Pazartesi, Aralık 30, 2024
spot_img

Sermayeye Rant, Halka Kader, Fıtrat

...2008- 2022 yılları arasında en az 1.551 madenci ölmüşken sorumluların ceza almaması, aksine kamudaki sorumluların terfi etmesi, özel sektördekilerin kurtarılması için yargıya doğrudan müdahale edilmesi ortaya çıkan durumun bir devlet politikası olduğunu göstermektedir.

Son olarak 14.10.2022 tarihinde Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Amasra Müessesesi’nde yaşanan ve 41 kişinin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan iş cinayeti neo liberal ekonomi politikalarının ve Saray/AKP/MHP iktidarının yol açtığı sömürünün emek sömürüsüyle yetinmeyip emekçilerin yaşamlarını da yok ettiğini bir kez daha gördük.

Amasra’da gördüğümüz iş cinayetinin Soma, Karadon, Ermenek, Kozlu, Afşin’de gördüklerimizden bir farkı bulunmamaktadır. Tarımdan enerjiye, inşaattan ulaşıma bütün sektörlerde yaşanan iş cinayetleri işçilerin yaşamları pahasına büyümeyi amaçlayan sermayenin ve sermaye yanlısı iktidarların üretim ve bölüşüm ilişkilerine nasıl baktıklarının da göstergesi olması açısından önemlidir. Amasra’da yaşanan iş cinayetiyle yeniden gündeme gelen madenlerde iş güvenliği, üretim yöntemleri, teknolojik yatırımlar gibi onlarca tartışma konusu göstermektedir ki iktidar ve kamu adına görev yapan bürokrasi sermayenin önünü açmak, çalışanları ve çalışmak için sıra bekleyen işsizleri denetim altında tutmayı öncelemektedir.

Amasra’daki iş cinayeti sonrası ortaya çıkan bilgiler, özellikle 2017, 2018 ve 2019 tarihli Sayıştay raporları kamu eliyle ölümlere yol açıldığı gibi özel maden şirketlerine haksız kazanç ve kolaylıklar sağlandığını göstermektedir. Şu an TTK Genel Müdürü olan Kazım Eroğlu’nun Kozlu Müessese Müdürü olduğu dönemde 8 madencinin ölümünden sorumlu tutulup, cezasının paraya çevrilmesi ve sonrasında Genel Müdür olarak atanması, 2010 yılında Karadon Müessesesi’nde 30 madencinin ölümünden sonra o günkü müessese müdürü İsmail Güner’in TTK Genel Müdür Yardımcılığına atanması gibi gelişmeler iktidarın sorumluluk anlayışını göstermektedir.

Saray/AKP/MHP iktidarı kamu kurumlarını ve kaynaklarını sermayeye rant olarak aktarırken bir şeyi daha yapıyor; cezasızlığı kural haline getiriyor. Karadon’da ölen 30 madencinin ardından ‘güzel öldüler’ diyen bakan, Soma’da 301 madencinin ardından ‘mesleğin fıtratında var’ diyen başbakan ve bugün Amasra’da 41 madencinin ardından ‘kaderin de planı vardır’ diyen Cumhurbaşkanı özellikle maden/ enerji sektöründeki iş cinayetlerine yaklaşımlarını gösteriyorlar. Burada dikkat çekilmesi gereken yalnızca ‘kader’, ‘fıtrat’ gibi ini söylemler değil, aynı zamanda Türkiye’nin enerji politikalarındaki kuralsızlığın iktidar politikası, hatta iktidar koruması altında olduğudur. İşçi Sağlığı İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre 2008- 2022 yılları arasında en az 1.551 madenci ölmüşken sorumluların ceza almaması, aksine kamudaki sorumluların terfi etmesi, özel sektördekilerin kurtarılması için yargıya doğrudan müdahale edilmesi ortaya çıkan durumun bir devlet politikası olduğunu göstermektedir.

Sayıştay 2017 yılındaki raporunda Amasra’da patlamanın yaşandığı sahada Hatta Enerji Şirketi’ne haksız kazanç sağlandığını belirtmektedir. Amasra’daki rörevans sözleşmesinin daha sonra şirket lehine değiştirildiği, ihale bittikten sonra şartnamede değişiklik yapıldığı, 2005 yılından bu yana özel şirketin rödevans bedelini ödemediği belirtilmektedir. 2019 yılındaki denetim raporunda ise çalışma derinliğine bağlı gaz degajından, işçi sayılarına, personel yetersizliğinden yeraltında kullanılan malzemelerin uygunsuzluğuna kadar çok sayıda eksikliği belirterek katliamın geldiğini haber vermiştir.

Tüm bilgiler ve yaşanan gerçeklik madenlerle birlikte madencilikten enerjiye, tarımdan tekstile, eğitimden sağlığa kadar özelleştirme politikalarını tartışmamız gerektiğini göstermektedir. Tek başına mülkiyet tartışmasının yeterli olmadığı Amasra, Kozlu, Karadon, hatta Soma örnekleri ile ortaya çıkmıştır. Mülkiyetle eş zamanlı olarak işletmelerin yönetimin nasıl oluşturulması gerektiği, devletin etkisi ve rolü, kurumların iç denetim birimlerinde çalışanlar dahil bakanlıklardaki denetim elemanlarının iş ve ücret güvencesiyle bağımsız, bilimsel kararlar alabilmesinin nasıl sağlanabileceği, üretim ve tüketim aşamalarına kadarki zincirin kamu yararı doğrultusunda nasıl düzenlenmesi gerektiği gibi tartışmaları kamuoyunun gündemine taşımak zorundayız.

Halkın tüm kesimlerinin işçileştiği veya yedek iş gücü durumuna düşürüldüğü, yani proleterleştiği dikkate alınarak sınıf mücadelesinin buna uygun araçlarını, ideolojik, politik, siyasi örgütlenmelerini ve hatta ortak mukavemet hattı olarak ifade ettiğimiz birlikte mücadele yol ve yöntemlerini yaratmak zorundayız. Çok açıktır ki tek tek mücadeleler çok değerli olmakla birlikte başarılı olunsa da kalıcı sonuç üretmesi mümkün değildir. Soma’dan sonra Amasra’da da gördüğümüz gibi iktidarla birlikte sistem içi muhalefetten cemaatlere, devlet kurumlarından medyaya kadar varlık nedeni sömürü olanlar ‘şehitlik’, ‘kader’, ‘kaza’ gibi ifadelerle iş cinayetlerini olağanlaştırarak emekçilerin ölümleri, yoksulluğu, işsizliği sorgulamasının önüne geçmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla devrimcilerin, sosyalistlerin, emekten yana olanların ortak mukavemet hattı üzerinden sürekliliği olan ortak mücadeleye yönelmesi zorunludur.

YENİ BİR 128 MİLYAR VAKASINA DOĞRU

Saray/AKP/MHP iktidarı dövizin kontrollü olarak, düşük miktarlarda yükselmesini sağlamak için arka kapı satışları denilen yöntemlerle piyasaya döviz satmayı sürdürüyor. Merkez Bankası kayıtlarında net hata ve noksan kaleminde gösterilen kaynağı belirsiz para girişinin ilk sekiz ayda 28,3 milyar dolara çıkması, buna rağmen yıllık cari açığın 41 milyar dolara yükselmesi önümüzdeki yıllarda yoksulluğun artacağının, alım gücü açısından gelir dağılımının daha da bozulacağının göstergesi olarak görülmelidir. Çünkü yaratılmış kaynaklar, gelirden ve tüketim üzerinden toplanan vergiler iktidarın yanlışlarını sürdürmesi, daha doğrusu sermayeye kaynak transferi için harcanmaya devam ediliyor.

İktidarın faizleri düşürme inadı, ithalata dayalı üretime karşı önlem almayışı gibi yaklaşımlar karşısında şu an yapılan tek şey seçimlere kadar görüntüyü kurtarmaktan ibaret. 20.12.2021 tarihli ‘Asgari Ücret Azami Yoksulluk’ başlıklı yazımızda; “İktidar böyle devam ederse bir “128 milyar” vakası daha yaşayacağız ki bu kez olanı değil olmayanı, takas yoluyla aldığını satıyor iktidar” yazıştık. İktidar şu ana kadar 70 milyar doları yakmış durumdadır.” yazmıştık. İktidar dövizi kontrol altında tutmak uğruna 2022 ocak- eylül döneminde 107 milyar dolar satmış durumdadır. 15.8.2022 tarihli ‘İktidarın Algısı Halkın Kaygısı’ başlıklı yazımızda ise; “Ekonomi politikalarındaki tercihte inat eden iktidar bir kez daha ülkenin kaynaklarını, taviz vererek bulduğu dövizleri sermayeye, özellikle de banka patronlarına aktarmaya devam ediyor.” demiştik.

Görünen o ki iktidar dövizin seçimlere kadar kontrollü olarak yükselmesini ve halkın alışmasını sağlamaya yönelmiş durumdadır. Aralık ayında belirlenecek asgari ücret, memur ve emekli maaşlarında beklenenin üzerinde artış yapıp, 2023 yılında baz etkisiyle enflasyonun %50-60 seviyelerine düşmesiyle birlikte, seçimlerden kısa bir süre önce 2021 aralık ayında olduğu gibi dövize sert bir müdahalede bulunarak ekonominin düzelmeye başladığı izlenimi yaratmaya yönelecek gibi görünüyor. Bunlara 2.000 TL’ye kadar olan borçların silinmesi, EYT düzenlemesi, imar affı gibi adımları da eklemek gerekiyor. İktidar yarattığı ve sorumlusu olduğu sömürüyü, ölümleri, yoksulluğu geçici hamlelerle çözüyor görüntüsüyle kaybettiği seçmeni kazanmayı umarken, aynı zamanda dini, milliyetçi propaganda ile rıza üretmeye devam edecektir.

Mevcut durumda Millet İttifakı ve Altılı Masa’nın var olan düzenin restore edilmesinden öteye geçmeyeceği açıktır. Partilerin açıklamalarında ekonomiye, istihdama, emek alanına yönelik somut açıklamalarda bulunmayışları bunun göstergesidir. Toplumun başkan adayı kim olacak, parlamenter sisteme nasıl geçilecek gibi sığ tartışmalarla meşgul edilmesine karşı devrimciler, sosyalistler olarak sömürü üzerine kurulu, ve ancak sömürüyle ayakta duran bu düzene karşı birlikte mücadele etmek, seçimlerden sonrasını da içeren sınıfsal mücadeleyi örgütlemek zorundayız. Bu örgütlenmeyi de somut olaylar, somut veriler, somut öneriler üzerinden kurmamız gerekmektedir.

Oxfam ve Developmen Finance International tarafından açıklanan 2022 Eşitsizliği Azaltma Taahhütleri Endeksine (EAT) göre Türkiye’de nüfusun %1’i servetin %41’ine sahip durumdadır. Bu oranlar ile 161 ülke arasında 74. sırada olan Türkiye’nin dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri olduğu da anımsandığında her geçen yıl yoksullukla birlikte yoksul sayısının arttığı görülecektir. Yoksulluğun bu ölçüde artması iktidarın tercihini de göstermektedir. Özellikle sosyal yardımlar, asgari ücret düzeyinde tutulan genel ücret politikasıyla emek yoğun bir çalışma düzeni kurması, dini söylemlerle rıza üretme politikaları birlikte düşünüldüğünde Saray/AKP/MHP iktidarı ve özünde neo liberal ekonomi düzeni açlığı ve yoksulluğu ortadan kaldırmayı değil yönetilebilir halde tutmayı amaçlamaktadır.

Meclisten geçen sansür yasası iktidarın gerçeklerden ne kadar korktuğunun göstergesidir. Neredeyse medyanın tamamını elinde bulunduran Saray/AKP/MHP iktidarı yarattığı yoksulluğun, açlığın, uyguladığı baskı ve şiddetin, suç örgütüne dönüşen ilişkiler ağının görünür olmasından korkmaktadır. Tutuklu bulunan ve şu an yargılaması süren gazeteciler, bilim insanları, muhalif siyasetçiler ve sıradan yurttaşlara karşı yöneltilen suçlamalar iktidarın tahammülsüzlüğü kadar korkusunu da göstermektedir.

Sansür yasasının gelecekte bugünkü iktidarın ayağına dolanacağı kesindir. Fakat her koşulda devrimcilere, sosyalistlere, düzen dışı muhalefete karşı kullanılacağı açıktır. Bu nedenle ortak bir mücadeleyle bu düzenlemenin yürürlüğe girmesini beklemeden neler yapabileceğimizi tartışmamız gerekmektedir. Her gözaltı, her tutuklama, her şiddet olayı sonrası tek tek vakalar üzerinden tepki örgütlemenin ötesine geçecek yollar bulmak, yöntemler üretmek ve uygulamak için bugünden bir araya gelmek ve kamuoyu oluşturmamız gerekmektedir.

Bir Cevap Yazın

Haftalık Siyasal Durum Değerlendirmesi