Pazar, Aralık 22, 2024
spot_img

Sermayeye Hak Emekçiye Yasak

Bugüne kadar en fazla kim kazandıysa, sebebi olmadığımız bu yoksullaşma ve adaletsiz düzeni kimler yarattıysa faturayı da onlar ödemeli

Üniversitelerin açılmasıyla birlikte öğrenci yurtlarının yetersiz, öğrencilerden istenen yurt ücretlerinin de yüksek olması ve temmuz ayından itibaren artan kiraların daha da arttığı gerçeği gündemimizin ne olması gerektiğini de gösterdi. Sınıf örgütlerinin zayıflığı ve bir araya gelerek ortak/yaşamsal sorunlara karşı mukavemet hattı yaratamayışı, sınıfsal temelli sorunların yalnızca haklar temelinde ele alınmasını beraberinde getirmeye devam ediyor.

06.9.2021 tarihli ‘Büyüme Değil Büyüklenme’ başlıklı yazımızda; “Ülkemizde şu an direnen emekçilerin, çevre ve yaşam savunucularının, kadınların, öğrencilerin taleplerinin sınıfsal bir nitelik taşıdığı, direnişlerin Saray/AKP/MHP iktidarının politikalarına karşı olduğunu göz ardı etmememiz gerekiyor” demiştik. Bu saptamayı birçok muhalif örgüt de yapmasına rağmen ortak bir mukavemet hattı yaratılması konusunda belirleyici bir adım atılamadığını da belirtmek gerekiyor.

Özellikle barınma sorununun, barınma hakkı gaspının tüm dünyada eş zamanlı olarak ortaya çıkmış olması da izlenen küresel ekonomi politikalarının emekçi düşmanı olduğunu da gösteriyor. Barınma hakkı gaspı yalnızca az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde değil ABD, Almanya, Hollanda gibi ‘gelişmiş’ ülkelerde de emekçilerin gündemine girdiğini görüyoruz. Bu ülkelerde ‘Kiracılar Hareketi’ güç kazanırken, Brezilya’da “Evsiz İşçi Hareketi’ örgütlenmesi borsayı işgal etti.

Ülkemizde üniversite öğrencilerinin başlattığı ‘Barınamıyoruz’ hareketi karşısında Saray/AKP/MHP iktidarı çözüm olarak parklarda yatan öğrencileri gözaltına almayı, öğrencilerin ailelerini arayarak korkutmayı ve sorunu inkâr etmeyi seçti. Muhalif parti ve örgütlerin destek açıklamaları, belediyelerin yardımları, bazı STK’ların yurt/kira yardımı açıklamaları dayanışma ilişkileri açısından önemli olmakla birlikte sorunun siyasal çözümünü tartışmayı, hatta görünür olmasını engelleyici bir tehlikeyi de içerdiğini görmek gerekiyor.

30.8.2021 tarihli ‘Yasallaştırılmış Sömürü Düzeni’ başlıklı yazımızda; “Konut ve kiralardaki bu artışlar emekçilerin, yoksulların barınma hakkının bile ortadan kalkacağı, ya da bir ömür boyu konut kredisi için çalışmaya tutsak edileceği bir dönemin de habercisidir. En iyi olasılıkla emekçiler, yoksullar kentlerin dışına sürülecek, kentin tüm sosyal, kültürel, siyasal vb. yaşamından soyutlanacaklardır.” yazmıştık. Bu gerçekliği de göz önünde bulundurarak: Öncelikle üniversitelerin kurulduğu kentlerin ekonomisine katkı yapan, öğrencileri para kaynağı olarak gören iktidar ve sermaye yaklaşımlarını reddetmek zorunludur. Konutun/evin (barınma hakkının) yatırım aracı olarak görülmesine ve rant alanına dönüştürülmesine kökten karşı çıkmak gerekiyor. Devlet öğrenciler dâhil her yurttaşın sağlıklı ve güvenli bir ortamda barınma hakkını güvence altına almak zorundadır. Konut, beslenme, sağlık, eğitim ve öğrenim alanları rant alanı olmaktan çıkarılması temel hedefimiz olmakla birlikte şu an yurtlara yerleştirilmeyen, yüksek kiralar nedeniyle öğrenim yaşamı başlamadan bitme durumunda olan öğrencilerin barınma hakkını, bu hakkın karşılanmasının da devletin görevi olduğunu daha yüksek sesle dile getirmek, karşı çıkışı öğrenim ve barınma hakkı üzerinden geliştirmek zorundayız.

Bu noktada iktidarın ‘vergi barışı’ adıyla sermayenin milyarlarca TL vergi borcunu sildiğini/yapılandırdığını, SGK primlerinin bir bölümünü üstlendiğini, sıfır (0) faizle kredi verdiğini aynı kolaylıkları emekçilere, çiftçilere, öğrencilere sağlamadığını daha fazla dile getirip, iktidarın kimden, kimlerden yana olduğunu daha da görünür kılmak gerekiyor. Geliştirilen dayanışma ilişkileriyle birlikte beslenmenin, barınmanın, sağlığın, eğitim ve öğrenimin ticari araçlara, emekçilerin ve çocuklarının müşteriye dönüştürüldüğü bu sistemin sorunun kaynağı olduğunu anlatmak ve görünür kılmak temel önceliğimiz olmalıdır. Kısa vadede talebimiz sermayeye, yandaşa değil emekçiye, çiftçiye, işsize, öğrenciye kolaylık olmalıdır.

Saray/AKP/MHP iktidarı sorunu görüp kabul etmek yerine en üst perdeden inkâr ederek, öğrencileri yalancılıkla suçlayarak ‘Barınamıyoruz’ diyen öğrencileri hedef göstermiş oldu. Bu noktada öğrencilerle dayanışma ilişkileri geliştirmek kadar önemli olan bir başka şey de öğrenci ailelerinin sorunun özneleri arasına katılmasının sağlanmasıdır. İktidar devlet kurumları aracılığıyla aileleri arayarak kokutma, ikna yolunu seçtiğine göre devrimciler, sosyalistler ve muhalefet de öğrencilerin ve ailelerinin yanında durarak dayanışma yolunu seçmeli ve büyütmelidir.

EMEKÇİLERİ ve EMEĞİ SÜPÜRMEK

Geçtiğimiz hafta Tekirdağ Valisi ile görüşmek isteyen Bel Karper ve Adko Turk işçileri valilik önünde gözaltına alındılar. Ulusal ve uluslararası tüm düzenlemelerde güvence altında olan sendikal örgütlenmenin kâğıt üzerinde metinler olduğunu gösteren bir örnek olmanın ötesinde iktidarın ve atadığı kamu yöneticilerinin ideolojik, siyasi tavrını bir kez daha görmüş olduk; Saray/AKP/MHP iktidarı emekçilerin, çiftçilerin, yoksulların değil sermayenin iktidarıdır.

Başka bir şeyi daha gördük; kendi ülkelerinde yasalara, uluslararası sözleşmelere uymak zorunda olan/uyan batılı, yabancı sermaye Türkiye gibi ülkelerde yasalara uyma gereği duymamaktadır. Yerli ve milli olduğunu söyleyen iktidar sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda kendi çıkardığı kanunların yabancı sermaye tarafından bile çiğnenmesine göz yumarak, sermayenin vatanı, dini, milliyeti olmadığını göstermektedir.

Tek Gıda İş Sendikası’nda örgütlenen Bel Karper ve Adko Turk işçileri sendikal örgütlenme nedeniyle işten çıkarmaları, İŞKUR’un getirdiği işçilerle grevin kırılmak istenmesine karşı yapılan hukuksuzlukları anlatmak için Tekirdağ Valiliği önüne gittiler. Valilik önünde durmakta ısrar eden işçileri dağıtmak için polis amirinin ‘çevik süpür’ sözleri sistemin niteliğini özetler niteliktedir. Hakları için savaşım veren, haklarına sahip çıkan, haklarını kullanan işçiler ‘süpürülmesi gereken’, görülmemesi/gösterilmemesi gereken çöp muamelesi görüyor iktidar ve kamu yöneticilerinin gözünde.

Anımsatmakta yarar var; sendikal örgütlenme ulusal ve uluslararası mevzuatta güvence altına alınmış bir haktır. Tekirdağ’da polis amirinin “çevik süpür” emri vererek işçileri gözaltına aldırması örgütlenen işçilerle birlikte Anayasa, İş Kanunu, Sendikalar Kanunu, ILO Sözleşmesi, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, ulusal ve uluslararası yargı kararlarıyla kesin kabul görmüş örgütlenme hakkının, düşünce ve ifade özgürlüğünün, toplantı ve gösteri haklarının da süpürülmesi anlamına gelmektedir.

PTT’de örgütlenen PTT Sen üyelerinin tehdit edilmeleri, sendikadan istifaya zorlanmaları ve bu tehditlerin ses kayıtlarının sosyal medyada yayınlanmasına, kanıtlanmasına rağmen PTT yönetiminin, Ulaştırma Bakanlığı’nın sessiz kalması da iktidarın sermayeden yana taraf olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Elbette bu taraf olma durumunun en somut göstergesi Çalışma Bakanlığı’nın sessizliği, dolayısıyla bu sessizlikle yasa dışılığa göz yummasıdır. Saray/AKP/MHP iktidarı uzun zamandır kendi çıkardığı yasaları bile kendisine ayak bağı olarak görmektedir. Yoksa hakları için direnen, haklarına sahip çıkan işçilere yönelik ‘çevik süpür’ sözü ve gözaltına alınmaları karşısında işçilerden, muhalefetten daha çok Çalışma Bakanlığı’nın, İç İşleri Bakanlığı’nın, Adalet Bakanlığı’nın tepki göstermesi ve gereğini yapmaları gerekirdi. (Süpürülen işçilerden bazılarının türbanlı kadın olmaları, iktidarın türbana ve kadına bakışını, inançları araçsallaştırmasını göstermesi açısından ayrıca önemlidir.)

EMİRLE YÜRÜYEN EKONOMİ

Saray’ın yaptığı açıklamaları emir olarak gören Merkez Bankası başkanı faizi %19’dan %18’e düşürdü. Aynı gün ve sonraki günlerde de döviz yükselmeye başladı; olağan dışı bir durum gerçekleşmezse bu yükselişin süreceği de görünüyor. Bu kararının öncesinde bankalarla görüşülerek 50 bin TL ve üzerindeki tüketici kredilerinde vade 24 ayla sınırlandırıldı. Merkez Bankası da bundan sonra enflasyonda ‘çekirdek enflasyonu’ esas alacağını açıkladı. Alkollü içecekler, tütün ürünleri ve enerji kalemlerinin olmadığı çekirdek enflasyonun esas alınması faizlerin daha da düşürüleceğini gösteriyor. Ücret artışlarında da çekirdek enflasyonun dikkate alınması durumunda TÜİK’in masa başı hesaplamalarıyla birlikte Merkez Bankası’nın bu kararıyla da yoksullaştırmanın sürdürüleceği söylenebilir.

30.8.2021 tarihli aynı yazımızda iktidarın amacını; “Bankalarla yapılan görüşmelerde tüketici kredilerinin kullanma koşullarının zorlaştırılmasını isteyen iktidar aynı anda konut kredilerinin kolaylaştırılmasını istiyor. Böylece tüketim düştükçe enflasyon da düşecek, inşaat ve konut sektörü kazanmaya devam edecek, bu arada faizleri düşürmek için (TÜİK’in masa başı hesaplarının da yardımıyla) piyasa da hazırlanmış olacak.” diyerek belirtmiştik. Fakat sanayi üretimi için hammadde, yarı mamul ithal eden, tarım ürünlerinde bile ülkemizi ithalatçı durumuna düşen iktidar dövizdeki yükselişin enflasyona yol açacağını gerçeğini görmezden geliyor. Çünkü öncelikli olarak amaç önümüzdeki seçimlere kadar ‘görüntüyü düzeltecek’ bir durum yaratmaktır. Ancak şu ana kadarki veriler bunun gerçekleşmeyeceğini göstermektedir.

Görüntüyü düzeltme hamlelerinden biri de marketlerin denetlenmesidir. TÜİK’in ‘seçilmiş’ marketlerin ‘indirim günleri’ fiyatları üzerinden enflasyon belirlemesi ile yaşamın gerçekliği uyuşmayınca toplumda ortaya çıkan geçinemiyoruz tepkisi, intiharlar, çöpten yiyecek aramalar vd. göstergeler iktidarı market denetimlerine yöneltti. Oysa gıda fiyatlarında tüketici enflasyonunun %30, üretici fiyatları enflasyonunun %45 olduğu ve daha tam olarak fiyatlara yansıtılmadığı biliniyor. Enflasyon artışında marketleri suçlayan iktidara hepimizin sorması gereken sorular var. Eğer suçlu marketlerse, bu marketlerin küçük esnafı ve bakkalı yok etmesi pahasına yaygınlaşmasına kim izin verdi? Gıda fiyatlarını marketler yükseltiyorsa başta konut, kira, doğalgaz, elektrik ve akaryakıt olmak üzere gıda dışı ürünlerin fiyatlarını kim yükseltiyor? İktidar halkı gerçeklikten kopararak suçlu yaratıyor. Enerjiden sonra da tarımda da dışa bağımlılığı artırarak, sermaye yanlısı politikalarla halkı yoksullaştırarak yarattığı ve güç yitirmesiyle sonuçlanan ekonomik durumun sorumluluğundan kurtulmak istiyor.

HDP’NİN MEŞRULUĞUNU TARTIŞMAK

Saray/AKP/MHP iktidarı var olan dengeler ve sürmekte olan ekonomik, siyasi erimeyle ilk seçimlerde gidici olduğunu görüyor. Bu yüzden de HDP’yi siyaset dışına iterek Kürt seçmenlerin oylarıyla iktidarını sürdürme niyetini her fırsatta dışa vuruyor. Daha doğrusu adeta fırsat yaratmaya çalışıyor. Selahattin Demirtaş başta olmak üzere Kürt siyasetçilerin tutuklanmasından, Kürtlere yönelik fiili saldırılara yol vermesine, örgütlemesine kadar çok sayıda olay bu gerçekliği gösterdi.

Sezai Temelli’nin yaptığı “Kürt Sorunu’nun çözüm adresi İmralı’dır” açıklaması da HDP’nin meşruluğunun tartışılması için fırsata çevrilmeye çalışılıyor. Bu konuda Selahattin Demirtaş ve HDP sözcülerinin açıklamaları kadar CHP’nin “HDP meşru bir partidir” açıklaması önemlidir. Uzun bir süredir iktidar seçmenlerini ürkütmemek gerekçesiyle birçok yaşamsal konuda suskun kalmayı seçen CHP dolayısıyla Millet İttifakı HDP ve Kürt Sorunu konusunda suskun kalmak veya muğlak cümleler kurmak yerine meşruluğunu tanıdı ve ilan etti. Bu açıklamaların seçimlere endeksli ve oy hesabı düşünülerek yapılmamış olmasını umuyoruz.

Bu konuda HDP’nin yapacağı değerlendirmelerin daha önemli olduğu açıktır. Saray/AKP/MHP iktidarının her koşulda, ne olursa olsun iktidarını sürdürme niyeti karşısında HDP ve bileşenlerinin siyasi kararları Türkiye siyaseti için belirleyici olacaktır. Artık tüm taraflar HDP olmaksızın başkan/iktidar çıkaramayacaklarını, anayasa değiştiremeyeceklerini biliyor ve görüyorlar. CHP’nin dolayısıyla Millet İttifakı’nın açıklamalarından sonra iktidarın durumunu gösterecek olan Anayasa Mahkemesi’ndeki kapatma davası ve HDP’li tutuklu siyasiler hakkında verilecek kararlardır. Bunu da önümüzdeki günlerde göreceğiz.

İKTİDARIN ABD ÇIKARTMASI

Tayyip Erdoğan Birleşmiş Milletler toplantısına katılmak üzere ABD’ye gitti, fakat Türk Evi açılışında gördük ki Büyük Birlik Partisi başkanından Memur Sen başkanına iktidar destekçisi, bileşeni birçok kişi kurum temsilcisi beraberinde götürülmüş. Yandaş medyanın bir fetih havasında verdiği Türk Evi açılışının toz dumanı kalkınca ABD Başkanı Biden’la görüşülemediği, beklentilerin karşılanmadığı görüldü. Türkiye dönüşünde de Tayyip Erdoğan “daha önce hiçbir ABD lideriyle bu durumu yaşamadım” diyerek ABD’ye yapılan çıkartmanın hüsranla sonuçlandığını itiraf etti.

ABD’de umduğunu bulamayan Tayyip Erdoğan bu hafta Rusya Devlet Başkanı Putin ile görüşecek. ABD ve batıdan iklim sözleşmesinin onaylanması karşılığında 3 milyar dolar dışında bir şey alamayan iktidar iç siyasete de havale edebileceği konular yaratmaya çalışıyor. Fakat Rusya’dan beklentiler içine girerken Libya, Suriye, Kırım ve Ukrayna konularında Rusya ile ters düştüğünün farkında olduğu için yeni bir S400 bataryası almaktan söz ediyor. ABD ve batıya karşı Rusya’yı kullanmak karşılığında bir rüşvet öneriyor; çünkü herkes biliyor ki ilk alınan S400’ler kullanılmadı, olağan dışı bir gelişme olmadıkça da kullanılmayacak. Bunlara 2.5 milyar dolar verildiğini de anımsatmak isteriz.

Geçtiğimiz haftalarda Birleşik Arap Emirlikleri’yle yeniden kurulan ilişkiler ve Türkiye’ye yapılan üst düzey ziyaretler Sedat Peker bağlantılı olarak yorumlanmıştı. İktidar BAE’ni 15 Temmuz darbe girişimini ve FETÖ’yü desteklemekle suçlamış ve ilişkileri koparmıştı. Yandaş medyanın “şerefsiz bunlar” başlığı attığı BAE ile kurulan yeni ilişkilerin Sedat Peker’le ilgisi bir yana BAE ait fonların Türk şirketleriyle görüşmeler yaptığı, sağlık alanına 1 milyar dolara yakın yatırım yapacağı bilgisi de medyaya yansıdı. Bu hamlenin bir önemi de geçtiğimiz ay Arap Birliği’nin ‘Türkiye’ye Arap ülkelerinin iç işlerine karışmakla suçlamasının’ ardından gelmesidir.

Sel ve yangın felaketlerinde, Çorlu tren kazası vb. olaylarda duyduğumuz “neyse zararı ödeyeceğiz” parasını veririz anlayışının dış siyasette de etkin kılındığını görüyoruz. İktidar uğruna ülke kaynakları, gelecek kuşakların hakları uluslararası şirketlerin yağmasına açılıyor.

Tayyip Erdoğan’ın BM’de yaptığı konuşmada “Türkiye’nin Paris İklim Sözleşmesi’ni Meclis’ten geçireceğiz” açıklaması ilk bakışta şaşkınlık yaratsa da karşılığında 3 milyar dolar hibe ve kredi alınacağının ortaya çıktı. Bu konuşma sırasında Tayyip Erdoğan “En fazla kim doğayı kirlettiyse, en fazla kim zarar veriyorsa en fazla sorumluluğu da onlar almalı” mealinde açıklama yaptı. Bu sözün doğruluğu tartışma götürmez. Tam da bu noktadan hareketle bizim iktidara dönüp Türkiye’de en fazla kim kirletiyorsa, en fazla kim zarar veriyorsa onlara yönelin, dememiz gerekiyor.

Hatta kira artışları, öğrencilerin yurt sorunu, gıda fiyatlarındaki artışlar, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve ekonomik kriz gerekçesiyle saklanan eşitsizlik karşısında bizim topluma, yani emekçilere, çiftçilere, işsizlere, öğrencilere dönüp “bugüne kadar en fazla kim kazandıysa, sebebi olmadığımız bu yoksullaşma ve adaletsiz düzeni kimler yarattıysa faturayı da onlar ödemeli” demeliyiz.

Bir Cevap Yazın

Haftalık Siyasal Durum Değerlendirmesi