Pazar, Aralık 22, 2024
spot_img

Sedat Pişirici ile Ekonomi Tıkırında

Geçtiğimiz hafta Kitaba Dair’in konuğu Sedat Pişirici’ydi. Sedat Bey’le Efil Yayınevi’nden çıkan Ekonomi Tıkırında kitabı üzerine sohbet ettik.

Kitaba Dair Sedat Pisirici min

Mete Kaan Kaynar: Sedat Bey merhaba. Kitabınızın ismi çok tanıdık. “Ekonomi Tıkırında”yı Türkiye ilk olarak Anka­ra Sanat Tiyatrosu’nun “Nereye Payidar” oyununda Timur Selçuk’un söylediği şarkıdan biliyor. Sadece o da değil,  Ekonomi Tıkırında sizin 2019 başlarından bu yana Medyascope TV’de hazırladığınız ve sunduğunuz programın da ismi: Önsöz’de de belirttiğiniz gibi programınızın Ocak 2019-15 Şubat 2021 tarihleri arasındaki 105 yayınından 73 seçki bu kitaba taşınmış. Ekonomi Tıkırında şimdi de kitap olarak elimizde. Kitabınızın başlığı bir ironiyi taşıyor; başlığının tersine kitabınızda ekonominin “tıkırında” değil, nasıl “tepetaklak” olduğunu öğreniyoruz. Ellerinize sağlık, gerçekten çok rahat okunan, çok hoş bir kitap olmuş. Siz çalışmanızda “Umarım bu kitap, okuru için zihin açıcı olur.” diyorsunuz. Bir okurunuz ve programınızın takipçisi olarak ben cevap vermek isterim ki hem programınız hem de kitabınız gerçekten “zihin açıcı” olmaktan da öte (bir zamanların çok seyredilen bir talk show programının, Rüstem Batum Show’un sloganı gibi olacak ama gerçekten) tam anlamıyla “beyin tokatlayıcı” bir kitap (ve program). Programdan başlayarak sormak istiyorum gerek Ekonomi Tıkırında programı gerekse de kitap fikri nasıl ortaya çıktı? 105 yayın içerisindeki seçkiyi neye göre, nasıl yaptınız?

Osmanli Tarihciligine Yon Veren Konusmalar min
Arif Bilgin & M. Bedizel Aydın (Ed.) (2021) Osmanlı Tarihçiliğine Yön Veren Konuşmalar, Kronik Kitap.
Çalışma, ilki 2015’te Sakarya’da, ikincisi de 2018’de Tiran’da düzenlenen Osmanlı Araştırmaları kongrelerinde yapılan açılış konuşmalarının bir kısmından elde edilmiştir. Editörler, çalışmanın başına ekledikleri geniş giriş makalesinde Osmanlı tarihçiliğinin 1990’lardan bu yana geçen son 40-50 yılını ana hatlarıyla ele almaktadırlar. Giriş makalesinin başlığı “Osmanlı Tarihçiliğinin Son Yirmi Yılı” olarak konulsa da makaleden, neredeyse 80’lerden bu yana tarihçiliğin nasıl değiştiğini ana hatlarıyla izlemek mümkün. Bilgin ve Aydın bu değişimi 80’lerden sonra özellikle Hasan Celal Güzel’in girişimleriyle Osmanlı arşivlerinin fiziksel koşullarının ve arşivlerde çalışma koşullarının iyileştirilmesi, 90’lardan bu yana dijitalleşmenin getirdiği imkânlar ve üniversite sayılarındaki artışa bağlı olarak ele almaktadırlar. Çalışmaya ayrıca 2000’lerden günümüze Osmanlı tarihi ile ilgili olarak yapılan her tür çalışmanın (kitap, tez, makale vb.) istatiksel bir dökümü de konmuş. Çalışma içerisinde yer alan makaleler Osmanlı’da tarih yazımındaki çeşitlenmeden Osmanlı tarihçiliğinde İslam’ın rolüne, Osmanlı iktisat tarihi çalışmalarından Osmanlı denizcilik tarihine, askeri tarih çalışmalarından harem ve hanedan tarihine çok çeşitli bir yelpazeyi kapsamaktadırlar. Çalışma genel okuyucu için çok ilgi çekici olmasa da tarih metodolojisi, tarih eğitimi ve Osmanlı tarihi üzerine çalışan araştırmacılar için oldukça faydalı bir eser olarak değerlendirilebilir.

Sedat Pişirici: Yaklaşık kırk yıldır gazetecilik yapıyorum. Ben gazetecilik mesleğine 2 Kasım 1981 günü İzmir’de başladım. Tarihi unutmam mümkün değil, çünkü aynı gün İzmir’de İkinci İktisat Kongresi başladı yani ben gazetecilik mesleğine İkinci İktisat Kongresi ile birlikte başladım. İktisat kongresi ile birlikte mesleğe başlayınca kırk yıl sonra arkama dönüp bakıyorum da mesleğin hemen her tarafında çalışmış biri olarak herhalde kaderim ekonomi gazeteciliğiymiş diyorum. Uzun zaman ekonomi gazeteciliği yaptım hem İzmir’de gazetecilik yaptığım dönemde hem İstanbul’da gazetecilik yaptığım sırada. Ekonomi gazeteciliği meslek hayatımda baskın ağırlıklı olduğu, üstüme yapıştığı için Ruşen Çakır’la birlikte hayata geçirdiğimiz, yönettiğimiz Medyascope’ta da işin ekonomik kısmı açıkçası bana düştü. Başlangıçta böyle bir program yoktu. Gelgelelim böyle bir programın doğmasına da siyasi iktidar neden oldu. İlk programın tarihi 7 Ocak 2019’dur. O yıl, 2019 yılında 31 Mart’ta yerel seçimler yapılacaktı ama Türkiye’de bir ekonomik krizin işaret fişeği ondan on ay önce Mart 2018’de atılmıştı. AKP-MHP koalisyonu durumu fark etmişti. Kasım 2019’da yapması gereken cumhurbaşkanlığı seçimiyle genel seçimi Haziran 2018’e almıştı. Manzara ortadaydı. Bir kriz vardı, bir bunalım vardı ama iktidara bakılırsa “ekonomi tıkırında”ydı. Kaçınılmaz olarak program doğdu ki bu işin bir tarafı. İkinci tarafı, Nazım Hikmet “Şaban Oğlu Selim ile Kitabı” şiirinde der ki “Hürriyetin ilk şarkısı anlamaktır. Anladığını anlatmayan alçaktır.” Alçak olmak istemedik, Ekonomi Tıkırında programı doğdu.

Sedat Bey, çalışmanızda ekonomide işlerin aslında hiç de öyle hükümetin söylediği gibi tıkırında gitmediğini, tepetaklak oluşun 2018 seçimleri öncesi başlayıp bugüne değin geldiğini söylüyorsunuz. Peki, 2018’deki kriz? Ekonomi o tarihe kadar iyi yönetiliyordu da bir anda mı işler rayından çıktı? Yirmi yıllık iktidarında AKP ekonomide ana hatlarıyla nasıl bir yönetim sergiledi? Türkiye’nin 2000’lerinin ilk yirmi yılı, yani AKP’li yıllar dikkate alındığında, ülkenin hangi iktisadi kavşaklardan geçtiğini, o kavşaklarda ne tür stratejik hatalar yaptığını söyleyebilirsiniz?

Adalet ve Kalkınma Partisi bir siyasi ve ekonomik krizin ardından iktidara geldi. İzleyici hatırlayacaktır, 2001 krizi iktidarda bulunan koalisyonu devirdi. Cumhurbaşkanının masaya fırlattığı Anayasa sadece bunun tetikleyicisidir, görünen tarafıdır ama 2001 krizi nedeniyle Adalet ve Kalkınma Partisi doğdu, o krizle birlikte Türkiye’de iktidar değişti. Çok enteresandır, 2001 krizi 4 milyar dolar için çıktı; 4 milyar dolar para bulabilmek, IMF ile anlaşma yapabilmek için. Hatırlar izleyici, dönemin ekonomiden sorumlu bakanı Hikmet Uluğbay intihara bile kalkıştı, bunun stresine dayanamadı. Ne oldu? O krizin ardından Kemal Derviş Türkiye’ye davet edildi. Kemal Derviş bir program hazırladı, o programı uygulamaya başladı. Gelgelelim o program Türkiye ekonomisini kendi klasik kapitalist, serbest piyasacı çerçevesi içinde düze çıkarırken iktidar, iktidarını kaybetti. Hiç beklenmedik biçimde Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldi. Başlangıçta AKP’nin yaptığı Kemal Derviş’in programını noktasına virgülüne kadar uygulamaktı, hiç o programın dışına çıkmadılar. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden mezun, İngilizce bilen, o çevrenin parlak çocuklarından biri olan Ali Babacan’a teslim ettiler bu işi; “Al sen, bu programı uygula.” dediler, Ali Babacan da o programı uyguladı. Ne zaman ki o iktidar, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı başta lideri olmak üzere, “Biz artık olduk, biz bu işi öğrendik. Öyle DSP’cilerin, Dünya Bankacıların, Kemal Derviş’lerin programına ihtiyacımız yoktur.” dedi, ondan sonra iş şirazesinden çıktı. Hatırlarsınız, 2008-2009 Dünya Krizini de “Bizi teğet geçti.” diye karşıladılar, bunun propagandasını yaptılar. Evet, teğet geçti ama çok başarılı oldukları için değil, o sırada dünyada para bol olduğu için teğet geçti. Bütün o güzel günler geçtikten sonra da sel gitti, geriye kum bile kalmadı; geriye takır takır çakıl taşları kaldı. Bugünkü halimiz o günden kaynaklanmaktadır.

Sedat Bey, siz “Parayı izlersen gerçeğe ulaşırsın.” diyorsunuz. Ekonominin ateşi, tansiyonu, şekeri, “para” ile mi ölçülür; paraya bakarak ekonomi ile ilgili ne anlayabiliriz?

Dinsel Ideoloji ve Gonullu Kulluk min 1
Alâeddin Şenel (2021) Kenttanrıcılıktan Tektanrıcılığa: Dinsel İdeoloji ve Gönüllü Kulluk, İmge Yayın. Alâeddin Hoca’nın hem Kemirgenlerden Sömürgenlere: İnsanlık Tarihi başlıklı dev eserini hatmeden hem de Hoca’nın Özgür Üniversitedeki derslerini dinleyen biri olarak bu çalışmanın, insanlık tarihinin “dinsel ideoloji” ve “gönüllü kulluk” kavramları ekseninde yeniden okunması şeklinde değerlendirilebileceğini söyleyebilirim. Farklı bir şekilde ifade etmem gerekirse Şenel, bu çalışmasında kemirgenlerden sömürgenlere dinsel ideolojinin nasıl şekillendiğini ve gönüllü kulluğun nasıl inşa edildiğini ele almaya çalışmaktadır. Çalışma “ideoloji”, ”gönüllü kulluk”, “bilgi”, “bilen özne olarak insan” kavramlarının ele alındığı bölümle başlamakta ve Şenel bu bölümden sonra alet yapan insanın ortaya çıkışını ve kültürel evrimin biyolojik temellerini ele almaktadır. Çalışmada ayrıca “sanal özne” kavramının ortaya çıkışı ele alınırken, kültürel evrimde ve simgesel kültür alanında uygarlığa ve ideolojiye doğru kıvrılacak gelişmeler de özetlenmekte, transandantal öznelerin ortaya çıkışı tartışılmakta ve dinsel düşünüşün kültürel evrim içindeki yerleri ele alınmaktadır. Şenel’in bu çalışması, tüm diğer eserleri gibi uygarlık tarihinin diyalektik açıdan ele alındığı ve dinsel düşünüşün tarihsel bir perspektiften konumlandırıldığı temel kaynaklardan biri olarak değerlendirilebilir.

Hocam, Türkiye gerçekten uzunca bir süredir derin bir hayat pahalılığı, yoksulluk ve yoksunlukla mücadele ediyor. İnsanlar birbirlerine itiraf etmiyor, görmüyor, görmezden geliyor olabilir. Bunun bir nedeni de gerçekten hepimizi derinden etkileyen şu ölümcül Korona virüs salgını olabilir. Ama bu klasik bir laftır: Bir suçluyu, bir kriminal şahsiyeti bulmak, ona ulaşabilmek için parayı izlemek başlangıç için doğru bir yol olabilir. Bakınız yani elinize geçen parayla dün ne alıyordunuz, bugün ne alabiliyorsunuz? Pazara, bakkala, kasaba gittiğinizde 100 lirayla dün ne alabiliyordunuz, bugün ne alabiliyorsunuz? Aracınızın deposunu dün kaça dolduruyordunuz, bugün kaça dolduruyorsunuz? Bu, günlük yaşantımızda parayı izleyince alacağımız sonuç, göreceğimiz asıl fotoğraf. Günlük yaşantımızın dışında ekonomi profesyonelisinizdir, siyaset yapıyorsunuzdur, ilgilisinizdir siyaset ve ekonomiyle yine parayı izleyin. Memleketin dış borcu, iç borcu, cari açığı dün neydi, bugün ne? Memlekette döviz kuru dün neydi, bugün ne? Memlekette faiz dün neydi, bugün ne? Parayı izlemek sizi her zaman gerçeğin en azından önemli bir bölümüne götürebilir.

Beka tartışmaları Türkiye’nin bitmek bilmeyen hikâyesi. Yıllar yıllardır Türkiye halkı hakkını aradığında, sesini çıkarmak, kafasını kaldırmak istediğinde hep bir beka tehdidiyle susturulmaya çalışıla geldi. Siz de kitabınızda Türkiye’nin bir beka sorunu olduğunu söylüyorsunuz ama siz -şakamı mazur görün- bu beka sorununu ortadan kaldırmak için ne kimsenin oluk oluk kanını akıtmayı düşünüyorsunuz ne bağrı açık beyaz gömlekle programa gelmişsiniz ne de tespih sallıyorsunuz!!! Şaka bir yana, sizin beka sorunu olarak tanımladığınız şey işsizlik ve hayat pahalılığı.   Şunu sormak istiyorum, işsizlik ve hayat pahalılığı nasıl bir beka sorunu yaratıyor? Aklıma Müslüm Gürses’in Garipler şarkısı geldi “Sürüne sürüne yaşayan onlar/Yakarsa dünyayı ‘işsizler’ yakar” şeklinde tanımlayabilir miyiz bu beka sorununu?

Kitapta yer alan analizlerden bir tanesi de zaten öyle biter; “Yakarsa dünyayı garipler yakar” misali “Yakarsa dünyayı işsizler yakar.” diye. Memleketin beka sorunu budur yani memleketin beka sorunu işsizliktir, yoksulluktur, yoksunluktur. Bizim beka sorunumuz budur. İktidardaki koalisyonun liderlerinin ya da sözcülerinin iddia ettiği, ileri sürdüğü gibi memleket fiziken, bir büyük toprak olarak elden gitmemektedir. Memleket, o memleketi memleket yapan vatandaşlarının yaşadığı sıkıntı nedeniyle eğer elden gidecekse gidecektir. Aç insan her şeyi yapar, yoksul insan her şeyi yapar, çoluğunun çocuğunun sıkıntıda olduğunu gören insan her şeyi yapar. Asıl tehlike budur. Eğer insanımızı iddia ettikleri gibi kalkınmış bir ülkede, refah içinde, adil bir şekilde yaşatamıyorlarsa asıl beka sorunu budur. Gerisi, çok affedersiniz, hava cıvadır.

Sedat Bey, Türkiye krizin tam ortasında bir de Korona’ya yakalandı. Siz sadece ekonomik krizle değil, Korona’nın sebep olduğu ekonomik çöküntüyle baş etmek konusunda da hükümetin başarısız olduğunu söylüyorsunuz. “Bir yandan ‘Evde Kal Türkiye’ diye kampanya başlatan hükümet, diğer yandan ‘ekonomik istikrar’ uğruna ‘konaklama vergisini Kasım ayına kadar uygulamama’ ve ‘iç havayolu taşımacılığında üç ay süreyle KDV ora­nını %18’den %1’e indirme’ kararı alıp ‘evde kal’ dediklerine ‘tatile çık’ diyor, uçağa binip otelde konaklayacak olanların sağa sola virüs bulaştırabileceklerini görmezden geliyordu.” Siz bu satırları yazdığınızdan bu yana da epey zaman geçti. Bu tablo şu anda nasıl? Korona’nın yarattığı ekonomik tahribat, Korona’dan çok önce Türkiye’yi sarıp sarmalayan ekonomik krizle kol kola girmiş durumda: Türkiye’yi nasıl bir 2022 bekliyor?

Turk Aydininin Din Anlayisi min
Masamın Üzerindekiler-3
Necdet Subaşı (2016) Türk Aydınının Din Anlayışı: 1980 Sonrası Örneği, Otto Yayınları.
Necdet Subaşı, bu çalışmasında Türk aydının din anlayışını beş yazar ve bu beş yazarın beş ortak temadaki düşünceleri üzerinden okumaya çalışmaktadır. Subaşı’nın seçtiği yazarlar Ali Bulaç, Cemil Meriç, Şerif Mardin, Erol Güngör, Murat Belge ve İsmet Özel’dir. Subaşı bu isimlerin din anlayışlarını “din ve alanı”, “inanç ve düşünce hürriyeti”, “laiklik”, “dinde reform” ve “ilericilik gericilik” kavramları üzerinden okumaya çalışmaktadır. Çalışmanın en büyük eksikliği, seçilen yazarların “Türk aydını” denilen heterojen yapıyı yansıtmaktan hayli uzak olmalarıdır. Çalışmada neden bu yazarların seçildiğine ilişkin tatmin edici bir metodolojik açıklamaya rastlamadım. Ayıca seçilen yazarlarla ilgili, kaynakçaya yansıyan, kapsamlı bir okumanın yapılmadığını da söylemek gerekiyor. Subaşı beş farklı yazarı ele aldığı bölümden önce Aydın ve entelektüel kavramlarının ortaya çıkışını, Osmanlı-Türkiye sosyo-politiğinde ulemadan aydına doğru dönüşümü ve Türk aydının din anlayışını tartışmaktadır. Entelektüel ve aydın kavramları üzerine çalışmış biri olarak, kitabın bu bölümünü daha önce okumadığım, kitabı daha önce fark etmediğim için üzüldüm. Çalışmanın bu bölümü ikinci kısmına göre çok daha derinlikli ve renkli bir karakter taşıyor. Gerek ulemadan aydına geçiş süreçlerine dair yazdıkları ile ilgili olarak gerekse de Türk aydının din anlayışı ile ilgili olarak yazdıkları ile yazarla aynı düşünceleri paylaşmasam da yazılanlara ciddi şerhlerim olsa da bu, yazının ilk bölümünün gayet dikkatli ve detaylı bir çalışmanın ürünü olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Bu açıdan çalışma, Türkiye aydınını tarihsel perspektiften ele alan ve onun din anlayışını analiz etmeye koyulan bir çalışma olarak araştırmacıların ilgisini çekebilir.

Demiştik ya bu siyasi kadro, adı Adalet ve Kalkınma Partisi olan bu siyasi örgüt, aslında hiç beklemediği bir şekilde iktidarı kucağında buldu. Başlarda, kendileri için, gayet makul, mantıklı, akıllıca bir şekilde Kemal Derviş’in programını uyguladılar. Onun üzerinden bir 8-10 yıl geçinceye; programı uygulayan, programı uygulattıkları Ali Babacan’la yollarını ayırmaya varıncaya kadar “Biz olduk.” dediler, bir kibre kapıldılar. Ondan sonra “olmadıklarını” peyderpey gördük. Demin dedim ya 2001 krizi 4 milyar dolar için çıkmıştı bu ülkede. Bugün bu ülkede “128 milyar dolar nerede?” diye bir soru soruluyor; ülkenin, bağımsız olması gereken, merkez bankası başkanı “Varlıklarla yükümlülükler yer değiştirdi. Aslında para bir yere gitmedi.” diye bir cevap verebiliyor. E elbette “Faiz sebep, enflasyon netice.” diyen bir siyasi liderin atadığı bir merkez bankası başkanından da başka türlü bir cevap beklenemezdi. O da o cevabı veriyor ama o cevapla 128 milyar doların nerede olduğunu biz öğrenemiyoruz. Bu siyasi iktidar ekonomik krizin farkında değil mi? Farkında, çok farkında ama her seferinde bu ekonomik krizin yaratabileceği iktidardan olma olasılığını hamasetle, beka sorunuyla, vatanla milletle Sakarya’yla, din elden gidiyorla, her türlü mağduriyet iddiasıyla ve her fırsatta seçime kaçarak yönettiler. 2018 yılında, 8 Mart 2018’dir tarih, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s, Türkiye’nin notunu düşürdüğünde de o zaman hem Recep Tayyip Erdoğan hem dönemin maliye bakanı Naci Ağbal hem dönemin ekonomi bakanı Nihat Zeybekci hem her türden Adalet ve Kalkınma Partisi sözcüsü, “Bunlar Türkiye’yi çekemiyorlar, Türkiye’yi kıskanıyorlar; bunlar başarımızı kıskanıyorlar. Şöyle kıskanıyorlar, böyle kıskanıyorlar, yalan söylüyorlar.” diyerek bu tablonun görmezden gelinmesini sağlamaya çalıştılar. Ama az önce de dediğim gibi kendileri çok net gördükleri için 2019’un sonunda yapmaları gereken seçimi 2018’de yaptılar; seçime kaçtılar. Üstüne 2020 yılında bir Korona virüs salgınıyla karşı karşıya geldik, çok güzel hatırlattınız. O salgının başlangıcı, Türkiye’de ilk vakanın göründüğü tarih 10 Mart’ı 11 Mart’a bağlayan gecedir. Ondan bir hafta on gün sonra bir kabine toplantısının ardından bizzat Recep Tayyip Erdoğan, Korona virüs salgınının yaratacağı ek ekonomik sıkıntıya karşı o sıkıntıyı göğüsleyecek bir kalkanın tedbirlerini açıkladı. 8 Mart 2018’de nasıl ekranlarda gülerek “Yok canım, ortada kriz falan yok. Sıkıntı yok, merak etmeyin.” dedilerse o krize karşı kalkanı da gülerek açıkladılar. Açıkladıkları şeye bir baktık: Allah Allah! Evlere kapanılması gerekirken gidin, seyahat edin diyorlar; evlere kapanılması gerekirken uçağa binin diyorlar; evlere kapanılması gerekirken evlere kapanarak yapılamayacak şeyler yapılmasını öneriyorlar. Gene aynı şey oldu. Memleket niye böyle oldu? O 128 milyar dolar nedeniyle böyle oldu. Türkiye’de doğal olarak döviz kurları ekonomik sıkıntı nedeniyle yükselirken ve bu ülkede vatandaş bir ekonomik kriz olup olmadığına döviz kuruna, altın fiyatına bakarak cevap verirken onlar da bunu bildiklerinden yükselen kurları baskılamak için bu parayı harcadılar. Korona virüs salgını içerisinde bir ekonomik kriz yaşamamak için kamu bankalarındaki bütün parayı kullandılar. Zannettiler ki kamu bankalarından düşük faizli kredi verilirse onlar işe dönecek, ekonominin çarkları dönecek, istihdam artacak, en azından işten çıkartılmayacak. Ama Türkiye’de vatandaşın enteresan bir feraseti var: Onlar, bu bankadan aldıkları ucuz faizli krediyle gidip öbür bankadan dolar aldılar, avro aldılar; olmadı, gidip Kapalı Çarşı’dan altın aldılar; olmadı, olmadı. Ben bir ekonomist değilim, ben nihayetinde bir ekonomi gazetecisiyim. Ekonomistlerin ne dediğini beni izleyen, yazdığımı okuyan vatandaşa anlatmak benim işim. Bütün bu süreçte, nerdeyse bütün aklı başında ekonomistlerin söylediği iki tane şey var: Bir tanesi, güven olmadan ağzınla kuş tutsan o ekonomik tedbirlerle sonuç alamazsın. İkincisi, yapısal reform uygulamadan hiçbir ekonomik tedbirle krizin önünü alamazsın. Yapısal reform dedikleri şey ne? Rivayet muhtelif. Bu kitapta ondan da bahsediyorum. Yapısal reform deyince herkes bir şey söylüyor ama basit. Yapısal reform şu: hukukun üstünlüğüne dayalı, adil, yargısı tartışılmayan, kararlarına güven duyulan, eğitimi imam hatip liselerine dayandırılmamış, doğru düzgün üniversitesi olan, laik bir toplumsal yaşam anlayışına sahip bir yapı. Bunları yap, bunların adı yapısal reform. Bu yapısal reformları gerçekleştir, ondan sonra ne yaparsan yap. Hikâye bu.

Medar-ı Maişet Motoru, Sait Faik’in 1940 başlarında Yeni Mecmua dergisinde tefrika edilen ilk romanı. “Medar-ı maişet”in Türkçesine “geçimini sağlama aracı” diyebiliriz. Sizin bölümlerinizden biri de bu başlığı taşıyor: bu bölümde para politikalarını, ekonomiye olan güvenin azalışını, ekonomideki kapasite kullanımının düşüşünü, işsizliği… ve bunun gibi birçok şeyi özetliyorsunuz. Sait Faik romanında sıradan insanların hayatlarını şairane bir dille bize aktarırken siz aynı insanların ekonomik yaşamlarından bir kesit sunuyorsunuz dense yeridir. Sedat Bey, bu tabloyu,  Medar-ı Maişet Motoru’nu kısaca bir de okuyucularımız için özetlemeniz mümkün olabilir mi? İnsanlar bu krizde geçimlerini nasıl sağlıyor, hayatlarını nasıl devam ettiriyorlar?

Yuzlesme min
Adnan Dalgakıran (2021) Yüzleşme: Türkiye Vasatlıktan Nasıl Çıkar?, Kronik Kitap.
Dalgakıran’ın çalışması, neden Türkiye’nin kalkınamadığı, neden Türkiye’nin sanayi toplumu ve endüstri toplumu seviyesine gelmekte zorlandığı düşünceleri etrafında şekilleniyor. Daha spesifik olarak yazar, çalışmasını “Neden Türkiye’nin dünya ekonomisinden aldığı pay son üç yüzyılda %0,7-1,3 bandında sıkışıp kalmıştır?” sorusu etrafında örüyor. Dalgakıran, 2010’larda tam da “Makûs talihimizi yenecek[ken]… cebimiz para gördü, artık hayallerimizin peşinde koşma zamanı” diyecekken 2014’ten sonra neden yine gerilere düştüğümüzün hayal kırıklığı ile çalışmasına devam ediyor. Kendisi de iş dünyası içindeki iş insanlarından biri olan Aydın Dalgakıran’ın bu çalışması ana hatlarıyla yazarın iş dünyası, yaratıcı sınıf (?), girişimcilik, sermaye birikimi, devlet toplum ilişkisi, hukukun üstünlüğü, eğitim sistemi gibi konularla ilgili harcıâlem düşüncelerinden oluşuyor. Çalışma ele aldığı konularla ilgili analizlerinden ziyade iş dünyasının devlet, toplum, siyaset ve ekonomi gibi konularda hangi kalıplar ve gözlüklerle düşünüp/konuştuğunu anlamak konusunda yararlı olabilecek bir çalışma olarak değerlendirilebilir.
Dedim ya ben bir ekonomist değilim, bir ekonomi gazetecisiyim. Bu ikisi birbirinden farklı. Ben kırk yıldır durduğum yerde duruyorum, önümden geçenlere bakıyorum. Elbette ben de ekonomi okuyorum. Ben dünya görüşüm nedeniyle, en azından üniversitesine gitmeden, ekonomi tahsil etmiş biriyim ama benim görevim dediğim gibi gözlemcilik. Bakıyorum; memleket ekonomisi nerden gelmiş nereye gidiyor, bu konuda kim ne demiş kim ne diyor, kim ne yapmış kim ne yapmamış. Ben öyle yazdı mı kudurtan kodu mu oturtan bir gazeteci değilim; öyle bir tavrım, tarzım, anlayışım yok benim. Onlardan da bir sürü var ama ben öyle değilim. Bu analizler ve bu analizlerin yer aldığı bu kitaptaki veriler gerçek veriler. Kimden alıyorum ben bunları? Türkiye İstatistik Kurumundan, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasından, sendikalardan, sanayi odalarından, ticaret odalarından, borsalardan. Bunların hepsi açık kaynak verileri. Ben bu açık kaynak verilerini yerine oturtmaya çalışıyorum. Bu çok tartışılan Türkiye İstatistik Kurumunun verileri, tartışmaya devam edebilir isteyenler ama onlar, bu haliyle dahi bize pek çok bilgi sunuyorlar. Tüketici güven endeksi diye bir şey var, son iki ayda tepetaklak gitti; geçen ay 7,5, bu ay 3,5. Tüketici güveni dip yapmış durumda, tüketici güvenmiyor. Bunu ben söylemiyorum, bunu herhangi bir muhalefet partisi söylemiyor; Türkiye İstatistik Kurumu söylüyor. Manzara bu. Öbür taraftan, bu ülkedeki işsizlik oranını herhangi bir gazeteci ya da herhangi bir muhalefet mensubu uydurmuyor. Oran %13, sayı 4,5 milyon; bunun genişine bakarsan 15 milyon. Genişine bakılmasın diye düzeni değiştirdiler; işsizlik %13 iken geniş işsizlik onların hesabında yine %21. Bu ülkede enflasyon verilerini gazeteciler ya da muhalefet uydurmuyor. Onu da Türkiye İstatistik Kurumu söylüyor. İşte, enflasyon çift hanelerde. Paradan altı 0’ı atmakla övünüyorlardı. Allah aşkına, bugün 10 liranın ne kadar kıymetiharbiyesi var siz söyleyin, bu programı izleyen vatandaş söylesin. 10 lirayla ne yapıyorsunuz; eskiden ne işe yarıyordu, şimdi ne işe yarıyor? Dedik ya memleketin asıl beka sorunu memleket vatandaşının huzur, refah, gönenç içinde kazandığı parayla geçinebilir bir halde yaşamasıdır. Aynı memleket vatandaşının bir başka deyişle medar-ı maişet motorunu da döndürebilmesi gereklidir. O motor dönmüyor. Çoğu için dönmüyor, çoğu için tekliyor. Bakın, kim için dönmüyor kim için tekliyor; onu da kendileri söylüyorlar. Hem de övünerek söylüyorlar. Cumhurbaşkanı kalkıyor diyor ki bu Korona virüs salgını süresinde şu kadar bin aileye 1000 lira para ödedik. Bu nedir ya? “1000 lira ödedik” nedir? Memlekette demek ki o kadar yoksul var. Bir onu kabul ediyorsun, bir de ona 1000 lira ödemekle övünç duyuyorsun. En son söyledikleri: Bu salgında şu kadar esnafa 3000 lira, bu kadar esnafa 5000 lira verdik. Bu insanlar, bu salgında böyle bir duruma düşmüşler; “3000 lira bir kereye mahsus” diyor, bir de karşılıksız diye övünüyorlar. 3000 lira-5000 lira vermekle övünüyorlar. Bu olacak iş değil. Hepimiz aynı gemideyiz ama yani kimimiz bu geminin kaptan köşkünde kimimiz bu geminin beş yıldızlı odasında kimimiz bu geminin sintinesinde, makine dairesinde. Bu medar-ı maişet motoru böyle dönmez, bu gemi böyle gitmez.

Sedat Bey, sohbetimizi tüm misafirlerime sorduğum mutat bir soruyla bitirmek istiyorum: Bundan sonra Sedat Pişirici okuyucuları hangi çalışmanızı okuyacaklar?

Ermeni Kimligine Elestirel Yaklasimlar min
Altuğ Yılmaz (Ed.) (2020) 21. Yüzyılda Ermeni Kimliğine Eleştirel Yaklaşımlar: Kırılganlık, Direnç ve Dönüşüm, Hrant Dink Vakfı Yayınları.
Altuğ Yılmaz’ın editörlüğünde çıkan kitap, 7-8 Ekim 2016’da Hrant Dink Vakfı’nın Hamazkayin Ermeni Eğitim ve Kültür Birliği, Colouste Gulbenkian Vakfı ve İsveç Konsolosluğu’nun destekleriyle Anarad Hığıtyun Binası Havak Salonu’nda yapılan aynı adlı konferansta sunulan tebliğlerden yola çıkılarak hazırlanmış bir çalışmadır. Kitap, konferansta da olduğu gibi Rakel Dink’in sunuşuyla başlamaktadır. Rakel Dink konuşmasında, konferansın amacını da çizmekte ve “Ermenilere özgü olan veya belki de olmayan kimliğimize var olmuş davranışlarımızın ve algılarımızın olumlu-olumsuz etkileri irdelenecek; sıkıştırılmış durumların hem kendimiz hem de etrafımız için getirileri-götürüleri tartışılacak” demektedir. Çalışma okunduğunda, Dink’in bahsettiği amacın hâsıl olduğu açıkça görülebilmektedir. Kitapta Ermeni kimliğine ilişkin kavramsal tartışmalar yanında, soykırım tartışmaları, diaspora kimlikleri, Ermeni ulusal kimliği, Türkiye’deki Ermeniler ve edebiyatta Ermeniler konuları ele alınmaktadır.

Watergate skandalını izleyicilerimiz bilirler. Washington Post’un iki acar gazetecisi Carl Bernstein’la Bob Woodward, Amerikan başkanı Nixon’ın demokratların Watergate binasını dinleterek seçim kazanma çabalarını ortaya çıkarır. Robert Redford’la Dustin Hoffman’ın oynadığı “Başkanın Bütün Adamları” adlı filmde de bu skandal anlatılır. Şimdi, başkanın adamlarının kim olduğunu bilmek elbette önemli. Bugün Türkiye’de başkanın adamlarını, kim olduğunu o işlerle ilgilenenler, hemen hemen herkes biliyor. Başta beş tane müteahhit olmak üzere başkanın adamlarının kimler olduğu biliniyor. Ama zannederim, başkan kimlerin adamı, bu daha enteresan bir bilgi. Eğer becerebilirsem başkan kimlerin adamıdır, onu yazmaya çalışacağım. Umarım o kitapla tekrar karşınızda olurum.

Ben programa katıldığınız için çok teşekkür ederim. Yeni kitabınızla da sizi tekrar konuk etmekten zevk duyarız.

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR