Soma Katliamı sırasında yaralı çıkarılan madenci ambulansa bindirilirken “çizmelerimi çıkarayım mı?” diye sormuş ve içimizin burkulmasına yol açmıştı… can pazarından çıkarılan bir insana bunu düşündüren o zamana kadar verilen eğitim ve toplumsal değer yargılarıydı elbette…
buna benzer durumlarda çocukluğuma ve gençliğime gidiyorum çoğu zaman; maden işletmesinin servisleri işçi ve memur olarak ayrı ayrıydı. memurların servis araçları sünger koltuklu otobüsler, işçilerinki de tahta koltuklu kamyondan bozma araçlardı… ve işletmenin ileri geleni veya iktidara yakın değillerse işçiler memur servislerine binmezlerdi, binemezlerdi. herkes ‘sınırlarını’ bilirdi yani… eğer işçiler arasında memur servislerine binmeye yeltenen olursa (hatta hiç karşı çıkan olmasa bile) aracın şoförü ve muavini engel olurdu… maden işletmesi (eski adıyla Ereğli Kömürleri İşletmesi 1983’ten sonraki adıyla Türkiye Taşkömürü Kurumu) devlet gibiydi. okulları, sinemaları, camileri, plajları, ekonomaları (bir tür market), ekmek fırınları, parkları vb. vardı… bugünle kıyaslandığında yeniden o günlere dönmek piyangodan büyük ikramiye sayılır benim açımdan…
fakat maden işletmesinin her hizmetinin yazılı veya sözlü kuralları da vardı… örneğin; sözünü ettiğim park ve plajlar aileye veya bekarlara diye bölünmüştü, lokaller memurlar ve işçiler için ayrı ayrıydı, aynı filmler olsa bile sinema gösterimleri ailelere, bekarlara şeklinde ayrı yapılıyordu, işçi çocukları yalnızca c.tesi günleri sinemaya gidebiliyordu… küçük bir belde de yaşayıp da ilçe merkezinde bile bulunmayan olanaklara sahip olunca belirttiğim bu ayrımlar sorun değildi, çünkü herkes sırası, günü, saati geldiğinde bu olanaklardan yararlanıyordu… işletme belde dışından gelenlere lojman, kirada oturanlara kira yardımı, belde dışında okuyanlara (meslek liselerine gidenlere) taşıt, ayrıca ilkokuldan üniversiteye kadar nakdi öğrenim yardımı yapıyordu…
elbette işletme görevlileri bugünle kıyaslanmayacak kadar vicdanlarını dinliyor, sorumluluk da alabiliyorlardı… örneğin yazılı veya sözlü yasaklara rağmen bu yasakları uygulamayanlar da vardı… işletmenin özel ilkokuluna vicdan sahibi yöneticiler sayesinde gidebildim, çünkü ben okula başladığımda ailemden madende çalışan kimse yoktu ve benim Milli Eğitime bağlı ilkokula gitmem gerekiyordu. fakat içinde bulunduğumuz durumu dikkate alan işletme ve okul yönetimi benim işletmenin okuluna başlamamı sağlamışlardı… (yani biz yoksulduk ve özel okulda tüm öğrenim giderleri maden işletmesi tarafından karşılanıyordu… )
derdim tarih anlatmak, Türkiye Taşkömürü Kurumu güzellemesi yapmak değil… zaten yaşı 50’nin üzerinde olanlar ve kamu kurumlarının bulunduğu yerlerde yaşamış olanlar bu saydıklarımın çoğuna tanık olmuşlardır … günlerdir üniversite öğrencileri ‘barınamıyoruz’ diyerek parklarda yatıyorlar. bazıları da (özellikle yurt çıkmayanlar) istenen kira ücretleri karşısında pes edip evlerine dönüyorlar… toplumun önemli bir kısmı öğrencilere hak verip kendince (bireysel) çözümler üretirken iktidar var olan sorunu inkar etmeyi seçti. devlet yurtlarının gereksinimin dörtte birini bile karşılamadığı, özel (çoğu da tarikat ve cemaatlere ait) yurtların da yetmediği, istenen ücretlerin 13 bin TL’den 60 bin TL’ye kadar değiştiğini okumuşsunuzdur zaten…
toplumun bulduğu çözümler çeşitli… doğrudan para yardımları, evinin bir odasını, kullanmadığı konutu öğrencilere verme, üyesi oldukları dernek ve vakıfları duyarlılığa çağırma gibi örnekler sosyal medya üzerinden de duyuruluyor. muhalif belediyeler ise ellerindeki misafirhane vb. yapıları öğrencilere tahsis ettiklerini açıkladılar… dayanışma ve kısa vadede sorun çözme açısından anlamlı görünen bu çabaların sorunların kökten çözümü için savaşım vermememizin önünü kesmeye başladığını düşünüyorum. yukarıda geçmişten örnek verme sebebim de bu yüzden… nereden nereye geldiğimizi, neleri yitirdiğimizi görmemiz gerekiyor.
her afette, her zorlukta, her sorun da devletin, devlet kurumlarının yapması gerekenleri yurttaşlar olarak bizim yapmamız düşünsel bir çözülmeye, erozyona da yol açıyor… bizler niçin vergi veriyoruz? iktidarın bile görmezden gelemediği ancak inkar ettiği öğrencilerin barınma, beslenme, öğrenim görme hakları sosyal devlet ilkesinin bir parçası değil mi? diyelim ki sosyal devlet ilkesi yok; devletin yurttaşların/öğrencilerin barınma, beslenme, eğitim, sağlık hakkını hak olarak görüp ücretsiz karşılaması kötü bir şey midir? bakmayın ücretsiz dediğime, çalışanlar olarak gelir vergisi, SGK primi, işsizlik sigorta fonu aidatı gibi kesintilerle, tüketici olarak aldığımız ürünler için ödediğimiz KDV, ÖTV’lerle, yurttaşlar olarak ödediğimiz emlak vergileri, harçlar, ödediğimiz bazı faturaların içine eklenen fonların karşılığını istemiş oluyoruz. bizden doğrudan veya dolaylı olarak kesilen vergi, prim, harç, fon vd. için iktidarlar da aynı açıklamaları yapmıyorlar mı…?
konut/yurt sorunu bir başka gerçekliği daha ortaya çıkardı; yoksulların kentlerde oturması nasıl olanaksız duruma geliyorsa yoksulların çocuklarının da öğrenim görmesi olanaksızlaşıyor… yalnızca asgari ücretli ve düşük maaşlı emekliler değil kamuda yeni işe başlamış çalışanların bile söz konusu yurt ücretlerini, ev kiralarını ödeyebilmeleri olanaklı değil… daha bunun beslenme, olağan öğrenim giderleri, kirada oturanların yol, elektrik, doğalgaz, beslenme giderleri var… geçmişten anlattığım örnekte sırası, günü, saati gelen olanaklardan yararlanıyor demiştim ya, bugün o sıra, o gün, o saat yoksula, emekçiye gelmiyor, gelmeyecek… eskisi gibi vicdanıyla duruma müdahale edecek, en azından ortak olmayacak kamu görevlisi bulmak da olanaksıza yakın…
Tekirdağ’da Tek Gıda İş Sendikası’na üye oldukları için vali ile görüşmeye giden işçiler valilik önünde durmakta ısrar edince oradaki yetkili polisin “süpür” talimatıyla işçilerin gözaltına alındığını izlemişsinizdir… öncelikle yetkililerin ve kamu görevi yapanların konuşma dilinin söylenenden çok daha fazlasını yansıttığını söyleyeyim… ilk olarak AKP’lilerin başlattığı, belki de yoğun kullandıkları için benim öyle sandığım insanların sayısının ‘tane’ olarak ifade edilmesi bir yaklaşımın, bakış açısının yansıması diye düşünüyorum… süpürmek fiilini ilk duyduğunuzda aklınıza insan gelmez değil mi? ya da insan sayısı belirtilirken ‘tane’ yerine ‘kişi’ kullanılması gerektiğini ilkokulda öğrendiğimizi anımsarsınız…
kentte yaşayan herkesin valiliğinden süpürülmekle ‘barınamıyoruz’ diyen öğrencilerin yalan söylemekle suçlanması arasında çok mu fark var? yaşadığımız büyük yangınlar sonra zararın karşılanacağı açıklanırken ‘büyükbaşsa büyükbaş, beyaz etse beyaz…’ sözleriyle üç beş kişi yerine üç beş tane genç denmesi arasındaki fark ne kadar…? kentlerin yalnızca iş gücümüze açılıp yaşam alanımız olmaktan çıkarıldığı, çocuklarımızın öğrenim haklarının alınıp satılan bir metaya dönüştürülerek eğitim sisteminin dışına itildiği, barınma hakkı ve yerinin sınıfsallığının yüzümüze çarpıldığı bir döneme girdiğimizi düşünüyorum… üstelik bunun tüm dünyada belirgin biçimde görünür olduğu bir çağ…
yıllardır bize yutturulan özelleştirme, serbest piyasa, rekabetin ucuzluk ve kalite getireceği yalanı sona erdi… fakat aradan geçen yıllar içerisinde sermaye ve iktidarın elinde tuttuğu propaganda üstünlüğüne yenik düştüğümüzü de görmek zorundayız. ücretsiz ev, ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık, ücretsiz ulaşım istemenin insan olmaktan/yurttaş olmaktan kaynaklı haklarımızı istemek olduğunu unuttuk maruz kaldığımız propaganda karşısında… o zaman anımsayalım ve anımsatalım…
başlangıç olarak hiç değilse sermayeye sağlanan vergi afları, SGK prim kolaylıkları, kredi kolaylıkları gibi af kolaylıkları tüm emekçiler, yoksullar ve çocuklarımız için isteyelim… hiç değilse eşitlik isteyerek özgürlüğe, adalete doğru bir yolculuğun hazırlığını yapalım. Rızamız dışında, bize rağmen ve bizim için bizden alınanları istemekle başlayalım… toptan süpürmek şu an olanaklı değil elbette, fakat küsmek, vazgeçmek yerine tane tane süpürmenin olanaklarını yaratalım… hep birlikte, hep beraber…
haftanın iyi haberi Almanya’dan geldi… seçimlerle eş zamanlı olarak yapılan referandumda Berlin halkı emlak şirketlerinin elinde bulunan konutların kamulaştırılmasına evet dedi (%56)… dünyanın en büyük üçüncü ekonomisinde halkın %84’ünün kirada oturuyor olması kapitalizmin geldiği aşamayı da gösteriyor. Berlin halkının bu ‘evet’i şimdilik tavsiye niteliğinde, yani referandum sonucu bağlayıcı değil, ancak bir dönüşümün habercisi gibi…