Geçtiğimiz 24 Ocak Türkiye tarihi açısından birbiriyle bağlantılı iki suikast ve bir de kararın yıl dönümü olan nadir zamanlardandı. Uğur Mumcu, Gaffar Okan cinayetlerinin ve 12 Eylül darbesinin ekonomik iskeletini oluşturan kararnamenin çıkarıldığı gündü. Türkiye’de durum böyleyken, 24 Ocak İngiltere’nin 1.ve 2. Dünya Savaşları dönemine damga vuran isimlerden biri olan Winston Churchil’ın kendini gerçekleştiren kehanetinin günü olarak tarihte yerini aldı. Bugün sizlere sınırlar ötesine açılan bir pencereden tuhaf bir hikâyeyi anlatacağım. Tarihten bir ismin, babasıyla ilişkisindeki patolojik izlerle başlayan macerasından, nasıl bir dominant karaktere dönüştürdüğünün hikayesi…
Winston Churchill babasının ölümünden tam 70 yıl sonra babası ile aynı gün, bir 24 Ocak günü doğal sebeplerden ölmüştü. 91 yaşında fiziken ve ruhen yıpratıcı hayat sürmüş bir insan için birçok doğal ölüm sebebi vardır ama 24 Ocak’ları “uğursuz” kabul eden, babasını da bu tarihte kaybetmiş ve kendisinin de bu tarihte öleceğini iddia etmiş birinin tam o gün beyin felci geçirmesinde “fazla inanmışlık” etkisi de yadsınamaz.
20.yüzyılın en önemli politikacılarından kabul edilen, 2. Dünya Savaşı’nın muzafferlerinden Churchill için kaderini kendi yazmış biridir diyebiliriz. Bunu sadece intihar etmeden öleceği tarihi belirlemiş olması değil, olanca yetersizliklerine rağmen şaşalı bir kariyer yapabilmiş olması dedirtiyor.
Anne tarafından ABD’nin ilk Başkanı George Washington’a kadar uzanan, baba tarafından İngiliz bürokrasisinde etkin aristokrat bir aileye mensup olarak doğmasına rağmen anne ve babasının kariyerine pek faydaları olduğu söylenemez. Churchill, babası tarafından disiplinsiz kabul edilen ve soy isimlerini devam ettirebileceği konusunda şüpheler uyandıran çocukluğu ve ergenliği boyunca ailesi ile pek görüşemediği yatılı okul hayatı yaşadı. Kendisinden 6 yaş küçük erkek kardeşine daha fazla umut besleyen babasını etkilemeyi kafasına koymuşsa da, 20 yaşında Harp Akademisinden mezun olduğu sene bir 24 Ocak’ta babasını kaybetti. Babası, kısa ömrünün tamamını dedesinin desteği ile etkin pozisyonlarda geçirmiş, Lordlar Kamarası’na liderlik etmiş ama Hindistan’dan sorumlu Bakan iken hiçbir sorunu çözememiş, Maliye’den sorumlu iken bütçeyi denk getirememiş ve istifa ettirilmiş bir karneye sahip. Churchill aile geleneği olarak politikacı olmak istiyor, bunun yolunun da Kraliyet Ordusu’nda isim yapmak olduğunu biliyor ve İngiliz seçmenlerin ilgi alanı cephelerde görev almak için başvuruyor ama bir türlü atanamıyor. Nihayet annesi araya giriyor ve Hindistan’da süvari birliğinde görev kapıyor. Sevk edildiği gemi Hindistan’da limana yanaşırken bir kaza geçiriyor ve omuzundan sakatlanıyor. Bir süvari için oldukça ciddi bir engel olan sakatlığı sebebiyle Süvarilik kariyeri başladığı gibi bitiyor. Ama, hırslı Churchill Askeri İstihbarat’ın dikkatini çekiyor ve gazeteci kimliğiyle İspanyollara karşı Küba’da başlayan Bağımsızlık Savaşı’na gönderiliyor. Küba’da isyancıların kullandığı gerilla taktiklerini İstihbarat Direktörü Edward Chapman’a raporlarken bir yandan da London Daily Graphic gazetesine savaştan haber geçiyor, annesine de ABD’yi övdüğü mektuplar yazıyor. Küba-İspanya savaşı, Havana’daki ABD vatandaşlarını tahliye etmek için gönderilen ABD savaş gemisi USS Maine’nin kimvurduyla batırılması neticesinde ABD-İspanya savaşına dönüyor ve ABD İspanyolların hem Pasifik hem Atlantik filolarını hızla imha ediyor. Churchill’in üstlerine raporlarında ne yazdığını bilemeyiz elbet ama annesine yazdığı mektuplara paralel raporlama yaptıysa Askeri İstihbarat’tan büyük alkış aldığını tahmin etmek zor değil. Buradan Sudan’a, bu sefer The Morning Post muhabiri olarak İngiliz Ordusu ile Sudanlılar arasındaki savaşa geçiyor. Buradaki görevinin bitiminde, 1898’de Hindistan’daki İngiliz askeri varlığı üzerine yazdığı The Story of the Malakand Field isimli akademik kitabından sonraki ikinci kitabını yazıyor: “The River War”. Bu kitabında İngiltere’nin Güney Afrika bölgesindeki Generali Herbert Kitchener’ı hem askeri stratejiler hem savaş etiği açılarından ağır eleştiriyor, politik kariyerine geçiş yapmak için uygun bir zaman olduğunu düşünüyor ve Ordu’dan istifa ediyor. 1899 seçimlerine Muhafazakâr Parti’den milletvekili adayı olarak giriyor ama kaybediyor.
Bu başarısızlık hırslı Churchill’i pes ettiremiyor. Biraz daha isim yapması gerektiğini düşünüp Güney Afrika’da patlayan 2. Boer Savaşı’na The Morning Post savaş muhabiri olarak dahil oluyor. Cebinde Sömürgeler Bakanı J.Chamberlain’den G.Afrika Yüksek Komiseri Alfred Milner’a hitaben yazılmış “arkadaşa yardımcı olun” mektubu sayesinde çatışma bölgelerine gitmek üzere trene biniyor ama tren Boer’lerin topçu saldırısıyla hasar alıyor, devriliyor. Trendeki 1 tabur askerle beraber esir alınan Churchill, sadece kendisinin şahidi olduğu bir şekilde esir kampından kaçıyor, Portekiz bölgesine ulaşıp oradan İngiltere’ye dönüyor. Boer’ler karşısında bozguna uğrayıp binlerce esir vermenin utancını yaşayan İngilizler bu muhteşem kaçış hikayesini çok beğeniyorlar. Nihayet istediği popülerliği yakaladığını fark eden Churchill Ocak 1900’de tekrar Ordu’ya katılıyor ve Temmuz 1900’e kadar Güney Afrika’da askerlik yaparken gazetelere yazmaya devam ediyor. İngiltere’ye dönüşünde Temmuz 1900’e kadarki kariyerinde çatışma alanlarında pek bulunmasa da uzun yolculuklar sırasında yazdığını tahmin ettiğimiz gazete haberlerinin bazılarında ismi belirtilmediği için The Morning Post editörleriyle tartışan Churchill önce savaş etiğini yücelttiği 3. askeri kitabını London to Ladysmith via Pretoria’yı, arkasından gazetelerde çıkmış haberlerinden topladığı Ian Hamilton’s March’ı yayınlıyor. 2 yıl içinde 4.kitabını yayınlayan Churchill Mv olabilmek için yeterli bilinirliğe ulaştığını düşünüp Ekim 1900 seçimlerine katılıyor ve 26 yaşında parlamentoya seçiliyor. Hızlı bir şekilde ABD ve Kanada’da kitaplarını ve G.Afrika tecrübelerini anlattığı seminerler organize ediyor, ABD’de Başkan McKinley ve müstakbel Başkan Roosevelt ile tanışıyor. 1901’de de yerinde oturmuyor, İspanya ve Fransa’da kendi finanse ettiği seminerler, seyahatler, politik buluşmalar ayarlıyor. Küresel tanınırlığı sağlamak için de bunca emeğine rağmen Muhafazakâr Parti’de bir türlü yükselemiyor ve 1904 yılında Liberal Parti’ye geçiyor, LP’nin 1904 seçim zaferinden sonra bakan yardımcılıkları ile yükselişine tekrar başlıyor.
1908’de tüm İngiliz ticaretini yöneten Ticaret Odasının başkanlığına atanıyor, arkasından 1 yıllığına İçişleri Bakanlığı yapıyor. İngilizlerin o dönem rotasyon anlayışı muhteşem, zira İçişleri Bakanlığı’ndan geçtiği pozisyon “Bahriye Nazırlığı”. Bir ada olan İngiltere için Donanma hem askeri hem ticari anlamda çok önemli. Tam da Çanakkale Savaşlarına denk gelen zamanda Donanma’nın başında Winston Churchill var. G.Afrika’ya yerleşmiş Hollandalı çiftçilere esir düşüp kaçarak efsane olan gazeteci – istihbaratçı Churchill İngiliz donanmasını Çanakkale Boğazından geçiremiyor ve Londra’da birilerinin çakraları açılıyor “bu arkadaşı kim tavsiye etmişti?”
İngiltere’deki politik kriz Mutabakat Hükümetiyle çözülürken, başta Muhafazakâr Parti olmak üzere muhalefetin şartlarından biri Churchill’in Donanmanın başından alınması. Zira, sadece Çanakkale değil, Belçika’da da yaptığı tercihlerle Alman ordusunun işini kolaylaştırdığı iddia ediliyor. Churchill görevden ayrılıp Cephane Bakanlığına atanıyor. Cephane fabrikalarındaki grevleri “hepinizi askere alırım” tehdidiyle bitirip üretimi yükseltiyor ve prestijini biraz toparlıyor. Belçika ve Çanakkale’deki icraatları bilinen Churchill’in “askere almak” tehdidi işçileri gerçekten korkutmuş olmalı. Churchill bu arada “Kadın Düşmanlığı” yapmanın yanlış olduğunu da fark ediyor ve kadınların oy hakkını desteklemeye başlıyor.
1.Dünya Savaşı’nın bitişi ile Başbakan Lloyd George genel seçimler çağrısı yapıyor. Churchill yoksullaşmış ve öfkeli halkın kulağına hoş gelen demiryollarının kamulaştırılması, monopollerin kısıtlanması, vergi reformu ve bir daha dünya savaşları yaşanmaması için Milletler Cemiyeti kurulması gibi önerilerle tekrar popülerleşmenin yollarını arıyor. Seçimleri Churchill’den hazzetmeyen Muhafazakâr Parti kazansa da, L.George Başbakan olarak devam ediyor ve hala Churchill’e güveni var.
Haftaya, “Londra bombalanırken alkışlanan Churchill”