettikleri olay hakkında internet araştırması dışında bir bilgiye ve araştırmaya sahipler. Sayısal veriler bizleri her durumda doğru bir teşhise götürebilir mi? Bunun için sosyolojik, siyasal yaklaşımları içeren yöntemleri de kullanmamız gerekmez mi? Bir konu hakkında kapsamlı yorumlar yapmak için farklı literatürlerden faydalanmak sığ bir bakış açısıyla yorum yapmayı engellemez mi? Veri okumak bir sosyal bilimci için yeterli bir husus olabilir mi? Bir kent hakkında yorum yapıyorsak en azından orayı görmüş olmak, yaşamak ya da saha araştırmasında bulunmuş olmak meseleyi daha etraflıca yorumlamak için daha çok tercih edilmesi gereken bir yol değil midir? Bu soruların ışığında siyaset bilimini bu derece basitleştiren ve sadece var olan olaylar üstünde tahlil düzeyine indirgeyen, sorgulamayan, eleştirmeyen, üretmeyen siyaset bilimcilerinin yaptığı nedir? Varın bunu da hepimiz düşünelim.

Yaşamımızı Enkaza Çevirenler

İzmir Depremi, topluma bir kez daha yıllardır kaldırılamayan bir enkaz içinde olduğunu hatırlattı. Depremin olduğu ilk günden itibaren süregelen tartışmalar, depremin sınıfsal olup olamayacağı, İzmir hakkında bilip bilmeden söylenen birçok söz, iktidarın küçük ortağının “Yurttaşlar riskli binalarda oturmayı tercih etmeseydi” ve ülkenin cumhurbaşkanının “Gerekirse üstüne biraz para koyun daha iyi bir evde oturun” açıklamaları…

Peki, burada hakikat nedir? Bu sözler mi hakikat yoksa Elif ve Ayda’nın geleceklerini bir enkaza çevirenlerin olması mı? Nüfusunun yarısından fazlasının lise-üniversite mezunu olduğu için zengin ilçe kabul edilen Bayraklı’nın sınıfsal ögeler barındıramayacağı mı hakikat yoksa İzmir Barosu’nun 3 avukatının o enkazdan çıkamadığı mı? Acıyan bir yeri yok denilen Ayda’nın annesinin artık olmadığı gerçeği, hakikat değil de nedir? 2020 yılında dünyada gerçekleşen 6.5 üzeri depremlerde en fazla can kaybının İzmir ve Elazığ’da yaşanan depremlerde olması bu ülkenin en can alıcı hakikati değil midir? Deprem vergilerinin nereye gittiğini sorgulamak, peşine düşmek yurttaş olmamızın en büyük hakikatlerinden değil midir? İmar affını çıkaran, riskli binalar için hiçbir şey yapmayan iktidarın ölümlerde baş sorumlu olması hakikatken, yerel yönetimler ve sermaye iş birliğinin ranta dönüşmesi, kentin yapısını baştan aşağı değiştirip riskli binalara da ruhsat verilmesi hakikat değil midir? İzmir’de kurulan çadır kentte kalanların Bayraklı’nın “arka mahallelerinden” olması apaçık bir hakikatken, hangi “zenginin” burada kaldığı söylenebilir? Depremde ölen Ayda’nın annesiyken, ölümün bile sınıfsal olamayacağını iddia etmek hakikat mi, hakikatin üstünün örtülmesi midir? 114 kişiye mezar olan Bayraklı’da ölenler “daha iyi, sağlam, güvenli bir konut alamayan” halk değil midir? Buna dair hakikat arayışını barındıran sorular arttırılabilir. Peki, o zaman çok hakiki bir soru daha: Yaşamımızı enkaza çevirenler bu durumda kimlerdir? Ayda’yı annesiz bırakanlar mı, riskli binalarda oturmayı tercih edenler, üstüne para koyup ev alamayanlar mı? Soru da cevap da hakikati görmek isteyene, hakikatin üstünün örtülmesine karşı çıkanlara çok basit.

1 Yorum

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR