Bugüne kadar bilinen en ağır ekonomik krizlerinden birini yaşarken başta emekçiler olmak üzere günden güne yaşam ve gelecek kaygısını hisseden toplum kesimleri de bulundukları alanlarda tepkilerini görünür hale getirmeye çalışıyorlar. Özellikle kurye, tekstil, metal ve depo, denizcilik sektörlerindeki eylem dalgası, birçok kentte faturalar başta olmak üzere hayat pahalılığına yönelik ‘geçinemiyoruz’ eylemleri aynı zamanda bir kırılma noktasına da işaret ediyor.
Geçtiğimiz hafta atanamayan 32 yaşında bir öğretmen daha yaşamına son verdi. Ardından yazılanlardan biri; ‘Biz yarınları yaşatmak için varız. Hiçbir gence ölüm yakışmaz.’ cümleleri gerçekte son günlerde tanık olduğumuz emek eylemlerinin de özüne işaret etmektedir. Fabrikalarda, depolarda, tersanelerde ‘hakkımızı istiyoruz’ diyen emekçilerin de, kent meydanlarında ‘zamlar geri alınsın’ diyenlerin de taleplerinin bugüne değil yarına yönelik kaygılarını yansıttığı çok açıktır.
17 Mayıs 2021 tarihli ‘Yağma Düzeni’ başlıklı yazımızın alt başlıklarından birini ‘Emeğin Yağmalanması’ olarak açmış ve eklemiştik. “Türkiye’de asgari ücret, hatta kısmi çalışma ödeneği bile çok görülürken çalışanların aidatı ile oluşturulan İşsizlik Sigorta Fonu sermayeye aktarılıyor, yağmalanıyor. Bu dönemde çocuklar bile canına kıyıyor. 3,5 milyon çocuğun yaşadığı evlere maaş girmiyor; geleceğimiz yağmalanıyor.”
Migros depoda saat ücretine 4 tl. zam isteyen ve işten çıkarılan ve Tuncay Özilhan’ın villasının önünde gözaltına alınan işçilerden biri Gülabi Aksu; ‘çocuğuma süt alamıyorum’ diyordu. Atanamayan bir öğretmen ‘Haksızlığa uğramaktan daha büyük keder yok’ diyordu. Yemek Sepeti eylemlerinde taşınan dövizlerden birinde ‘Bugün direnmezsen yarın dilenirsin’ yazıyordu. Sınıf hareketinin dağınık olduğu, sendikal hareketin gerilediği koşullarda emekçiler, yoksullar, çiftçiler bulundukları alanlarda içine itildikleri sömürüye ve yoksulluğa karşı ciddi bir itiraz geliştiriyorlar. Üstelik Gezi Direnişi sonrası Saray/ AKP/ MHP iktidarının yarattığı baskıcı politikaları, siyasette ve sokakta kurduğu üstünlüğü de dağıtarak yükselen bir itiraz ve mukavemete tanık oluyoruz.
Az sayıda sendikanın varlığı dışında bu eylem ve mukavemet hareketlerini gerçekleştirenlerin örgütsüz olmaların ülkemiz sınıf hareketi ve sendikal hareketi açısından uyarıcı bir öze de sahiptir. Başarılı olsun, olmasın bu eylemlere sınıftan yana bir katkı konulamaz, sınıf için örgütlenmesi ve özgünlüklerine müdahale edilmeden bir araya getirilmeleri sağlanamazsa toplumun sendikal ve siyasal örgütlenmelerden uzaklaşması gibi bir riski de içinde barındırıyor. Siyasal örgütlerin eylemler sonrası destek açıklamaları, bu eylemleri sahiplenmeye çalışmaları anlamlı olsa da öncesinde bir örgütlenme girişimi olmadığı, sonrasında kalıcı ilişkiler kurulamadığı için sıradan dayanışma ilişkilerinin ötesine geçilemiyor. Sendikalar ise kendi üyelerinin yoksulluklarını ve taleplerini göremez durumdalar.
21.8.2021 tarihli ‘Karşı Da Çıkacağız Siyaset De Yapacağız’, 13.12.2021 tarihli ‘Gelecek Kavgası’, 7.02.2022 tarihli ‘Hesaplaş’ başlıklı değerlendirmelerimizde henüz tüketici fiyatlarına yansımamış üretici fiyatlarına vurgu yaparak zamların süreceğini, yoksulluğun derinleşeceğini belirtmiştik. TÜİK her ne kadar masa başı hesaplarıyla gerçek enflasyonu gizleyecek veriler açıklasa da gizlenemez olan toplumun yoksullaşması ücret artışı talep eden işçilerin eylemleriyle, ‘zamları geri alın’ diyerek sokaklara çıkanların isyanıyla kendini açığa vuruyor.
Bu yüzden 07.02.2021 tarihli ‘Hesaplaşma’ başlıklı değerlendirmemizdeki çağrı ve uyarımızı yineleme ihtiyacı duyuyoruz. “Dolayısıyla emek sermaye çelişkisinin öne çıkarılması için olduğu kadar, iktidarın ve sistem içi muhalefetin rıza üretmeye, yoksulluğu kabul ettirmeye dönük politikaları karşısında üretim bölüşüm ilişkilerinin sorgulanmasını sağlayacak, muhalefeti buradan kuracak yaklaşımların öne çıkarılmasının karşılık bulacağı unutulmamalıdır. Siyasal örgütlenmeler dahil sendikal örgütlenmenin de ortaya çıkan bu duruma uygun bir dönüşüm ve değişimi tartışması gerekmektedir.”
KRİZ VE ŞİDDET
Kapitalizm sorumlusu olduğu ekonomik, siyasi krizleri aşmak ve sürekliliğini sağlamak için şiddeti de bir araç olarak kullanmaktan çekinmez. Daha doğrusu en geniş tanımıyla kapitalist düzenin kendisi şiddet üzerine kuruludur. Dolayısıyla Saray/ AKP/ MHP iktidarının çalışanların, çiftçilerin, öğrencilerin, çevre/ yaşam savunucularının, muhalif siyasetçilerin talep ve eylemlerine yönelik olarak uyguladığı şiddet ve baskı tek başına iktidarın bir tercihi değil, savunucusu ve uygulayıcısı olduğu sömürü düzeninin bir gereğidir.
Geçtiğimiz hafta Adana Yüreğir’deki HDP ilçe binasına saldırı düzenlendi. Anımsanacağı üzere daha önce İzmir İl Örgütüne saldırı düzenlenmiş ve bir partili öldürülmüştü. İki yıla yakındır HDP’ye ve bileşenlerine yönelik saldırılar, partiye yönelik kapatma davası siyasal olduğu kadar var olan düzenin kendi içindeki bir değişikliğe bile tahammülü olmayanların saldırıları olarak okunmalıdır. 18.01.2021 tarihli ‘Her Şey İktidar İçin’ başlıklı yazımızda bu duruma işaret ederek “HDP ve Kürt muhalefetini, bileşenlerini siyaset yapamaz duruma getirmek için her yolu deneyeceklerdir. Kobane olayları gerekçe gösterilerek eski ve yeni HDP yöneticilerine açılan davaların ‘uygun ve gerek görülen’ zamanda kurumsal olarak HDP’yi de içerebileceği görülüyor.” yazmıştık. Görülüyor ki iktidar gelecek seçimleri yitirme olasılığını gördükçe Seçim Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu değişiklikleri dahil tüm olanak ve araçları kullanmaktan çekinmeyecek.
Aynı yazımızda; “Bütün bu gelişmeler ışığında ülkenin her geçen gün devasa hale gelen sorunlarına sosyalist çözümler geliştirecek sosyalist bir siyaset merkezinin eksikliği her geçen gün hissediliyor.” saptaması da yapmıştık. Ortak bir mukavemet hattının gerekliliğini, hatta zorunluluğunu gösteren onlarca olay ve gelişme karşısında fabrikalarda, atölyelerde, okullarda, tersanelerde, tarlalarda karşılık bulacak bir siyaset merkezini yaratamamış olmamız üzerine düşünmek zorundayız.
ABD, AB dahil tüm dünyada kendini gösteren ekonomik sorunlar, enerji ve gıda alanındaki olası kriz durumları emperyalist merkezlerde yeni arayışları hızlandırmışa benziyor. Son gelişmeleri önümüzdeki yıllarda büyüyeceği öngörülen küresel yoksullaşma ve bunun ortaya çıkarabileceği sonuçlara karşı kapitalist- emperyalist güç odaklarının kendi iç dengeleriyle birlikte uluslararası dengeleri yeniden kurma girişimleridir. Bu yüzden ülkeler veya bloklar arasındaki krizlerle aynı anda petrol, doğalgaz, gıda üretim ve fiyatları gündeme gelmektedir.
Kuşkusuz geçtiğimiz haftanın ve önümüzdeki günlerin en önemli olaylarından biri de Rusya ve Ukrayna arasında yaşanıyor gibi görünse de gerçekte Rusya ve ABD-NATO-AB arasında yaşanan krizdir. Rusya’nın Ukrayna sınırına yığınak yapmasının sebep olduğu gibi sunulan krizde ABD’nin (ve NATO’nun) doğuya doğru genişleme politikalarının, daha kriz yokken ABD ve NATO’nun Rusya’yı, Çin’i tehdit olarak gördükleri yönündeki açıklamaların etkisini göz ardı etmemek gerekiyor.
Yapılan açıklamalar ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgal edeceğine yönelik yayınların kışkırtıcı yanını ve ABD’nin daha önce Irak’ı işgal etmek için uyguladığı yöntemlere benzerliğini görerek değerlendirme yapmakta yarar var. Bu konuda bazı düşünce kuruluşlarının, bölgede görev yapmış eski büyükelçilerin ‘Türkiye’nin güçlü ordusu’ vurgusuyla öne çıkarmaya çalışmaları, ABD ve NATO’ya çağrıda yapmaları, Karadeniz’i gündeme getirmeleri ciddi bir tehdide işaret ediyor. Çünkü aynı tonda olmamakla birlikte Rusya da Ukrayna’yla ilişkileri, İHA ve başka askeri araç satması nedeniyle Türkiye’ye yönelik örtük uyarılarda bulunuyordu.
Buradaki asıl sorun içerde ve dışarda oldukça zayıflamış olan iktidarın bu krizi kendi geleceği için kullanma riskidir. Irak’ın işgali öncesi ve sonrasında, Suriye’de, Filistin’de, Mısır ve Libya’da gördüğümüz savaş yanlısı politikaların devam ettirilmesi veya açıktan taraf olunması durumunda ortaya çıkabilecek yıkım ülkemizin ve bölge halklarının geleceğini uzun yıllar etkileyecektir.
Saray/ AKP/ MHP iktidarı ekonomik kriz ve buna bağlı olarak iktidarının sallantıda olduğunu görmesi sonrası düşman olarak ilan ettiği BAE ile görüşmesi, Hamas’ı terk ederek Filistin Yönetimi’ne yaklaşması, İsrail ile ilişkileri düzeltme çabası, Mısır ve Suudi Arabistan ile yakınlaşma girişimleri eskiye dönüş gibi görülebilir. Ancak bunların iktidarın devamı için yapıldığı dikkate alınmalıdır. Dolayısıyla daha önce de belirttiğimiz gibi iktidar var olan halinin kabulü karşılığında her tavizi vermeye, her adımı atmaya hazırdır.
Uluslararası alanda, üstelik sınırlarımda yaşanan tüm kriz ve çatışmaların ekonomiden, halklar arası barışa kadar birçok alanda olumsuz etkileri olduğu, olacağı açıktır. Dolayısıyla giderek yoksullaşmamız karşısında gelişen iş bırakma eylemlerinin, zamların geri alınması taliplerinin dış politika krizlerine kurban edilmemesi için barış konusunda da ısrar etmek zorundayız. Geçmişte özellikle Irak’ın işgalinin ‘grev erteleme’ gerekçesi yapıldığını da anımsayarak iktidarın dış politikayı iç siyaseti dizayn etmek için kullanma girişimlerinde bulunabileceğini göz ardı etmeden emek mücadelesiyle birlikte içerde ve dışarda barış mücadelesini de örecek araçları ve yolları düşünmemiz gerekmektedir.
Geçtiğimiz üç hafta içinde Nakliyat İş Sendikası’nın Yemek Sepeti’nde, DGD Sen’in Migros Depo’da ve Birleşik Metal İş’in Farplas’ta sürdürdükleri işten atılanların geri alınması, ücretlerin artırılması ve sendikal örgütlenmenin tanınmasına yönelik eylemleri dayanışmanın önemini bir kez daha gösterdi. Yemek Sepeti ve Migros’a yönelik boykot ve kamuoyu baskısının ilk etkisi Migros’ta işçilerin taleplerinin kabul edilmesi oldu.
Emekten yana tüm güçleri dayanışmayı ve boykotu büyüterek Nakliyat İş Sendikası’nın Yemek Sepeti’ndeki mücadelesi başta olmak üzere tüm direnişlere daha da güçlü biçimde destek olmaya çağırıyoruz.