Geçtiğimiz hafta enflasyon verileri açıklandı. Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) TÜİK’e göre yıllık % 69,97 olurken bağımsız Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) verilerine göre % 156,86 olarak gerçekleşti.
Çalışanlar başta olmak üzere tüm ücretlilerin alım güçlerinin 2021 Aralık ayının gerisine düştüğü TÜİK verileriyle de kesinleşmiş oldu. İktidar tüm hesap oyunlarına, algı yaratma çabalarına rağmen yoksulluğun günden güne arttığını ve kitleselleştiğini gizleyemez, kendi tabanını bile ikna edemez durumdadır. Ekonomi politikalarındaki tercihlerde ısrar edilmesi, ithalata dayalı üretimden vazgeçilmemesi, tarımın desteklenmemesi, Rusya Ukrayna savaşı ve bu savaşın yarattığı uluslararası koşullar gibi çok sayıda etken önümüzdeki yıllara da yansıyacak olan yoksullaşmanın derinleşeceğini gösteriyor. Merkez Bankası önümüzdeki aylarda ekmek, makarna başta olmak üzere tahıl ürünleriyle birlikte et ve süt ürünlerine zamların süreceğini gösteren analizler yayımlarken yılbaşında %5 olarak açıkladığı 2022 enflasyon hedefini güncelleyerek %42,8’e yükseltti. TÜİK verilerine göre Üretici Fiyatları Endeksi’nin %122 olduğu dikkate alındığında yoksullaşmanın yaygınlaşarak artacağını söylemek mümkünkür.
Bu gerçeğin iktidar tarafından da görüldüğü, bilindiği Tayyip Erdoğan’ın “bazı kesimlerde bir şükürsüzlük, bir tatminsizlik, bir karamsarlık aldı başını gidiyor” sözleriyle açığa çıkıyor. Oysa Saray/AKP/MHP iktidarı üç, dört yıl öncesine kadar üretim artışı, kişi başı yıllık gelir gibi verilerle propaganda yaparken bugünkü gibi ‘şükürsüzlük, tatminsizlik, karamsarlık” ifadelerini kullanmadığı gibi büyümenin süreceği iddialarıyla algı yaratmaya çalışıyordu. “Bu kardeşinize verin yetkiyi” diyerek dövizde düşüş, üretim ve gelirde artış vaat eden Tayyip Erdoğan şimdi şükretmemizi isteyerek gelecek günlerin iyi olmayacağını da itiraf ediyor. Bu kadarla kalmıyor, Diyanet İşleri Başkanlığı “nankörlükten, şükürsüzlükten ve kanaatsizlikten Allah’a sığınalım” şeklinde hutbe yayınlayarak Saray/AKP/MHP iktidarına karşı gelişen, gelişebilecek olan yoksulluk, açlık temelli tepkileri inanç sömürüsüyle engellemeye soyunuyor.
Sermayenin, iktidara yakınlıkları nedeniyle çoklu maaş alanların, kamudan ve belediye şirketlerinden rant elde edenlerin gelirlerin sürekli olarak artması karşısında bu çevrelere ‘şükredin’ diyemeyen iktidar ücretlilere, yoksullara, işsizlere, çiftçilere şükredin diyerek ekonomik olduğu kadar dini olarak da sömürmektedir. Günlük yaşamın ve yaşam alanlarının dini referanslar üzerinden düzenlenmeye çalışıldığı dikkate alınırsa, iktidar ortaya çıkan ve gün geçtikçe derinleşen yoksulluğu sosyal yardımlar üzerinden yönetmeye çalışırken, inanç temeli üzerinden de bastırmaya çalışıyor. Laikliğin söylem düzeyinde bile siyaset alanında yer bulamadığı gerçeğini görerek açlığın, yoksulluğun, gelir dağılımındaki adaletsizliğin ideolojik, siyasi bir tercih olduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla bugünkü koşulları yaratanlara, bu koşullardan rant sağlayanlara topyekun bir karşı çıkışı, ekonomik sömürüye birlikte inanç sömürüsüne de karşı çıkmak, bu sömürüyü görünür kılmak zorundayız. İktidarın seçmen desteğinin önemli bir bölümünün bu sömürüyle sağlandığı gerçeğini unutmadan laikliği sınıf mücadelesinin bir parçası olarak görmeliyiz.
PROVOKASYON
İktidarın organize ettiği açıkça belli olan HDP’nin önüne siyah çelenk bırakılması ve sonrasında yaşanan olaylar Saray/AKP/MHP iktidarının güçten düştükçe, seçmen desteği eridikçe başta HDP üzerinden Kürtlere ve Türkiye’ye gelmiş olan sığınmacı ve göçmenlere yönelik saldırgan politikalara yöneleceği görülüyor. HDP Genel Merkezi önüne çelenk bırakmaya gelenleri polisin koruması, sokağın giriş çıkışlara kapatılması, sekiz HDP’linin gözaltına alınması, HDP Milletvekili Ayşe Acar Başaran’ın polis olduğunu söyleyen bir kişi tarafından tehdit edilmesi ve şu ana kadar işlem yapılmaması iktidarın bu tür provokasyon girişimlerine devam edeceğini gösteriyor.
İzmir HDP il örgütünde ölürülen Deniz Poyraz’ın duruşmasında katilin mahkeme başkanını tehdit ettiğini ve işlem yapılmadığını, sürmekte olan kapatma davasını da düşündüğümüzde HDP’nin siyasette belirleyici olmaktan çıkarılması için iktidarın tüm yolları deneyeceğini söylemek mümkündür. Seçim atmosferinin iyiden iyiye hissedilmeye başlanmasıyla birlikte iktidarın Irak Kürdistan bölgesine yönelik olarak nisan ayı ortalarında başlattığı operasyonların sürdüğü de dikkate alındığında buna benzer operasyonların içerde de dışarda da sürdürüleceği anlaşılıyor. 11.4.2022 tarihli değerlendirmemizde yazdığımız gibi; “Baraj altında görünen partilerin ittifaklar üzerinden milletvekili çıkarmasının önüne geçerek seçmenleri AKP- CHP- HDP- MHP üzerinden tercihe zorlayarak sağ, sol, Türk, Kürt, Alevi, Sunni gibi kutuplaştırmalarla geleneksel sağ seçmenin iktidara oy vermesinin planlandığı görülüyor”
Geçtiğimiz hafta Suriyeli, Afgan, Pakistanlı göçmen ve sığınmacılara yönelik olarak polisin özellikle İstanbul’da operasyonlar yaptığı ve sokaktan insan topladığı dikkate alınırsa iktidar toplumda yaratılan göçmen/ mülteci karşıtlığını da kendi çıkarına kullanmaya başlamış durumdadır. Ümit Özdağ’ın kurduğu Zafer Partisi’nin örgütlemeye çalıştığı ırkçı eğilimlerin az da olsa karşılık bulmasıyla birlikte MHP (hatta kısmen İYİ Parti) içinden de kopmalara yol açmasının da önüne geçmeyi düşünen iktidar bu ırkçı dalgayı da politikasının bir parçası haline getirecektir.
Göçmen/mültecilere yönelik saldırılar karşısında öncelikle iktidarın Neo Osmanlıcı politikalar ardından koşarak başta Suriye olmak üzere Ortadoğu coğrafyasında ülkelerin içişlerine müdahalesi, o ülkelerdeki cihatçı örgütlere destek vererek sorunun büyümesine yol açan en önemli aktörlerden biri olduğu sürekli anımsatılmak zorundadır. Bununla birlikte Süleyman Soylu’nun “Fabrikanda Suriyeliyi çalıştır, sömür, sigortasını yatırma. Bir milyon insan gidecek. Kim isyan edecek biliyor musun? O iş sahipleri” sözünü de eklemeliyiz. İktidarın bir bakanı kayıt dışı çalıştırmayı, ucuz iş gücü olarak göçmenlerin çalıştırıldığını itiraf ederken, aslında sermaye ile birlikte bu durumu sömürdüklerini de itiraf etmektedir. Dolayısıyla göçmen/mülteci sorununu yaratanlar ekonomik ve siyasi olarak bu durumdan çıkar sağlayanlar bu sorunu çözemezler. Ulusal ve uluslararası niteliği bulunan bu sorunun çözümü için atılacak adımlar ‘gitsinler’ denecek kadar kolay olmadığı gibi, ırkçılığa varan tepkilere karşı siyasi, ekonomik, politik çözümler önerirken iktidar ve sermayenin sorumluluğunu da belirterek çözümün insani olmasını da savunmak zorundayız.
Enflasyon verileri, yoksulluk, HDP’ye yönelik provokasyon girişimleri Ümit Özdağ ile Süleyman Soylu arasındaki düello gösterisi ve Ekrem İmamoğlu’nun Karadeniz’deki bayram gezisi için yanında getirdiği gazetecilerle ilgili tartışmaların gölgesinde kaldı. İmamoğlu’nun gezisinde yanında getirdiği gazetecilerden Negahan Alçı çok öne çıkarılsa da 12 Eylül darbesi dâhil, ANAP, DYP-SHP, RefahYol iktidarları dönemlerinde ve DSP-MHP-ANAP koalisyonu ve sonrasında DSP’nin parçalanmasına kadar her kritik anda ‘aktör’ olan, son olarak yaptığı röportajla beşli çetenin parçası Mehmet Cengiz’i aklamaya soyunan Ertuğrul Özkök’ün, AKP iktidarının bir döneminde basın danışmanlığını yapan Akif Beki’nin yetirince dikkate alınmadığını belirtmeliyiz. Ekrem İmamoğlu’nun bu kişilerle aynı otobüs içinde yolculuk yapıp görüntü verirken muhalif ve ‘popüler’ olmayan gazetecileri de başka otobüslere bindirdiğini, bir tercih yaptığını belirtmek gerekir.
Bu konu tartışılmaya devam edilecek gibi görünüyor. Ancak Gezi Davası’nda tüm yasalar, hukuk normları çiğnenerek tutuklananların varlığı bir gerçeklik olarak orta yerde dururken Gezi Direnişi boyunca tüm yalan ve kışkırtıcı haberlerde imzası olan, Kabataş yalanını tv’lerde, yazılarında köpürten Negahan Alçı’nın, 12 Eylül darbesi dâhil anti demokratik süreçlerde imzası olan Ertuğrul Özkök’ün, AKP’nin bu medya politikalarını bir dönem belirlemiş olan Akif Beki’nin gazeteci olarak tanımlanması ve muhalefetin en önemli figürlerinden birinin gezisine çağrılması aynı zamanda bu kişileri meşrulaştırma işlevi de görmektedir. İmamoğlu’nun gelen tepkiler karşısındaki açıklama ve özrü ise muhalefetin Cumhurbaşkanı adayları arasında adı geçen bir kişinin Tayyip Erdoğan’ı taklit ettiğini veya Erdoğan’ın benzeri olduğunu düşündürmekle birlikte sistemle, sistemin aktörleriyle bir sorunlarının olmadığını, restorasyondan öteye geçmeyeceklerini göstermektedir.
‘DENİZLERE ÇIKAR SOKAKLAR’
Yoksulluğun bir kader gibi dayatılmak istenmesine, halkların kardeşliğine, özgürlüklere, geleceğimize yönelik saldırıların yoğunlaştığı ve giderek yoğunlaşacağı bu günlerde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı anarken, eylemlerini sahiplenirken söylemlerini ve Türkiye için önermelerini de yeniden okumakta, düşünmekte yarar var.
Kürtlere, göçmen/mültecilere, emeğiyle geçinenlere, kadınlara, öğrencilere yönelik farklı gibi görünen saldırıların var olan iktidarla birlikte sömürü düzeninin sürmesi için de olduğunu görmeliyiz. Ve ister içerde, ister dışarda olalım Deniz’in; ‘faşizmin eline düşmeyeceksin’ sözünü unutmamalıyız. İşçi sınıfı mücadelesi verenlerin, işçi sınıfından yana olanların çıkarlarının ortak olduğunu ön kabulüyle bugünleri aşmak için Deniz’in “Yaşasın tam bağımsız Türkiye; Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi; Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi; Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler!” sözlerine kulak vermeliyiz.
Bu da yetmez; Denizleri kurtarmak için ayrımlarını bir kenara bırakarak canlarını ortaya koyan Mahir Çayan ve arkadaşlarının gösterdikleri tavrı bugüne denk düşecek biçimde yaşama geçirecek bir mukavemet hattı için de adım atmalıyız. Saray/AKP/MHP iktidarının, sermayenin ve uluslararası tekellerin tüm karşıtlıklarını bir kenara bırakarak yoksullar, emekçiler, köylüler karşısında birlikte hareket ettiği, ülkeleri ve dünyayı şekillendirdiği, bunun için her türlü yolu ve aracı kullandıklarını dikkate alarak ortak bir mukavemet hattını inşa edemediğimiz sürece iktidar ve sermaye karşısında başarı şansımızın olmadığı açıktır. Gezi Davası tutuklamaları ve yukarıda saydığımız gelişmeleri öncelikle dikkate alıp devrimcileri, sosyalistler, emekten ve barıştan yana olan güçler olarak ortak bir adım atamadığımız sürece iktidarın, sermayenin saldırılarının artarak süreceğini unutmamamız gerekiyor.