Bu yazı elit ve seçkinci arasındaki ince ayrımı açıklığa kavuşturmayı hedeflerken, elite karşı konuşlanan halk miti üzerindeki “siyasi omerta”yı da kırmayı amaçlamaktadır.
Elit kelimesine yüklenen negatif anlam, elite karşı halk kelimesini konumlandırmaktan kaynaklanıyor. Oysa elitin karşıtı halk değildir. Fransa’da ENA gibi birçok ülkede “elit” yetiştiren kurumlar bulunuyor. Ayrıca birkaç dil bilen, insanlık tarihine vakıf olan, hatta kendi kültürlerine eleştirel bakabilen, aydınlanmış insanlar yetiştirmenin neresi kötüdür?
Elit kelimesi, son toplumsal olayların merkezinde anahtar bir kelime haline geldi. İktidar, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki direnişi aşağılamak için, eylemi elitlerin statülerini kaybetme sancısı olarak algılatmaya çalışıyor.
Bu suçlamaya karşı savunma pozisyonlarına girenler, daha şimdiden Cumhuriyet’in kimsenin “soyuna sopuna” bakmadan yoksul halk çocuklarına fırsat eşitliği tanıdığını ileri sürmeye başladılar. Hatta aralarında bazıları, devletin, temsil ettiği sınıfın çıkarlarını önceleyen bir aygıt olduğunu unutmuşçasına, zor ekonomik koşullardan gelip Mülkiye’de ve Boğaziçi’nde hocalık yapmaya kadar yükseldiklerini kanıtlamaya çalışıyorlar.
Atatürk Cumhuriyeti gerçekten çeşitli sosyo-ekonomik katmanlar ve sınıflar arasında kolay bir geçişkenliği sağlamış mıydı? Bu soruya kesin bir yanıt vermek zordur. Ancak günümüz devlet konseptinden çok daha halkçı ve sosyal adaletçi olduğu savlanabilir.
Cumhuriyet askeri kadrolarca kurulmuştu. Bu anlamda seküler askeri bir sınıfın paradigması doğrultusunda toplumu tepeden değiştirmeye kalkıştı.
Mustafa Kemal ve arkadaşları yeni bir ülke inşa etmek için kısıtlı ekonomik, sosyal ya da kültürel sermayeyi harekete geçirmek zorundaydılar. Bu da ister istemez halkla arasında derin kültürel uçurumlar barındıran yeni bir sosyalliğin oluşmasına yol açtı. Bu kaçınılmaz bir seçkincilikti.
Mustafa Kemal ve arkadaşları yüzyıllar boyunca biriken sosyal ve kültürel sermayenin nesilden nesile aktarılmasına engel oldular. Başlattıkları devrimler bu aktarımı olanaksız hale getirdi.
Siyasal İslamcıların, “yalılarında içkilerini yudumlayanlar” olarak kodladığı elitler, yaşam tarzlarıyla Cumhuriyet’in seküler yüzünü oluşturuyor.
Siyasal İslamcıların bu kodlamalarının arka planında bir dışlanmışlık hikayesi gizlidir. Çünkü Türkiye’de iktidar denklemi, uzun seneler boyunca Kemalist merkezden ve onun dışladığı kesimlerin oluşturduğu periferinin ortaklığıyla kuruldu.
Siyasal İslamcıların iktidara gelişlerini bir çeşit “Anadolu İhtilali” olarak nitelemelerinin arkasında işte bu dışlanmışlık psikolojisi yatıyor. Muhaliflere karşı “yerli ve milli” fetişini yücelterek, iktidarlarına tehlike oluşturan herkesi aydın despotizmiyle ya da Batı’nın uşağı olmakla suçladılar.
Bu dışlanmışlar kategorisi, Erdoğan hükümetleri zamanında ciddi oranda zenginleşerek muhafazakâr iktidar denkleminin “yeni elitlerini” oluşturdu.
Ancak bu yeni zenginler “elit” olmanın kriterlerinden sadece ekonomik olanını yerine getiriyorlardı. Kelimenin tam anlamıyla elit olmanın kültürel ölçütlerini karşılayan ne bir birikimleri ne de bir yaşam tarzları mevcuttur. Çünkü elitlik sadece ekonomik anlamda sınıf atlamaya karşılık gelen bir durum değildir. Kısacası, zenginleşen siyasal İslamcılar yine kendi kültürel gettolarında bir “sonradan görmüşlük sakilliği” içinde yaşamayı sürdürdüler.
Bunların getto kültürünü bir zamanlar rap müzikten bilinen “hustle” kelimesi çok iyi betimliyor. Kelime, olumsuz koşullar altında sabır ve tevekkülle geçinenlerin, sıkı çalışıp, daima uyanık olurlarsa zengin olacakların, sürekli hareket halindeyken para kazananların yaşam biçimlerini tanımlıyor.
İngilizcede bu kelimenin tam bir karşılığı yoktur, kabaca herhangi birinin ilişkilendirilmeye isteksiz olduğu tüm terimleri, dolandırıcıyı, soyguncuyu, dealeri veya pezevenkleri de ifade ediyor. Kelime onların mantrası haline gelen “acele etmeyi” ve sonradan görmüşlüğü de beyan ediyor.
Halk dalkavukluğu yapmak onlarda “tiranlık” için gizli bir tutkunun kanıtlarından birini açığa vurdu. Otoriter liderleri, tiranlık tutkularını halka “asil yalanlar” söylemenin arkasına gizlediler.
Siyasal İslamcıların muhafazakâr demokratlığı, vahiy ile akıl arasındaki gerilimi olduğu gibi koruyan hibrit, ucube bir soyut kavramsallaştırmadır.
Siyasal İslamcılar Strauss’un “Aydınlanma” nosyonuna karşılık gelen bir muhafazakârlığı bile hak etmiyorlar.
Strauss şüphesiz bir muhafazakârsa, her şeyden önce liberalizmin kötülüklerini teşhis etmede üstün biriydi.
Elit kelimesine yüklenen pejoratif anlam, karşıtının halkçılık şeklinde anlaşılmasından ve seçkincilikle karıştırılmasından kaynaklanıyor. Oysa elitin karşıtı ne halkçılıktır ne de eşanlamı seçkinci değildir.
Elit kavramının karşıtı olsa olsa, cahil, gerici, güçlünün yanında konumlanan, sonradan görme, maganda, şiddete yatkın, ırkçı, aidiyet sorunu yaşayan, önyargılı, misojen tiplemedir.
Sonradan görmenin iktidarla arasında bir çeşit göbek bağı, bir tür çift gidiş gelişli otoyol, bir nevi sembiyotik ilişki bulunuyor. Sonradan görmelikle siyasi ikbal rüzgarının korelasyonu birdir. Bu tipolojinin rol modeli kesinlikle Atatürk değildir.
Bu tipoloji, sosyal medyada paylaşılan fotoğrafların bir kıyısına mutlaka Marlboro ya da Parliament paketi, araba anahtarı ve her nedense hep ters şekilde masaya yatırılmış İphone yerleştirme eğilimi, meta fetişizmi, marka ve etiketlere mutlak bağımlılık, başta cep telefonu olmak üzere son model en pahalı teknolojik alet düşkünlüğü, sadelikten uzak bir rüküşlük içinde parlak kumaşlar, dikkat çeken süsler, boyacı küpü gibi makyaj, gösteriş merakı, altın varaklı mobilyalar, çok odalı saraylarda yaşamak tutkusu, parayla alınabilecek şeylerle sosyal statü atladığını ve seviye kat ettiğini düşünme, yüksek sesle konuşma eğilimi, yoksul insanları derin bir hazla aşağılama, nargileye özel düşkünlük, hep “işadamı” olmaya özenti, hep bir “mekan kapatma” hastalığı, trafikte kavga etmeye yatkınlık, yere çöp atma, eleştiri kaldırmama, dedikodu yapmaya yatkınlık, dönüp dolaştırıp lafı kendisine getirme, böbürlenme, dizginlenemeyen ego, narsistik kişilik bozukluğu, abartılı, temelsiz özgüven, “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye lafa girme, bir marifetmiş gibi sosyal medyada +150 hız kadranlarının fotoğraflarını paylaşma, havaya ateş etmekten zevk alma, yanında çalıştırdığı emekçiye uşağı gibi muamele etmek, bir mekanda otururken garsonu köle olarak satın aldığını düşünmek, para kazanamayanı aşağılamak, işsizi “iş beğenmiyor” diye yaftalamak, alın teriyle, namusuyla çalışarak para kazanmayı hor görmek, “bakın, nerde tatil yapıyorum izleyin, kudurun, kıskananlar çatlasın” havasında sosyal medya paylaşımları, sadece menfaat sağlayacağı kişiye yardımcı olmak ve yaptığı yardımdan bir reklam malzemesi çıkarmak, kinci, çirkef, menfaatçi, vicdansız, kaba ve zorba olmak, güçlü olana eklemlenerek bir aidiyet duygusu oluşturmaya çalışmak, küfürlü konuşmalar, mafyavari tavırlarla güç gösterisi yapmak, vb. gibi sonradan görmeliğin ve kitschin en bayağı biçimlerini yansıtarak hakiki elit ile arasında güçlü bir tezat oluşturuyor.
Siyasal İslamcılar tüm ilerici güçleri elit olmakla suçlarken, kadim nostaljik bir zamanı olduğu gibi restore etmeyi amaçlıyorlar. Hobbescu devletten aşırdıkları kavramlarla Spinoza’nın din ve siyaset ilişkisine dair çözümlemelerini çarpıtarak, adaleti, parasal özerkliği içinde tükenmiş bireyin haklarıyla karıştırıyorlar.
Ortak bir iyilik olmazsa, yalancılık zafer kazanır.
Siyasal İslamcıların “ok, at, güreş” sacayağı üzerine kurdukları kahramanlık nostaljisi, Almanya’da olduğu gibi, militarizme güçlü bir şekilde batmış bir gelenekle birleştiğinde, Strauss’un bile kaçmak zorunda olduğu Nazizm ile sonuçlandı.
Türkiye’de ise neyle sonuçlanacağı, nerdeyse günlük hale gelen faşizan uygulamalarla daha şimdiden somutluk kazanmaya başladı.