Cumartesi, Aralık 21, 2024
spot_img

TÜİK’in Enflasyonu Resmi Kölelik

Asgari ücretin altında çalışan ve emekli maaşı alan milyonlarca insanın varlığı dikkate alındığında TÜİK enflasyon verisini değil Saray/AKP/MHP iktidarının ücretlileri, emeğiyle geçinenleri köleleştirme isteğini açıklıyor

TÜİK Kasım ayı enflasyon verilerini açıkladı. TÜİK’e göre tüketici fiyatları aylık  %3.51, yıllık %21.31 olarak gerçekleşti. Oysa çarşıya, pazara çıkan, ay sonunun hesabını yapmak zorunda kalan ücretliler, çiftçiler bu verilerin gerçeği yansıtmadığını yaşayarak görüyorlar. Kaldı ki bağımsız Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG)’nun hesaplamalarına göre Kasım ayı tüketici fiyatları %9.9, yıllık tüketici fiyatları ise %58.65 olarak gerçekleşmiş durumdadır.

Bu yıl içinde gelen zamların sıklığı ve yüksekliği sokağa yansıyan insan manzaralarından, öfkeden görülebiliyor. Üstelik marketlerde, bakkallarda, pazarda neredeyse haftada bir değişen etiket fiyatlarına hepimiz tanık oluyoruz. Fakat TÜİK bizim tanık olduğumuz, bizim yaşamak zorunda kaldığımız geçim sıkıntısını görmüyor. Görmemek bir yana asgari ücretten emekli maaşlarına, toplu iş sözleşmeleri görüşmelerinden toplu pazarlık görüşmelerine kadar sendikalı çalışanlar için de ölçü alınan enflasyon verilerini düşük gösteriyor. Yetmiyor bunun nasıl olduğunu sormak için kendisiyle görüşmeye gelen ana muhalefet partisi genel başkanını ve milletvekillerini kapıdan içeri sokmuyor.

Ülkemizde ücretler yalnızca dolara karşı değil pazara, markete karşı da değer yitiriyor. Asgari ücretin genel/ ortalama ücrete dönüştüğü, asgari ücretin altında çalışan ve emekli maaşı alan milyonlarca insanın varlığı dikkate alındığında TÜİK enflasyon verisini değil Saray/AKP/MHP iktidarının ücretlileri, emeğiyle geçinenleri köleleştirme isteğini açıklıyor. Gerçekte iktidar ve sermaye durumun farkında oldukları için asgari ücretle ilgili olarak

TÜİK’in açıkladığı enflasyon verisinin üzerinde bir zam verileceğini daha görüşmeler başlamadan ilan etmişlerdi. Fakat ücretlilerin yaşadıkları, ENAG’nun hesapladığı kayıpları karşılamaktan çok uzak olacağı açıktır. Örneğin ücretlilerin büyümeden aldıkları pay %32.7’den %29.8’e düşmüş durumdadır. İktidarın ve sermayenin övündüğü, propagandasını yaptığı bir büyüme var; fakat bu büyümeden ücretlilerin, çiftçilerin aldıkları pay yıldan yıla düşmektedir. Kısacası sermaye ve iktidara yakın olanlar büyürken halk, ücretliler, emeğiyle geçinenler küçülmektedir. Bir kriz var, fakat bu kriz sermayenin, iktidar yandaşlarının değil emekçilerin, çiftçilerin krizidir.

11 Ekim 2021 tarihli ‘Yoksula Savaş Sermayeye Barış’ başlıklı değerlendirmemizde; “Çünkü iktidar ekonomik krizden çıkış yolunu sahiplenemediği zamlarda buluyor… Üstelik kamu kurumu olan TÜİK’in belirlediği enflasyon oranlarının çok üzerinde yapılan bu zamlar iktidarın yoksullukla değil emekçilerle savaştığını, halkla değil sermayeyle barışı öncelediğini göstermektedir.” yazmıştık. Göründüğü kadarıyla iktidar zamların ve dövizle alınan bazı ürünlerin raflarda bulunmayışının sorumluluğunu marketlere yükleme çabasını sürdürecek. Son MGK toplantısında ekonomi politikalarının devlet politikası olarak tescil ettirilmesinde olduğu gibi Saray/AKP/MHP iktidarı siyasi olarak sıkıntı yaşadığı, yaşayacağını öngördüğü alanlarda sorumluluğu kendi üzerinden atmanın yollarını arıyor. Daha doğrusu bu yönde algı oluşturmaya çalışıyor.

Bir yandan da sokakta iyice görünür hale gelen öfkeyi dindirmek için yeni yatırım planları, istihdama yönelik kredi teşvikleri, son alarak da dövizin yükselmesini önlemek için piyasaya döviz satıldığını açıkladı. Faizlerin düşürülmesi ve konut kredilerinin kolaylaştırılması gibi inşaat sektörü üzerinden istihdamı artırma planları kısa vadede bir iyileşme görüntüsü oluştursa da orta ve uzun vadede icra ve iflasların artmasıyla sonuçlanacaktır. Bu yüzden özel bankalar iktidarın zorlamalarına rağmen bu plana dahil olmamak için direniyorlar.

Bu arada Hazine ve Maliye Bakanı’nın beklenen istifası sonrası yerine atanan Nureddin Nebati iktidarın faiz başta olmak üzere ekonomi politikalarını sürdürmekte ısrar edeceği anlaşılıyor. Tayyip Erdoğan’ın faizi enflasyonun nedeni olarak gördüğünü, dini açıdan da faize karşı olduğunu söylediği her konuşma sonrası dövizin yükselmesi sermayenin yatırım yerine dövize yöneldiğini gösteriyor. Beklenen yabancı sermaye ise ekonomiye yönelik düzenlemelerin yapılmayışı ve güvensizlik nedeniyle uzak durmayı sürdürüyor. İktidarın yatırımları teşvik etmek için ucuz ve uzun vadeli krediler, sigorta primi ve vergi indirimleri gibi düzenlemeleri çözüm olmaktan uzaktır. Tarım ürünlerinden sanayi ve enerjiye kadar dışa bağımlı duruma getirilen Türkiye ekonomisinin iktidarın sözünü ettiği düzenlemelerle normalleşmesi olanaklı görünmemektedir.

Geçtiğimiz hafta doların 14 TL’ye dayanması üzerine Merkez Bankası piyasaya dolar sattığını açıkladı. Açıklamalara bakılırsa toplamda 1 milyar Dolar satıldığı belirtilmektedir. İktidarın piyasaya verdiği doların emanet/ödünç olduğu iddiaları ise Merkez Bankası’nın nakit rezervinin – (eksi) 40 milyar dolar olduğu dikkate alındığında doğru görülmektedir. Üstelik bazı ekonomistler iktidarın bankalarda kişilere ait döviz hesaplarını da kullanmayı düşündüğünü iddia ediyorlar. Daha önce iki kez bankalardaki döviz hesapları karşılığı Merkez Bankası’nda tutulması zorunlu karşılıkları artıran iktidarın doğrudan döviz hesaplarına yönelmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Dolayısıyla iktidar erken veya zamanında yapılacak seçimi kazanmak için her yolu denemeye niyetli görünüyor.

Bütün bunlar yoksullaşmanın yaygınlaşarak derinleşeceğini, iktidarın gerek duydukça baskıyı ve kuralsızlığı artıracağını göstermektedir. Bu yüzden 26 Kasım 2020 tarihli yazımızdaki çağrımızı yineliyoruz. “Sermayenin ve iktidarının işçilere, emekçilere, yoksullara karşı kendi aralarındaki tüm ayrımları bir kenara bıraktıkları, her türlü baskı ve zor aygıtlarını kullandıkları koşullarda sosyalist/ devrimci, işçi sınıfından yana olanları da ortak bir mukavemet hattında buluşmaya, sosyalist bir siyaset merkezi inşa etmek için mücadele etmeye çağırıyoruz.”

SEÇİM ve İTTİFAKLAR

İktidar her ne kadar ‘zamanında seçim’ dese de şimdiden seçim çalışmalarına başladı. Tayyip Erdoğan’ın ve iktidar temsilcilerinin açılışları, temel atma törenlerini mitinge çevirmeleri bunun göstergesidir. Sistem içi muhalefet uzun zamandır kimlerle ittifak yapacağından, seçim sonrası Anayasa ve devlet düzenine kadar birçok konuda anlaşmış ve seçime yönelik olarak çalışmalara yoğunlaştı.

Sosyalist, devrimci, komünist parti ve gruplar ise zaman zaman kamuoyuna da yansıyan kimi tartışma ve açıklamalar ile kimlerle ve neden ittifak yapmayacaklarını da belirtiyorlar. Meclis’e girmeyi ve burada emekçilerin sesi, temsilcisi olmayı düşünenlerin üçüncü bir ittifakı reddetmelerinin siyaset ve iddialarıyla çeliştiği açıktır. Sistemi değiştirmeyi, emekten, ezilen toplum kesimlerden yana bir siyaseti düşünenlerin var olan seçim kanununun olanaklarını da kullanarak kendi kimliklerini koruyarak bir ittifak halinde seçime girmeleri iktidarın gerilim ve ötekileştirme politikalarına, sağın seçeneğinin sağ olduğu muhalefete karşı verilecek en iyi yanıt olacaktır.

Bu konuda sosyalistlerin, devrimcilerin, komünistlerin birbirlerini zayıflatacak her söz ve eylemin tarihsel sorumluluğu olacağını anımsatmayı görev biliyoruz. Ayrıca bu ittifak görüşmelerinin gelecekte sokağa, alanlara, işyerlerine yönelik yapılacak mücadelelerde işbirliğini, ortak mücadeleyi zedelemeyecek düzeyde yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Devrimci, sosyalist mücadelenin uzun soluklu bir mücadele olduğunu ve seçimlere yönelik görüşme ve tartışmaların buna uygun yapılması gerektiği açıktır.

İktidarın ve sermayenin her yolu ve değeri kullanarak emeğiyle geçinenlere saldırdığı, yoksulluğu yaygınlaştırarak derinleştirdiği, ekonomik, demokratik, siyasal her türlü hak talebini ve mücadelesini bastırdığı, bu mücadeleyi verenleri ötekileştirmeye çalıştığı ve bunu devlet politikasına dönüştürdüğü koşullarda sosyalistlere, devrimcilere, emekten yana olanlara düşen birlikte, ortak bir mukavemet hattını kurmak ve sokağa örgütlemektir. Açıktır ki birlikte mücadele etmediğimiz sürece içinde bulunduğumuz koşullarda bu durumu tersine çevirme değiştirme olanağımız bulunmamaktadır. Dolayısıyla seçim sürecinin, seçime yönelik görüşme ve açıklamaların, ittifakların seçim sonrası da düşünülerek ilerletilmesi gerekmektedir.

BATIDAN DOĞUYA

Saray/AKP/MHP iktidarı ABD ve AB’den, hatta Rusya’dan beklediği, istediği desteği alamadığını, alamayacağını gördükçe doğuya yöneliyor. Daha doğrusu özellikle ABD ve Rusya iktidarın iki tarafa da ilgi göstererek çıkarlarını maksimize etmeye çalıştığını gördükleri için ciddiye almamayı tercih ediyorlar. Son olarak Suriye’ye yönelik tezkerede ortaya çıkan durum bunun en somut yansıması oldu.

İktidar bunun üzerine BAE ve İran’a yaklaşma eğilimine girdi. BAE’nin 15 Temmuz darbe girişimini finanse etmekle suçlandığı ve ilişkilerin dondurulduğu, İran’ın ise Suriye’de Esad’ı desteklediği, tarihsel rakip ve Şii olduğu düşünülürse durum daha net anlaşılır. İran’la yakınlaşmanın bir nedeni de ABD’ye örtük bir uyarı amacı taşıyor. ABD’nin ve batının İran fobisini kullanarak kaybettiği yerini geri almaya çalışıyor. Suriye ve Irak’ta çözüm için ABD’nin İran gerçekliğini kabul ettiği bir dönemde İran’la yakınlaşma ABD politikalarına yakın gibi görünse de tam tersine ABD karşıtlığı gibi bir görünüm oluşuyor. Dolayısıyla bu hamlenin batıdaki karşılığı iktidarın beklediğinin tersine olacaktır.

BAE ile kurulan ilişki ve 10 milyar dolarlık yatırım sözlerinin zamana yayılacağını geçen haftaki yazımızda belirtmiştik. Bu yakınlaşmadan iktidarın ilk kazancı mafya lideri Sedat Peker’in ev hapsine alınmış olması olarak görülüyor. BAE’nin yatırım sözleri karşılığı iktidarın içerde ve dışarda hangi güvenceleri verdiğini, nelerden vazgeçtiğini bilmiyoruz.

Avrupa Konseyi Osman Kavala’nın serbest bırakılmaması sonrasında iktidara 19 Ocak’a kadar süre tanıdığını açıkladı. AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamayan iktidarın sözcüleri bu kararı yargıya müdahale olarak gördüklerini açıkladılar. Anlaşılıyor ki iktidar AİHM ve Anayasa Mahkemesi’ni yargının bir parçası olarak görmüyorlar. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılmasıyla ilgili olarak AİHM kararlarının iç hukukun üstünde olduğunu, Anayasa Mahkemesi kararları olduğunu yom sayıyorlar.

Avrupa Konseyi 19 Ocak’ta Osman Kavala’nın serbest bırakılmaması durumunda yaptırım kararı alacağını da açıkladı. Yaptırımların neler olacağını şimdiden öngörmek mümkün olmasa da iktidarın her durumda bunu iç siyaset malzemesine dönüştüreceği açıktır. Her ne kadar daha önce ABD’li rahip Brunson ve Alman Die Welt muhabiri Deniz Yücel davalarında son anda bir serbest bırakma kararı alınmış olsa da özellikle ekonomik olarak ağır fatura çıkmıştı.

İktidarın günlük ihtiyaçlarına göre pazarlık yaparak isteneni verirken karşılığını almayı esas aldığını göz önüne alırsak, Saray/AKP/MHP iktidarı AİHM kararını uygulamasının karşılığında AB’den bir şeyler isteyip istemeyeceğini veya bir kopuş için gerekçe yapıp yapmayacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Bir Cevap Yazın

Haftalık Siyasal Durum Değerlendirmesi