Antoni Aguiló, Coimbra Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Merkezi’nde (Portekiz) profesörü ve felsefecidir. Boaventura de Sousa Santos ile birlikte, içinde yaşadığımız karanlık zamanların bir yansıması olan Global Learnings: Decolonize, decommodify and depatriarchalize epistemologies of the South adlı kitabıyla tanınmaktadır. Bu röportajda Aguiló, Avrupa Merkezciliği ve onun yükselen popülist faşizmle bağını sorguluyor. Sömürgecilik mantığının günümüzde nasıl üretildiği ve siyasetteki etkisi üzerine konuşuyor.
15. yüzyıldan başlayarak, Batı’nın Avrupa merkezciliğin egemen olduğu bir kültür ve gerçeklik vizyonunu dayattığını ve küreselleştirdiğini söylüyorsunuz. Avrupa Merkezcilik anlayışınız nedir?
Avrupa Merkezcilik ikinci bir deri gibidir, vücudumuzu o kadar sıkı sarar ki, onu neredeyse hiç fark etmeyiz. Bu, uzun süredir yıkıcı geleneklere dönüşen inançlar, tavırlar ve uygulamalarla şekillenen üstünlükçü bir ideolojidir. Montaigne, bir denemesinde geleneklerin kolay kolay değiştirilmediğini anlatır; bu küçük yaşlardan itibaren genç bir buzağıyı kollarında taşımayı öğrenmiş bir kadının hikâyesidir. Zamanla buzağı büyür ve bir öküze dönüşür, ancak kadın onu hala kollarında taşır. Doğduğumuz günden beri gelenek sütünden emziriyoruz. Avrupa Merkezcilik de benzer şekilde çalışır ve çeşitli şekillerde güçlendirilir. Eğitim bir örnek olabilir – dünyayı görme ve anlama şeklimizi belirleyen güçlü bir etkiyi empoze eder. Ayrımcılığın duvarlarını çimentolayan harçtır.
Etnosentrizmin, emperyalizmin ve ataerkilliğin yalnızca Avrupa’nın “orijinal günahları” olmadığı doğrudur. Batılı olmayan kültürler (Aztek, Fars, Osmanlı, Çinliler vb.) de kendi imparatorluklarını kurdular. Yine de, Avrupa modernliği, Avrupa’nın üstünlüğüne ve Dünya’nın fethine, daha önce hiç olmadığı kadar, Avrupa’nın tarihin motoru olduğuna dair tartışılmaz bir kesinliğin kabulü takıntısına kapıldı. Avrupalılar kendilerinin; akılcılık, özgürlük, yaratıcılık, merak ve hoşgörü de dâhil olmak üzere, diğer halklardan veya kültürlerden farklı niteliklere sahip olduğuna inanıyordu. Ardından uygarlıklarının üstün başarılar gerçekleştiği fikri bu ‘üstünlük duygusunu’ besledi: bilim, teknoloji, bürokrasi, kapitalizm, sanayileşme vb.
Avrupa Merkezcilik, diğer örneklerin yanı sıra “merkez ve çevre”,”üstün ve aşağı”,”uygar ve barbar”, “gelişmiş ve gelişmekte olan” gibi eşitsizliği doğallaştıran ve hiyerarşileştiren ikilemler de üretir. Avrupa merkezli hâkimiyet bu eşitsizlikleri teşvik eder, sosyal imgeleri şekillendirir ve çeşitliliğe olumlu bir şekilde değer verme yeteneğine sahip bir kültürel sürecin olasılığını azaltır. Avrupa merkezciliğin empoze edilen mirasını geri püskürtmek bizim görevimiz. Bunu yapmak için şu soruları tersine çevirmeliyiz: “Biz ırkçı mıyız?”, “İçimizdeki ırkçılığı nasıl ortadan kaldırabiliriz?”
1980’lerden bu yana, Avrupa büyük ekonomik ve sosyal zararlar gördü (artan eşitsizlik, servetin yoğunlaşması, sosyal dışlanma, aşırı sağın yükselişi vb.) Bu kriz aynı zamanda egemen Avrupa merkezli dünya görüşünün bir krizi mi?
Avrupa Merkezcilik krizde, ama ölmüş değil. Mantığı hala küresel bilgi üretimine hükmediyor; algısal ve ilişkisel alışkanlıklarımızı şekillendiriyor. Okullar, orta öğretim ve kitle iletişim araçları aracılığıyla kendini yeniden üretmeye devam eden bir mantık bu. Bu mantık, insanların transseksüel oldukları için işkence görmelerine ve öldürülmelerine izin veriyor. Aşırı sağ küresel dalgalanın kanıtlandığı gibi; üstünlükçülük, ırkçılık, maçoluk ve yabancı düşmanlığı ile dolu söylemlerle kendini yenileyen bir mantık. Bizi yalnızca mümkün değil, aynı zamanda gerekli ve acil olan başka dünyalar inşa etme olasılığını keşfetmeye teşvik eden mantık budur.
Gerçekte krizde olan şey, dünyayı anlamanın anahtarının Batı bakış açısında bulunması gerektiği fikridir. Avrupa merkezciliğin krizi kısmen Çin ve Hindistan gibi yükselen büyük ekonomilerin yükselişiyle açıklanabilir, ama aynı zamanda Küresel Güney’de ortaya çıkan, Batı modernliğinin kendine özgü çelişkilerini vurgulayan çok sayıda entelektüel çerçeve ile de açıklanabilir. Bu eleştiri; bilgileriyle, yaşam tarzlarıyla ve çatışma stratejileriyle, çevre halkların yaşanmış gerçekliklerinin Avrupa merkezli olmayan bir perspektifinden geliyor. Bu çerçeveler arasında Kurtuluş Teolojisi, Paulo Freire’in Ezilenlerin Pedagojisi, Hindistan’daki Alt Sınıf Çalışmaları, Bağımlılık Teorisi, Fals Borda’nın katılımcı eylem araştırması, Latin-Amerika sömürgecilikten uzaklaşma, Patricio Guerrero’nun korazonarı, kolonyal feminizm ve Güney’in epistemolojileri’ni vurgulayabiliriz.
Global Learnings’de siz ve ortak yazarınız kapitalizmin, sömürgeciliğin ve ataerkilliğin hegemonyasına meydan okumak için bir dizi stratejiyi vurguluyorsunuz. Son üçü, tarihsel olarak, baskı, sömürü ve fethi meşrulaştıran “dipsiz bir düşünce çizgisi” olarak nitelendirdiğiniz şey üzerine inşa ediliyor. Neden ideolojik temelleri zayıflatılmış olsa da, bu Avrupa merkezci dipsiz düşünce çizgisi hala bazı siyasi partilerin yanı sıra Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği gibi uluslar üstü kurumların da kökeninde?
Yanlış bir anakronizm kisvesi altında işleyen basit bir nedenden dolayı: Sömürgecilik bağımsızlık süreçleriyle sona ermedi. Bu, belirli bir sömürgecilik biçiminin, işgalin resmi sömürgeciliğinin sonunu işaret ediyordu.
Şimdi, sosyokültürel bir süreç olarak alındığında, sömürgecilik; sömürgecilerin de sömürgeleştirilenlerin de zihninde kaldı, ancak kamufle edildi. Bazen görkemli sözler altında mazur görülse bile, esasen IMF ve Dünya Bankası’nın oldukça rahat kullandığı aşağılanmış bir kelime olan “demokrasi” gibi boş ifadelerle. Neden? Çünkü serveti yeniden dağıtmaya istekli bir demokrasiye değil, Devletin neoliberal, özelleştirme doğasına uygun, tamamen resmi, prosedürel bir demokrasiye atıfta bulunuyorlar. Bunu, Avrupa’da son zamanlarda uygulanan kemer sıkma politikalarına dayalı ekonomik reçetelerde ve 80’li yıllarda IMF tarafından Afrika ve Latin Amerika’da dayatılan ve hepsi de toplumsal eşitsizlikleri artıran yapısal uyum programlarında gördük. Yunanistan’ın Syriza trajedisinde gördük.
Fransız-Alman ekseni altında örgütlenen Avrupa Birliği, farklı devletleri boyun eğdirmek, egemenlikten mahrum etmek ve ulusal politikaları nı tahküm altına almak için bir iç sömürgecilik biçimi olarak borçtan yararlandı. Demokrasiyi, Avrupa neoliberal küreselleşmesinin ekonomik, politik ve sosyal modelinin hizmetinde bir araç haline getirdi. Gerçek sosyal ve politik dönüşüm için seçime dayalı çözümler, sözler yetersiz kalmaya mahkûmdur.
Eski ve yeni sömürgecilik biçimlerinin ortak noktası nedir?
Her ikisi de Boaventura’nın “dipsiz çizgiler” olarak adlandırdığı şeyi özetliyor: Doğru ve yanlış arasındaki radikal bir bölünmeyi temsil eden fiziksel veya sembolik bir ayrım türü: Neyin doğru neyin yanlış, normal ve anormal, güzel ve çirkin, medeni veya modası geçmiş ve her şeyden önce insan ile insanlık dışı olduğunu tanımlamaya yönelik bir mekanizma.
Kapitalizmin, sömürgeciliğin ve ataerkilliğin çıkarlarıyla uyumlu olarak sömürgeleştirilmiş sosyal grupları; aşağı, görünmez ve kullanılıp atılabilir varlıklara dönüştürmesi, evcilleştirmesi, sömürmesi ve kontrol edilebilir popülasyonlara dönüştürebilmesi için ‘dipsiz çizgiler’ çizer. Örneğin, İspanya’nın aşırı sağcı popülist partisi Vox’un liderlerinden biri kadınların daha fazla veya daha az yemek yeme, saçlarını kestirme veya tırnaklarını kestirmeye hakları olduğunu ancak kürtaj hakkına sahip olmadıklarını söylediğinde, tüm kadınlara kendi seçim hakları olmayan, aşağı varlıklar olarak davranıyor. Matteo Salvini denizde kurtarılan göçmenlerden “insan eti” olarak bahsettiğinde de durum aynı. Spesifik olarak, farklı olanları damgalamaya ve onları işe yaramaz, aşağı, aşağılık vb. olarak nitelendirmeye yönelik kolonyal saplantıyı yeniden üretiyorlar.
Bugünün sömürgeciliği haçlar ve kılıçlarla değil, çok daha karmaşık mekanizmalar ve kurumlarla gerçekleştiriliyor. Dronlar, algoritmalar, büyük veri, sahte haberler, riskten korunma fonları, toksik ipotekler, kumarhane ekonomileri, Goldman Sachs, borç, sosyal faşizmler, önleyici savaş, yeşil kapitalizm, pembe yıkama (Bir devletin LGBT haklarını tanıyıp bunu diğer insan hakları ihlallerini örtmek için kullanması), serbest ticaret anlaşmaları, beyaz yıkama (Suçları örtbas etmek için yapılan baştansavma soruşturma ve davalar), madencilik, arazi gaspı, transgenik tarım, göç yasaları, vb. Bunlar, güçlülerin çıkarlarını korumak için kullandığı tahakküm ve kontrol biçimlerinden bazılarıdır. Kitapta Avrupa’nın mevcut sömürgeci yönlerinin bazılarından bahsediyoruz: Mülteci krizi karşısında ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, iç sömürgecilik, mali faşizm, aşırı sağ popülizm, çokkültürlülük vb.
Neoliberal küreselleşme ve sosyal demokrat partilerdeki ideolojik değişim nedeniyle, son birkaç yılda Almanya, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, İspanya ve Brezilya’da aşırı sağ hareketlerin yükselişine tanık olundu. İlerici güçler, farklı sosyal faşizm türlerinin ortaya çıkışıyla nasıl başa çıkmalı?
Sosyal faşizm, Achille Mbembe’nin “nekropolitika” dediği şeyin bir ifadesidir, belirli yaşamları temel korumalardan dışlayan, onları ölüme maruz bırakan bir sosyal ve politik kontrol biçimi. Bu, terk edilmeye, dışlanmaya, kriminalize edilmeye vb. yol açan uygulamalardan gelir. Sosyal faşizm, sistemin çıkarları için harcanılabilir hayatlara savaş ilan eder: Güvencesiz hayatlar, ırkla damgalanmış hayatlar, en yoksulların hayatları, evsiz hayatlar, göçmen hayatlar… Beyaz, batılı, orta sınıf, Hristiyan ve heteroseksüel hegemonik öznelerin dışında kalan bütün hayatlar.
Genel olarak, günümüzün küresel aşırı sağının onayladığı sosyal faşizm, kapitalist piyasa çıkarlarının radikal savunmasını; gerici, kadın düşmanı, ırkçı, cinsiyetçi ve homofobik akımlarla birleştiriyor. Bütün bunlar, sosyal faşizmin, farklı sosyal kesimler arasında ittifaklar oluşturduğu Bolsonaro ile Brezilya’da gördüğümüz gibi, şiddetli bir şekilde sol karşıtı ve ilerici karşıtı duruşlardan kaynaklanıyor: neoliberaller, evanjelik köktenciler, muhafazakâr Katolikler, diktatörlük nostaljisi olanlar vb.
Sosyal faşizmle nasıl mücadele ederiz? Kesin bir cevap yok, ancak bazı acil göstergeler var. Birincisi, ilerici kesimler faşizm tehdidini küçümsememelidir. Otoriter ve gerici konumların artan etkisini küçümsemek büyük bir hata olur. Sorun, bugünün solunun 20. yüzyılda karşılaştıkları siyasi faşizmle mücadele geleneğine batmış olmasıdır, ancak büyük ölçüde sosyal faşizme karşı miyop, hatta kayıtsızdır – sosyal demokrasinin neoliberalizme dönüşü iyi bir örnek olacaktır. İkinci olarak, sol hareketler, şu anda sağı/aşırı sağı destekleyenlerin etkisinin büyük olduğu kamusal siyasi tartışmanın merkezini geri kazanmak zorundadır.
Üçüncüsü, farklı ölçeklerde anti-faşist direnişleri ifade ederken ittifakları genişletmek çok önemli; feminizm, anti-kapitalizm, ekoloji, cinsel ve toplumsal cinsiyet çeşitliliği, insan hakları, epistemik çeşitlilik, laiklik, ifade özgürlüğü, baskıya karşı mücadele, demokrasinin demokratikleşmesi, antimilitarizm, ırksal eşitlik ve eleştirel eğitim.
Kitabınızda önerdiğiniz küresel öğrenmeler bu bağlamda nasıl bir rol oynuyor?
1950’de Aimé Césaire, yüzyıllar süren kapitalist gelişmeden sonra batı medeniyetinin sınıf ve sömürgecilik sorunlarıyla ilgili sorunları çözemediğini belirterek Sömürgecilik Üzerine Söylemine başladı. Onu “çökmekte olan”, “mağdur” ve “ölmekte olan” bir medeniyet olarak nitelendirdi. Avrupa’nın içine hapsolduğu medeniyet krizinden çıkmamız için yan yollar yaratmalıyız ve bahsettiğimiz bu küresel öğrenmeler yol haritasının bir parçası olabilir. Sınırları aşma ya da Gloria Anzaldúa’nın dediği gibi bu bir; ortak zemin bulma ve pratik, yıkıcı, muhalif ve yaratıcı direniş alanları yaratma, sosyal ilişkileri yeniden inşa etme, çatlakları genişletme, umudu yenileme ve hayatı daha çoğaltma girişimidir. Anılarımıza, bedenlerimize ve derilerimize kazınanlar; sözlü gelenek, dayanışma, tamamlayıcılık, çoğulculuk vb.
Doksanlı yıllar, Zapatistalar veya Dünya Sosyal Forumları gibi çeşitli karşı hegemonik direniş hareketlerinin yükselişini gördü. Daha yakın zamanlarda, İşgal/15-M döngüsünü gördük. Felsefe, Avrupa Merkezciliği aşabilecek bir alt kozmopolitizmin inşasında nasıl bir rol oynar?
İlk adım, alçakgönüllü olmak ve Batı felsefesindeki küstahlık ve üstünlük duygusunu kabul etmektir; Batı felsefesi, genellikle Batılı olmayan gerçeklere ve bilgiye hiç aldırış etmeden iddialı evrensel bir bilgi olarak sunulur. Örneğin Kant ve Hegel, Batılı olmayan bilginin felsefi düşünceyi üretme kapasitesini sorgulayacak kadar ileri gitmiştir. Cusa’lı Nicholas bize, kişinin cehaletinin varoluşsal olarak tanınması olan tevazunun, herhangi bir felsefi perspektif için gerekli başlangıç noktası olduğunu öğretti. Antonio Machado, hayali karakteri Juan de Mairena aracılığıyla, bir insanın gerçek ansiklopedik boyutunun bilgeliklerinde değil, cehaletlerinde yattığını söyler. Biz ansiklopedik cahilleriz. Ansiklopedizm, Aydınlanma’nın bir inşasıydı. Mütevazı, dogmatik cehaleti geri almalıyız. Alçakgönüllülük olmadan, dekolonizasyon hiç olmayacak.
Felsefe, insanlığın bitmez tükenmez düşünme, altüst etme, yaratma, sevme ve direnme kapasitesini artırmamızı sağlayan bir faaliyettir. Bu anlamda felsefe isyana âşıktır, isyan; baskının doğal görünme halini bozar, eşitlikçi bir toplumun olduğu bir dünyada yaşamanın yollarını bulmak için gündelik mücadelelere girer. Bunun gerçekleşmesi için felsefenin sömürgecilikten arındırılması gerekiyor. Bunların yanı sıra, Batı felsefi kanonunun dışında yer alan her şeyi görünür kılmak için pratiklerin yaratılması önemli; Batı felsefesinden dışlanmış insan deneyimlerine değer verilmesi ve diğer felsefi öğrenimler ve dillerle alışverişi teşvik etmek etmemiz gerekiyor.
Feminizm ve LGTBI hareketi için en acil zorluklar nelerdir ve neden sömürgecilikten arındırılmaları gerekir?
Bağlamlara bağlıdır. Ortak noktaları, heteroseksist ve ataerkil rejimlere karşı savaşan bir siyasi kültürün ifadesi olmalarıdır. Buradaki zorluk, koşullu ittifakları aşabilen ve her hareketin ihtiyaçlarını ve özlemlerini toparlayabilen çoğulcu, açık fikirli bir projeye doğru yönelen bir politika oluşturmaktır. Aynı zamanda, sömürgecilik ve kesişimsel feminizm pratiklerini takip ederken, ırkçılık ve sömürgecilik, zorunlu heteroseksüellik, maçoluk ve kapitalizm arasındaki bağlantıya dikkat eden bilgi ve uygulamalar inşa edilmelidir.
Avrupa’da, her iki hareket tarafından paylaşılan en acil zorluk; aşırı sağın yükselişinin yol açtığı kadın düşmanlığı ve LGTBphobia’nın yeniden ortaya çıkmasıyla yüzleşmektir. Feminizm ve LGTBI hareketi, faşizmle savaşmanın iki yoludur; cinsiyeti aile yapılarının temeli olarak gören; aileyi ulus ve geleneğin temeli olarak öne süren anlatıya meydan okurlar. Klasik antifaşist örgütler maçoluk ve homofobi ile dolu. Bugünün antifaşizmi, enine, çeşitli ve kapsayıcı olmalıdır.
Bu röportajın orijinali La Pensante tarafından gerçekleştirilmiş, 17 Ocak 2021’de guerrillatranslation.org tarafından İngilizceye çevrilerek yayınlanmıştır.
Çeviri: Gökhan Kaya