Geçtiğimiz hafta gerçekleşen asgari ücretteki güncelleme oranı, faiz artışı kararı, Tayyip Erdoğan’ın başlatmaya çalıştığı ‘yeni Anayasa’ tartışmaları ve Rusya’da paralı asker şirketi Wagner güçlerinin Moskova’ya yürümesi (kısa süre sonra geri denseler de) önümüzdeki günlerin tartışma başlıkları olmayı sürdürecektir. Kuşkusuz yaşanan derin yoksulluk açısından çalışanların %60’ının dikkat kesildiği asgari ücret, Saray/AKP/MHP iktidar bloğunun ‘nas’ doğrultusundaki ekonomi politikalarının iflası daha çok tartışılacaktır, tartışılmalıdır. Bunlarla birlikte iktidar bileşenlerinin 30 yıldır siyasi ranta çevirdikleri türban tartışmasını yeniden ve bu kez Anayasa değişikliği dayatmasıyla yeniden gündeme getirmeleri çerçevesinde özgürlükler, haklar, devletin rolü ve işlevi birçok başlıkta tartışmalar açılacaktır.
Türkiye’de çalışanların yıldan yıla asgari ücrete görece yüksek artış, toplu sözleşmeli çalışanlar dâhil diğer ücretlilere TÜİK verileri üzerinden düşük zam politikası çalışanların büyük kısmının asgari ücretli hale dönüştürülmesine yol açtı. Geçtiğimiz haftaki artışla birlikte asgari ücretli olmayan yüzbinlerce çalışanın ücretinin asgari ücretin altında kalması, orta gelir grubunun aldığı ücretin asgari ücrete oranının düşmesi yakın gelecekte çalışanların %70’ten fazlasının asgari ücretli hale dönüşmesiyle sonuçlanacağını söylemek mümkündür. Geçtiğimiz yıllar boyunca ücretlilerin milli gelirden aldıkları payın %40’lardan %25’lere düşmesinin sebebi de iktidarın bu ücret ve toplumu asgari ücretliler haline dönüştürme politikasıdır. Dolayısıyla iktidarın ücret politikalarının sermayenin isteği doğrultusunda gerçekleştiği, bunu kalıcı hale getirmek için de siyasi, dini, milli, geleneksel her değerin kullanıldığı ve rıza üretildiği gerçeğini göz önüne alarak mücadele araçlarını yaratmak ve buna uygun yöntem ve söylem geliştirmek zorunludur.
ÜCRET ASGARİ
Yapılan artışla asgari ücretin 11.402 TL olarak açıklanmasından iki gün sonra Merkez Bankası politika faizinin %8,5’tan %15’e çıkarıldığını açıkladı. Sermaye gruplarının, sözcülerinin kendi pozisyon ve çıkarlarına göre açıkladıkları beklentilerin altında kalan bu artış sonrası döviz hızla değer kazanarak önümüzdeki günlerde ithal ürünler başta olmak üzere yeni zamların ve bu zamlara bağlı enflasyon artışının habercisi oldu. Dövizdeki bu yükseliş sermayenin asgari ücret artışı 300- 400 dolar aralığında olmalıdır önerisini de gerçekleştirecek gibi görünüyor. Seçim öncesi Çalışma Bakanının ‘ aşağı yukarı 500 dolar olacak’ dediği asgari ücret 482 dolara denk gelecek bir seviyeye çıkarılmışken faiz kararı sonrası dövizin yükselmesiyle şu an 40 dolar kadar eridi. Bu erime sermaye sözcülerinin belirttiği asgari ücret seviyesinin dövizdeki artışla sağlanacağını, hatta daha da aşağıya düşebileceğini gösteriyor.
Temmuz ayında memur, emekli ve toplu sözleşmelerden kaynaklı ücret artışlarının olacağını, iktidar sözcülerinin söylediği gibi yüksek bir artış yapılsa da ücretlerdeki erimeyi ve alım gücündeki düşmeyi karşılamayacağı açıktır. İktidarın düşük ücret politikasıyla ihracatı artırma ve büyümeyi sürdürme hedefinde bir değişiklik olmadığı görülmektedir. Bu noktada mevcut faiz artışının ve yapılan açıklamaların ülkeye sermaye girişi için yeterli olmayacağı da görülmüş olmalı ki faiz kararının açıklandığı gün Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ile Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek Birleşik Arap Emirlikleri’ne giderek sermaye arayışına girdiler. Bir dönem darbe finansörü olmakla suçladıkları BAE ile ilişkilerin düzeltilmesi sonrası BAE’nin iktidarın ihtiyacı olan dış kaynağın önemli bir kısmını karşıladığı biliniyor. 28.11.2022 tarihli ‘Operasyon ve Belirsizlik’ başlıklı yazımızda BAE, Suudi Arabistan, İsrail, Mısır gibi ülkelerle ilişkilerin yeniden kurulmasına değinmiş ve; “Suudi Arabistan yönetimini Cemal Kaşıkçı sonrası ‘katil’, BAE’ni 15 Temmuz darbe girişi sonrası ‘darbe finansörü’, İsrail’i ‘terörist devlet’ olarak tanımlayarak ilişkileri koparan iktidar bu politikalarını da iç politika için kullanarak sonuç aldı. Şu anda da tersini yaparak sonuç ve para almaya yöneldi ve Suudi Arabistan’dan 5 milyar dolar, Katar’da 10 milyar dolar geleceği açıklandı.” yazmıştık. Bugüne kadar iktidar batıdan bulamadığı ekonomik kaynağı Rusya ve Çin’in de dâhil olduğu ülkelerden buldu.
Önümüzdeki günlerde de bu durumun sürdürülmeye çalışılacağı görülüyor. Karşılığında neler verildi, ne gibi anlaşmalar yapıldığını şu bilmemekle birlikte iktidara yakın kaynaklar Varlık Fonu içinde yer alan şirketlerin satışının yapılabileceğini belirtiyorlar. Daha önceki yazımızda belirttiğimiz gibi 2024 Mart ayındaki yerel seçimlere kadar durumu idare etmeye çalışacak olan iktidar yerel seçimlerin ardından elde kalan son kamu kurumlarının satışı ve yoğun bir kemer sıkma programıyla saldırıya geçecektir. Uluslararası sermayenin ve sözcülerinin faiz kararanı yetersiz bulmaları, buna ihracatçıların dövizin yükseltilmesi talebi de eklendiğinde ücretliler ve emeğiyle geçinenler açısından bugüne dek görülmemiş bir yoksullaşmanın yaşanacağı görülüyor. Bununla birlikte şirket iflasları, batık krediler, işten çıkarmalar/artan işsizlik 2024 yılı Nisan ayından sonraki aylarda başlıca gündemler olacaktır.
HUKUK ASGARİ
Çalışanları ölmeyecek kadar ücrete mahkûm eden iktidar tüm toplumu isyan etmeyecek kadar bir hukuka mahkûm ediyor. Şu çok açık ki ortadan kaldırmak yerine yoksulluğu yöneten iktidar, hukuksuzluğu da yönetilebilir sınırlarda uyguluyor. Ortak konu ve sorunlar etrafında bir karşı çıkış, direnç oluşturulamadığı için de her geçen gün hukuksuzluğu artırıyor. TİP Milletvekili Can Atalay’ın Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen serbest bırakılmaması, Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın tutukluluklarının devamı da bu bağlamdadır. Üst mahkeme kararlarının iktidarın isteği doğrultusunda alt mahkemeler tarafından yok sayılması ve hukuksuzluğun yine bir mahkeme kararına dayandırılması yargının siyasallaşmasıyla birlikte muhalefetin de bu hukuksuzluklar karşısında etkisiz olduğunu göstermektedir.
İki yılı aşkın süredir birçok festivalin, konserin katılan sanatçılar ve içeriği nedeniyle iptal edilmesi, Cumartesi Annelerinin/İnsanlarının Galatasaray Meydanı’ndaki basın açıklamasına yönelik her hafta yapılan sistematik ve hukuksuz gözaltılar, HDP/YSP üzerinden muhalif Kürt siyasetçi ve kurumlara yönelik baskı ve şiddet, en basit işçi/emekçi eylemlerinin gözaltılarla sonuçlanması, bazı kentlerde Kürt inşaat ve mevsimlik tarım işçilerine yönelik fiziki saldırılar sözünü ettiğimiz hukuksuzluk kapsamında değerlendirilmelidir. Geçtiğimiz hafta birçok kentte LGBT+ bireylerin Onur Yürüyüşü vb. etkinliklerinin ‘kutsal aile’ kavramı gerekçe gösterilerek yasaklanması, Sivas Katliamı anması kapsamında yapılmak istenen etkinliklerin güvenlik, Grup Yorum’un katılma ihtimali gibi gerekçelerle yasaklanması gibi çok sayıda gelişme iktidarın toplumu hukuksuzluğa alıştırdığını da gösteriyor. Benzer bir süreç kadın cinayetleri, iş cinayetleri gibi doğrudan yaşam hakkının ihlal edildiği durumlarda da işletiliyor. İktidarın dini argümanlarla bu alanlara yönelik açıklamaları karşısında yaşam hakkı, Medeni Kanun, Laiklik, sosyal- siyasal haklar, eşitlik gibi kavramların öne çıkarılması zorunludur.
Biliyoruz ki bu iktidar kendi varlığını sürdürmek için dün ‘nas var’ diyerek düşürdüğü faizi bugün yükseltebilir, dün ‘onlar da bu ülkenin vatandaşı’ diyerek haklarını koruyormuş gibi yaptığı LGBT+ bireylere bugün bu ülkeyi zindan edebilir. Dün çoğulculuk söylemiyle toplumun her kesimini temsil iddiasında bulunup bugün çoğunlukçu bir noktaya gelerek toplumun yarısını terörist, hain, iş birlikçi ilan edebilir. Saray/AKP/MHP iktidar bloğunun sermayenin çıkarlarıyla birlikte ideolojik olarak kendi çıkarlarını da güvenceye alacak hamleleri yaparken tutarlık, samimiyet, etik, dürüstlük gibi kavramları da güncel ihtiyaçlarına göre kullandığını görmek gerekiyor. Bu iktidara karşı mücadelede iktidarın ve sermayenin argümanları, sözleri yerine sosyalist, devrimci, emekten ve yaşamdan yana yaklaşımları ve argümanları öne çıkarmak zorundayız. İktidarın belirlediği, verdiği kadarını değil hakkımız olan özgürlükleri, hakkımız olanı ücreti, hakkımız olan refahı, hakkımız olan kültürel- sosyal yaşamı ancak hak sahiplerinin, yani halkın mücadelesini örgütleyebilecek bir devrimci, sosyalist ortak muhalefetin yaratılmasıyla mümkündür.
SADAT WAGNER Mİ?
Geçtiğimiz haftanın en önemli olaylarından biri kuşkusuz Rusya’nın paralı askerlerden oluşan güvenlik şirketi Wagner’in Moskava’ya yönelmesiydi. Rusya Savunma Bakanı ile Genelkurmay Başkanının istifasını isteyen Wagner’in patronu Yengeni Prigojin daha sonra yapılan bazı görüşmeler ve Belarus Devlet Başkanı Aleksandr Lukaşenko’nun girişimi üzerine geri dönmüş olsa da şu an için Rusya yönetiminin, özellikle Putin’in ciddi bir sıkıntı yaşadığı, karizmasına çizik yediği söylenebilir.
Rusya’daki bu gelişme üzerine birçok kişi seçimlerden aylar önce CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun hamlesini de anımsatarak Wagner-SADAT benzetmesi yaparak iktidarın bu vb. yapılarla ilişkilerini gündeme getirdiler. İçerde ve dışarda yasadışı devlet işlerinin ihale edilmesi noktasında benzerlikler olduğu kesin. Suriye ve Libya’da bu iki şirketinde faaliyetleri olduğu biliniyor. Güç, askeri araç-gereç, destek vb. açılardan Wagner’in küçük ölçekli bir ülke ordusu kadar kara ve hava gücüne sahip olduğu biliniyor. Bu nedenle karşılaştırma teknik olarak mümkün değilse de operasyon, psikolojik savaş, etkinlik vb. açılardan benzerlikleri olduğu muhakkaktır. Fiziki kapasite olarak Sadat’ın Wagner’le kıyaslanması olanaksız.
Fakat böylesi bir anda Sadat kadar, belki daha da tehlikelisi iktidarın Libya’da, özellikle Suriye’de desteklediği cihatçı örgütlerin günün birinde Türkiye’de eylem yapmaya yönelme olasılığıdır. Körfez ülkeleri, İsrail ve Mısır’dan sonra Suriye ile de ilişkilerin yeniden kurulma adımlarının atılmasıyla birlikte Suriye’deki bu örgütlerin varlığının ne olacağı bilinmemektedir. 09.02.2023 tarihli ‘Her Alanda Zorbalık’ başlıklı değerlendirmemizde; “Fakat asıl sorun daha önceki yazılarımızda da vurguladığımız gibi Suriye’de Türkiye’nin desteklediği İslamcı militanların Esad’la yapılan görüşmeler karşısında gösterdikleri tepki gelecek günler için Türkiye için de sorun olacak gibi görünüyor. Yapılan görüşmeleri ‘devrime ihanet’ olarak açıklayan grupların varlığı, yapılan gösterilerde Esad’la barışa karşı çıkıldığı açıkça ifade edilirken, Türkiye desteğin süreceğini açıklayarak durumu kurtarmaya çalışıyor izlenimi veriyor.” yazmıştık.
Suriye’de son gelişmeler Kürtlerin yeniden gözden çıkarılmasıyla sonuçlanacak gibi görünüyor. Son zamanlarda SİHA saldırılarıyla öldürülen Kürt yöneticiler, şu an var olan fiili durumu kabul etmeyeceğini açıklayan iktidar, Rusya’nın Suriye yönetimini ayakta tutma ve Türkiye’nin desteklediği cihatçı örgütleri tehdit olarak görmeye devam etmesi, benzer biçimde ABD’nin Suriye’deki cihatçı örgütleri ve Esad’ı gerekçe göstererek Kürtleri desteklemek adına Suriye’deki pozisyonunu koruma isteği çözümün oldukça zor olduğunu gösteriyor. En son yapılan Astana görüşmelerinde Kazakistan yönetiminin ‘artık Astana süreci işlevini tamamlamıştır’ şeklindeki açıklaması sürecin başka bir aşamaya taşınma olasılığını artırıyor. Fakat hiçbir durumda Türkiye’nin istediği gibi Suriye’deki cihatçı örgütlerin yönetime ortak edilmeyeceği görülüyor. Buradaki binlerce silahlı unsurun ne olacağı sorusunun yanıtı da verilmiş değil. Dolayısıyla Türkiye’nin Kürt Özerk Bölgesini dağıtma, Suriye’nin İslamcı militanları imha etme istekleri önümüzdeki günlerde de pazarlıkların yoğunlaşacağı alanlar olmaya devam edecek.
Sadat belki Türkiye’nin Wagner’i değil, fakat İslam âleminin hamiliği, Yeni Osmanlıcılık gibi emperyal hayallerle çıkılan yolda Türkiye’nin Wagner’i olmaya aday (aday olacaklarını da çeşitli biçimlerde göstermiş) Suriye’deki İslamcı örgütlerin varlığını unutmamak gerekiyor. Devrimci, sosyalist ve barıştan yana bir toplumsal talebin ve muhalefetin yükseltilemediği koşullarda içerde ve dışarda egemenlerin iktidarı, uluslararası sermayenin çıkarları için yoksullar ölmeye, birbirlerini öldürmeye devam edeceklerdir.