“OKTAY’A: 1960’larda Kuzguncuk’taki evine/ Ziyarete gelmiştik/ Cevat vardı, Teoman vardı…/ Kapıyı sen açtın,/ Gözlerinde deniz hâreleri/ İy’ki geldiniz çocuklar, dedin/ Sosyalizmi göreceğim gelmişti…// Ne gezer o zaman bizde/- Şimdi de öyle ya-/ Sosyalizmi temsil…/ Ama hiç kuşkum yok, Oktay,/ Sosyalizmin göreceği gelecek seni…” (Can Yücel)
Sosyalizme dair reel tecrübenin “ideali” aşındırdığı ama henüz teorik ve pratik çözümün ufukta olmadığı yılların içindeyiz. Hal böyle olunca, iade-i itibar yapmanın ötesinde köstebeği edebi ve siyasal bir metafora dönüştüren Marx’ı günümüze tercüme etmeye heves ediyorum. Marx’ın “inatçı köstebek” metaforunu hatırlayıp, pratik/olgusal ve edebi anlamının göz ve söz atmakta fayda var. Marx’ın, devrimci mücadelenin gerekleri için, yer altını sessizce kazan köstebeğe gönderme yaparak bize emanet ettiği “İyi/güzel kazmışsın, ihtiyar köstebek!” metaforundan söz ediyorsam bir derdim olmalı. Siyasetin, “merkez komite suratlı” suretinden ve o soğuk ve kendi üstüne kapanan “iç dilinden” kurtulup edebi girdilerle aşılanması için, artık üstümüze başımıza ve dilimize uymayan eski kavram ve giysilerimizden köstebek olup, tünel kazarak firar etmek şart.
Gün ışığından yoksun olmak kadar dün ışığından yoksun olmak bir dert. Lakin açık ve âşık görüşe gittiği dünde takılıp kalmak sosyalist mahallenin yapısal bir sorunu. Burada “dün”den ve dün “ışığı”ndan kasıt, sadece 12 Eylül öncesi yerel dün ve dün ışığı değil. Dünya tarihsel planda teorik, politik ve örgütsel bir dünden, tarihten söz edip, nihilizme düşmeden oradan firar etmekten söz ediyorum.
Eski zamanlar bir cümleye sığardık ve mutluyduk. Bir duvar yazısı, bir alıntı hepimizi yıllarca misafir ederdi. Kendimizle kendimiz, kendimizle hayat ve sokaklar arasında her şeye rağmen bir sahicilik vardı. Lakin “dönem Marksizm’ine ait olmanın tüm neden ve sonuçlarını yaşadık ve bitti.
12 Eylül 1980 öncesinde, anti-faşist mücadelenin o devasa karmaşası içinde hep bir “gelecekcilik”; “garantili devrim” ve “garantili gelecek tasavvuru” vardı. Bu siyasal algının yerel ve evrensel çöküşünün travmasıyla nasıl baş edeceğimizi bilmiyoruz. Travmalarımızla baş etmek için gerekli olan muhasebeden ise devrimden ve geçmişten vergi kaçırmak anlaşılıyor! Hatıra beyanının siyaset yerine ikame edildiği “geçmişciliğin” kapsam alanının giderek genişlemesi ise izaha muhtaç bir tuhaflık. Hiç deri değiştirmeyen, hiç yeni rüya görmeyen kavramlarla konuşup yaşıyoruz.
“Yaşlanan şairler hikmete yaslanırmış!”, yaşlanan devrimcilerin “geçmişe yaslanıp kayıtlanması”, daha doğrusu “yanlış yaşayıp yanlış yaşlanmalarını” gençlerin taklit etmesi ise “akıl tutulması” olsa gerek. Oysa tabu-tapu olarak üstümüze geçirdiğimiz geçmişimizi yolda görsek tanıyacak halde değiliz. En kötüsü de geçmişimiz bizi yolda görse tanıması ne mümkün! (Gidecek kaç mekânımız var, kaç sözcük bizi misafir edebilir, kaç ağaç, kaç dağ, hangi geçmiş selamımızı alabilir?)
Yine yıllar önce, mecaza sığınarak, “Şairlerin en kötü şiirleri hayatlarıdır!” demiştim ama kimse üstüne almamış cümle bana kalmıştı. Çünkü, şiir olmak değil şair olmak yürürlükteydi. Dert bu kadarla bitse iyi, bu kez, mecazdan kim ölmüş diyerek, “Devrimcilerine en kötü devrimleri hayatlarıdır!”, dediğimde yine kimse üstüne almamış ihale bana kalmış, herkes bana devlet olmuştu. Her birimizin bilinçaltında ve bilinçötesinde ne çok devlet olduğunu, ceplerinde ne çok devlet taşıdıklarına tanık olmuştum.
Madem ki sayıklamaya başladım devam edeyim: ne zaman Adorno’nun “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” cümlesini cümle içinde kullansam, bizim mahallenin çocukları “metafor” olarak hoşlanıyor ama bu soyutlamadan yola çıkarak, “Evcilleşen ve devrimci olmayan hayatlardan devrimci bir hareket çıkmaz!” dediğimde, can güvenliğim tehlikeye girip, canım taşlanabiliyordu…
Edip Cansever’in “Hiçbir pul hiçbir zarfa yakışmıyor/ Hiçbir zarf üç beş satıra” dizelerinin içinde olduğu şiiri okuduğumda insanlar hoşlanabiliyor ama bu dizeleri hayatlarımızın bir “sahicilik yitimi”, “yabancılaşma” ve “evcilleşme” olduğuna dair gönderme yapınca “kırmızı yanlışlarını çok sevenler” yasama, yürütme ve yargı organı olup sizi yargılayabiliyor. (Neyse ki şimdilik, bizim mahallenin siyasetlerinin “hapishanesi” yok!) Doğruya doğru; kırk yıldır, teori pratiğe, içimizin dışımıza, aklımızın kalbimize, günümüzün dünümüze yakışmadığı bir süreç yaşamadığımıza birileri beni ikna etsin…
Edip Cansever’in, “Sevgilim diyorum o kadar yeni anlamda söylüyorum ki bu kelimeyi” dizesini cümle içinde kullanınca hoşa gidiyor ama, “ben, diyorum, ‘biz’ diyorum, ‘devrim’ ve ‘sosyalizm’ diyorum ama o kadar yeni anlamda söylüyorum ki bu kelimeyi” dediğimde dilime “biber” sürülebiliyor. Ben de onlara, Cemal Süreya’nın “Biber ki yasa dışı önderidir sebzelerin” dizesini hatırlatarak, “biber”i yanlış yerde kullanmamalarını söylüyorum. Eski kendimizden ve dilimizden yeni kendimize ve dilimize firar etmek için köstebek metaforuna ve köstebek siyasetine ihtiyaç var. Eş veya art zamanlı olarak hayat da anlamlar da durmadan yer değiştirirken sabit kalmak, sosyalist olmanın varlık koşulu olan devrimci değişim ve dönüşümü terk etmek demek.
Yerel ve evrensel tüm işaretler sosyalizmden vazgeçmeyi değil sosyalist olmayı gerektiriyor. Her tarihin günü, “İşte, Sosyalist olmak için bir neden daha!” dememiz ve düşbaşı yapmamız için, bizi körelten “sabitlikten” firar edip yer değiştirmek ve tünelin ucundaki aşığı görmek gerekiyor.
“Dilde zorla iskan olmaz…” Sosyalizme dair yeni bir hikâye kuracaksak, eski ve eskimiş olan her şeyden firar edip zorla iskanı terk etmek gerek.
Köstebek, yol tıkanınca geçmişe firar etmeyi de ihmal etmez, zamanı ve yeri geriye doğru da kazar.
Her ikisinin de toprağı Devrim olsun, Şavşatlı sosyalistlerden Nedret (Ural), Artvin ve Erzincan Hapishanelerinden firar eden arkadaşı Adnan (Keskin) ölünce, eski “rüya zamanlara” özlemini, “Bir tünel daha kaz Adnan, çocukluğumuza çıksın” cümlesiyle ifade etmişti. Tünel kazıp geçmişe gitmek, geçmişin halini hatırını sormanın bundan daha güzel ifadesi olabilir mi? Geçmişte ikamet etmeden, ikametgahımız alıp tünel kazıp bugüne dönmek de bir başka güzel…
Yıllarca hapishanede “ağır makinist” olarak yatan şair Şehmus Ay ise, dışarıda uğradığı hayat ve hayat kırıklığını “Çıkarın beni bu dışarıdan!” dizeleriyle ifade etmişti. Bu dize de bize “içeri” ile “dışarı”yı yeniden düzenlememiz için, zaman aşımına uğramış her şeyden firar etmemizi anlatır.
Bu dünya hapishanesinden yeni bir dünyaya firar etmek gerekiyor…Eski kendimizden tünel açıp yeni kendimize ve oradan da benzerlerimize firar etmek o kadar zor mu?
“Sosyalistler arası münazaralarda” ezeli ve ebedi rakip olarak algılanan karşı siyaseti mat etmek için kullandığımız, “kavramların içini boşaltmayalım” şeklindeki “suç beyanı” cümleyi karşımıza alsak. Zamanını doldurmuş, bayatlamış bazı kavramların ve o kavram silsilesinden oluşan teorinin içini boşaltıp, zaman aşımına uğramayanlar dahil, devrimci ve sosyalist yeni kavramlarla içini yeniden doldurmak neden suç olsun ki? Her şeyin içini açma merakında olsak kavramlarımızın ve kendi içimizin içini açıp bakmak işimize-düşümüze gelmiyor çünkü, düşen sosyalizm uçağının kolektif ve kişisel “karakutularının” bulunmasını istemiyoruz.
90’lardan bir grup arkadaş ile kendi aramıza, “Yönetmek ve yönetilmek ayıptır. Birlikte düş görmek ve onu hayata geçirmek serbesttir”, diye bir cümleye sığmış ve sığınmıştık. “Örgütsüzlük” anlamına gelmiyordu bu mecaz yüklü cümle, tam tersine, “örgütlü örgütsüzlüğe” yani yeraltında ve yer üstünde yaşanan “profesyonellik” dediğimiz “gizli işsizliğe” itiraz ediyorduk. “Profesyonalizmin” deformasyonuna karşı, sahicilik içeren “amatörlüğün” hatırına ve hatırasına sığınıp hayatla ve birbirimizle “randevu” siyasetinin ötesinde yeniden temas etme hevesiydi derdimiz…
Nâzım Hikmet, “Üstümüze yazdıklarımın hepsi yalan/ üstümüze yazdıklarımın doğru hepsi.” demişti. Kimse üstüne almasın, üstümüze söylediklerimin hepsi doğru, hepsi yalan… Benim sosyalistleri ve sosyalizmi göresim gelmiş, hepsi bu…