Forumu öncesi Oxfam’ın açıkladığı rapordaki sonuçlara bakınca bir avuç, abartısız olarak bir avuç sermaye sahibinin nasıl olup da geri kalan %99’u sömürebildiği sorusu sıradan, hatta safça görünebilir. fakat dünya nüfusunun %10’unun açlıkla boğuştuğu, her geçen gün/ yıl yoksulluğun derinleştiği koşullarda yaklaşık 7 milyar insanın bir biçimde etkilendiği bu sömürü düzeninde durumun iyileşmesi bir yana geçmişe oranla daha da kötüleşmesi karşısında etkili, yaygın, sistemi sarsacak bir muhalefetin, hareketlerin yaratılamayışı üzerine çokça düşünmemiz gerekiyor…
yazıma Dünya Ekonomik Forumu ve Oxfam ile başlamış olsam da Türkiye’de yaşanan yoksulluk ve açlık dünyadakinden farklı değil… daha doğrusu söz konusu sömürü, yaratılan değerlerin ve kaynakların bölüşümü olunca ayrımsız olarak tüm servet ve iktidar sahipleri işbirliği yapıyor; birbirlerinin yöntemlerini, araçlarını, bilgilerini kullanıyorlar. siz hiç işçi, emekçi eylemlerinde, yoksulluğa ve açlığa başkaldırılarda yoksullardan, açlardan yana olan bir ülke yönetimi, uluslararası bir örgüt gördünüz mü? (emperyalist müdahale veya rejimleri değiştirmeye yönelik hamleler içindeki ülke ve örgütler ‘muhalifleri’ açıktan desteklerken söz konusu olan işçiler, emekçiler, köylüler –yani işçi sınıfı- olduğunda görmezden, duymazdan gelmiyorlar mı?)
yukarıda belirttiğim rapora göre dünyadaki %1’lik varsıl azınlık/ sermaye günde 2,7 milyar dolar kazanıyor… aynı rapora korona salgını süresince dünyada kazanılan servetin %63’ü en varsıl %1’e (80 milyon kişiye) giderken kalan %37’i ise 7,2 milyar kişiye gidiyor. evet ‘gidiyor’ ifadesi yanlış; elinde para, devlet, sosyal, psikolojik, kültürel vb. güçleri bulunduranlar üretim bölüşüm ilişkilerinde tüm varsıllığa el koyuyorlar… anlaşılır olması için ülkemizdeki sendikal örgütlenmeye karşı çıkarılan zorlukları söylemek yeter de, yine de bu iktidar döneminde 20 tane grevin kamu sağlığı, milli güvenlik gibi nedenlere ertelenerek (fiilen yasaklandığını) anımsatmak istiyorum. bir iktidar nasıl olur da işçi işveren ilişkilerinde, TİS görüşmelerinde işçilerin emeğinin karşılığını istemelerini milli güvenlik ve genel sağlık için tehdit olarak görür.
benzer müdahaleleri birçok ülkede görmek mümkün… özellikle son dönemlerde ücret artışı talebiyle gerçekleşen eylemlere karşı alınan tutumlara bakmak yeterli. siyasal, ideolojik, kültürel vb. arka planlarına bakmadan (düz mantık) şöyle bir soru mümkün; yoksullar, açlar çoğunlukken bizi neden varsıllar, varsılların politikalarını savunanlar yönetiyor? sanırım sermayenin, en genel biçimiyle kapitalizmin başarısı burada yatıyor diye düşünüyorum… yani yüz milyonlarca insanı kendi çıkarları yerine varsılların ve varsıl seven iktidarların çıkarları için yönlendirebilmek… tam olarak şöyle; günde 2 dolar kazanamayan milyonlarca insanla günde 2,7 milyar dolar kazanan bir avuç sermaye sahibi arasındaki temel çelişki ve çatışmayı gizlerken öfkeyi, kızgınlığı, düşmanlığı yoksulların birbirlerine yöneltmesini sağlamak…
asgari ücret artışları, memur ve emekli maaş artışları sırasında sözüm ona muhalif bazı ekonomist ve siyasetçilerin bu artışların enflasyonu tetikleyeceği ve pahalılığı artıracağını söylemelerini anımsıyorsunuzdur… benzer bir söylem iktidarın oy kaygısı nedeniyle, geçmişte kesinlikle değişiklik olmayacak dediği EYT düzenlemesinde de görülüyor. sosyal güvenlik sitemi yeni emeklilerle birlikte ortaya çıkan giderleri (emekli maaş ödemelerini) kaldıramaz ve açık büyürmüş… çalışma süreleri/ prim hesabında gün ve yılı dikkate alan bu ‘muhalif’ çevreler dünyada en fazla çalışılan ülkelerden birinin Türkiye olduğu gerçeğini atlıyorlar nedense. düşünsenize günde 12- 16 saate varan sürelerle çalışılan bir ülkede çalışma sürelerinden söz edilebilir mi? haftalık resmi çalışma süresinin 45 saat olduğunu görmeksizin hafta 60 saate varan/ aşan bir çalışma süresi ki toplam çalışanlar içinde %20 dolayında bir oran…
varsıllık, yoksulluk, açlık gibi olgular dünyanın birçok yerinde ve ülkemizde de aynı… 20 milyon insanın devletin sosyal yardımlarıyla yarına çıkabildiği bir ülkede yaşıyoruz. daha net anlatımla Türkiye nüfusunun %20’den fazlası devlet yardımı almaksızın günlük yaşamını sürdüremiyor ve bizi yönetenler bu durumdan utanacaklarına yardım yaptık diye övünüyorlar… bu konuda bir durumu daha belirtmek gerekiyor; yoksulların sayısı giderek artarken, açların sayısı da artıyor; fakat bize yaşamanın anlamı unutturulduğu için çoğu kez algılayamıyoruz.
hepimiz eşit yurttaşlar değiliz, hepimiz eşit olanaklara ve haklara sahip değiliz… dolayısıyla yoksulla varsılı eşitlemeyen, yoksulla varsılın aynı haklara sahip olduğundan söz etmeyen muhalif bir tavır çok daha görünür ve keskin biçimde geliştirilmek zorunda… büyük çoğunluğu yoksulluk sınırı, daha büyük bir çoğunluğu açlık sınırı altında bir ücretle çalışanlar, açlık sınırı altında bir maaşla yaşama tutunmaya çalışan milyonlarca emekli için eşitliğin bir anlamı var mı, varsa bu nasıl bir anlamdır…?
sermayenin ve çıkarları sermayenin çıkarlarıyla ortak olan siyasetçilerin ve işbirlikçilerinin bizi birbirimize rakip, hatta düşman eden politikalarına, eylemlerine, vaatlerine karşı ortak çıkarımız doğrultusunda yan yana durmak zorundayız… ulusal, etnik, dini, ırksal, mezhepsel, cinsel vb. kimliklerimizle bizi işçi, emekçi, sömürülen, yoksul (sınıf) kimliğimizden soyutlayan ve sömürüyü bu soyutlamalar üzerinden kalıcı duruma getiren, bu yolla da bizi her anlamda yoksul ve aç bırakan %1’lik varsıla karşı tek seçeneğimiz sömürüyle birlikte, sömürüye zemin hazırlayan düzene tümüyle karşı çıkmak… dün sahip olup bugün yitirdiklerimizden başlayarak bugün sahip olamadıklarımızı da sorgulamak zorundayız… unutmamak zorundayız; sermaye karşısında eşit olmadığımız gibi, iktidarlar, yasalar karşısında da eşit değiliz ve biz yeter artık demediğimiz sürece eşit olamayacağımız gibi, şu an elimizde ‘kalanları’ da yitireceğiz.