donuk gözleri, mat bakışları, durgun yüz hatları, konuşmamaya yemin etmiş dudakları, bürokratik tokalaşmaya alışmış elleri, mekanik sesleriyle sanki ömürleri yaşama iliştirilmiş gibi ha var, ha yok arası yaşayan insanların mutsuzluğunu anlamak için özel bir çaba ve bilgi gerekmiyor aslında.
komşularımız, köylümüz, kentlimiz, arkadaşımız veya akrabamız olan bu insanlarla aynı yolları yürüyüp, aynı havayı soluyup, aynı bakkaldan manavdan alış veriş yapıp, aynı çuvalın unundan yapılan ekmeği tüketip, aynı güneşi denizi, aynı suyu ve ateşi paylaşıp da ne kadar birbirimizi görmeden yaşayıp gideceğiz böyle?
yeni icadımız yalnızlığımız
taşıyamayacağımız yalnızlıklar yaratıyoruz suskunluğumuzla. görmemekte direndiğimiz fakat, duymama çabalarımıza rağmen işittiğimiz acı çığlıklarla burkulan yüreğimiz bilincimize yük olmaya başlıyor. bu yükü daha ne kadar taşıyabileceğiz? kendi icadımız olan yalnızlığımızla boğuluyoruz. üstelik kendimizi yaşananların sorumlusu görmemek gibi bir hastalığımız var. bu hastalığımız sorunu günden güne büyüterek bu noktaya getirdi bizi. bilincimizi ve toplumsal birikimimizi atomlarına ayıran hastalığımızı görmek zorundayız. İnsani bir yalnızlık durumu değil bu…
suskun geçirdiğimiz her anın ve günün ardından sıranın bize gelmekte olduğunu görerek telaşlanıp ürküyoruz. daha önce yaşananları anımsayınca daha da artıyor içimizde sakladığımız ürküntümüz…
çare yok! kişisel hesaplarımızla yarattığımız dünya iflas etti. borsada işlem görmediği için ve birileri de bu iflası yüzümüze bağırmadığı için algılayamıyoruz belki de. yaşam karşısındaki tüm hak ve kredimizi yitirerek karşılayacağız yarını. ve çocuklarımızın sahiplenmeyeceği bir miras bıraktığımızın ayrımına varınca günler kısa, anılar zindan gibi gelecek.
yaşama gerekçelerimizin ölme gerekçesi de sayılabileceğini göreceğiz. ve aydınlıkla karanlık arasındaki çizginin bir mumu söndürmeye yeten soluk kadar kısa ve basit olduğunu anlayacağız. hayır, bırakıp gitmek yok. önce kendi yaşamımıza sonra da dünyaya karşı olan borçlarımızın bir kısmını olsun ödemek için kalmak zorundayız.
ömrümüzün geri kalanına tüm yanlışlarımızı, umursamayarak ertelediğimiz yükümlülüğümüzü sığdırmaya söz vererek; yeni bir adım atacağız (atmalıyız) o anın sonrasına, belki yarına… ve biliyoruz ki, insanlığın bugüne getirdiği her şeyi yarına aktaranlar, çoğaltanlar da olacaktır. tek sorunumuz; biz kendimizi yarına aktarıp taşıyabilecek miyiz? yaşama gerekçelerimizi anlamlı duruma getirip, yaşama iliştirilmiş gibi duran ömrümüze, ömrümüzün geri kalanına sahip çıkabilecek miyiz?
“anlamı olmalı herşeyin/ anlamsızlığın bile.” bu anlamsızlığı ve anlamı bulmak bizim elimizde. çünkü “zorbalar değişse de/ yaşıyor zorbalık/ suskunluğumuzun üzerinde.” bizi zorlayan, yalnızlığa tutsak etmeye çalışan ve bilincimizi atomlarına ayıran da bu zorbalık. ömrümüzü anlamlandırmak için kendi zorbalıklarımızdan başlayarak tüm zorbalara ve zorbalıklara karşı savaşmakla başlayabiliriz işe…
ve birbirimize karşı yüzümüzün eskidiği gibi düşüncelerimizin de eskidiğini, eskiyen yüzümüz ve düşüncelerimizle kurduğumuz cümlelerin bugünü ve yarını değil dünü anlattığını görmemiz gerekiyor… kendimize ve düşüncelerimize iman etmek yerine kendimizi ve düşüncelerimizi anlama çabasına yöneldiğimiz de göreceğiz ki kendimizden de uzaktayız… olmamız veya olabileceğimiz kişi olmaktan çıkarak olmamızı istedikleri, bizden bekledikleri gibi olmaya çalıştığımızı da göreceğiz… işte o zaman birbirimizi anlayabileceğiz…
“hiçbir yanlış tek kişilik değildir/ iki kişi yaşar bir kişiye yüklenir.” bu gerçeği görmek ve anlamak zorundayız. başkalarını suçlayarak kendi günahlarımızı, korkularımızı, iflas eden bireysel hesaplarımızın sonuçlarını ortadan kaldıramayacağımızı öğrenmemiz gerekiyor artık. tarih buna benzer yanlışlarla dolu. bir yanlış da bizim eklememize gerek yok…
sanatçı, gazeteci; üstelik kadın
geçtiğimiz hafta sanatçı Gülşen, Sezen Aksu ve gazeteci Sedef Kabaş’a yönelik saldırılara tanık olduk. türban tartışmalarının ilk yıllarında ‘kılık kıyafet özgürlüğü’, ‘inanç özgürlüğü’ diyenler bugün iktidar ve devlet gücüyle Gülşen’in sahne kıyafetinin ‘ahlak’, ‘gelenek’ gibi söylemlerle eleştiriyorlar…
Sezen Aksu’nun 5 yıl önce yazdığı bir şarkısını BUGÜN! dini hassasiyetlerle ölçüp, tartan iktidar bununla da yetinmeyip en üst düzeyde ‘dil koparmak’ tehdidiyle hedef gösterdi. Sedef Kabaş ise ortalama bir hukuk düzeninde eleştiri sayılacak konuşması içinde kullandığı bir atasözü nedeniyle tutuklandı…
dikkat edilirse iktidar dini, milli hassasiyetler söylemleriyle birlikte toplum üzerinde bir egemenlik ilişkisi kurmaya çalışırken aynı anda cinsiyetçi bir yaklaşımla, öne çıkmış, popüler ve muhalif kadınlara yönelik saldırılarla bir toplumsal model inşasını işaret ediyor… dolayısıyla laiklik kadar, toplumsal eşitlik ilişkileri, hatta var olan (yetersiz) hukuk düzenini bile hedef alıyor… yani iktidar ve toplumu dönüştürmek için her yolu meşru gören bir iktidarla karşı karşıyayız… bu yüzden de eskiyen sözlerimizi, alışkanlığa dönüşen tavırlarımızı terk etmek zorundayız; hemen şimdi ve yarınlar için…
az al ma
yaşlandıkça azaltıyor kendini insan/ savaş/ kirlilik/ dairesel yalan/ ve yozluğun geri çekimi/ on pul çıkar basıncı omuzlarda
ve/gülde eter kokusu/ diken sapına dek ayık/ yaşlandıkça azaltıyor kendini insan/ ikibine dönerken tarih saati/ yutan elemanı yaşamın insan