Geçtiğimiz hafta Suriye ve Irak’ta askeri operasyonlara ve asker bulundurmaya izin veren tezkere Meclisten geçti. Özellikle Suriye’den gelen haberlerde Türkiye’nin yoğun bir sevkiyat ve yığınak yaptığı bilgileri geçiliyor. Suriye’deki Esad karşıtı gerici örgütlerle birlikte gerçekleştirilen bu sevkiyat ve yığınağın ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı ve YPG’nin etkin bölgeleri içerdiği, bu bölgeler arasındaki geçiş yollarını ele geçirmeyi amaçladığı belirtiliyor.
Tezkerenin Mecliste görüşülmeye başlaması öncesinde CHP’nin İYİ Parti gibi şerhli, şartlı olarak evet diyeceğini belirtirken, Meclis’teki görüşmeden bir gün önce hayır yönünde karar açıklaması devlet içindeki çatışmanın yansıması olarak görülmelidir. Daha önceki tezkerelerdeki tavrının aksine bu kez hayır oyu kullanacağını açıklaması CHP’nin iktidarın savaş politikalarına olan desteğinin son bulması açısından olumlu ve önemli bir gelişme olsa da, askeri bürokrasinin hatta TÜSİAD’ın bu kararda etkisi olduğunu düşünmek mümkündür. Kaldı ki Yüksek Askeri Şura’dan hemen sonra Suriye’de görev yapan beş üst düzey komutanın emekliliğini istemesi/ istifa etmesi iktidarın savaş politikalarının ordunun bir kısmı ve büyük sermaye tarafından kabul görmediği çok açıktır.
CHP’nin hayır oyunun tüm olumluluğuna rağmen Millet İttifakı’ndaki ortağı İYİ Parti’nin bir fire hariç tezkereye evet demesi iktidar karşısında yer alan muhalefet blokunda da Saray/AKP/MHP sonrası milliyetçi çizginin devam edeceğine dair işaret sayılmalıdır. Sağ iktidar karşısında bir başka sağ parti olan İYİ Parti’nin oylarındaki yükseliş ve Saray/AKP/MHP iktidarının Suriye’de olası geniş çaplı bir askeri operasyon hatta savaş, yaratacağı milliyetçi hezeyanla sağın seçeneğinin sağ olduğu bir siyasal iklimin güçlenmesine yol açacaktır.
Saray/AKP/MHP iktidarının savaş, çatışma, dış tehdit algısıyla toplumu sorunlarını konuşamaz duruma getirme, milliyetçi/ulusalcı bir dalgayla seçmenleri tahkim etme ve dış siyasetle iç siyaseti dönüştürme düşüncesi şimdilik karşılık bulmamakla birlikte bu ortamdan İYİ Parti’nin kazançlı çıkacağı açıktır. Bu süreçte HDP’ye yönelik baskı ve şiddetin artması, düşmanlaştırılması, Suriye’de Kürt bölgelerindeki olası çatışmaların Türkiye’ye taşınması çabaları da beklenmelidir. İktidarın her ne olursa olsun iktidarda kalmak gibi bir amacı olduğu, HDP’nin (Kürt seçmenlerin) belirleyici olacağı dikkate alındığında Saray/AKP/MHP iktidarı çatışmayı ve gerilimi yükseltmeyi seçmektedir.
Geçtiğimiz hafta AKP grup toplantısında Tayyip Erdoğan’ın CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun daha önce Ankara’da uğradığı saldırının görüntülerini izletmesi, bir aydır CHP ve İYİ Parti temsilcilerinin siyasi cinayetler olasılığına vurgu yapmaları, Meral Akşener’e yönelik saldırı sırasında ‘bunlar daha iyi günleriniz’ sözü, HDP İzmir İl Örgütüne yönelik silahlı saldırı ve saldırıyı düzenleyen kişinin Sadat tarafından eğitildiği iddiaları, Konya’da bir Kürt aileye yönelik gerçekleştirilen katliam, gazetecilere yönelik fiziki saldırılar vb. olaylar bir yıl içinde yaşadıklarımız. Tüm bunlar dikkate alındığında seçmenlerine ve topluma yeni bir hikaye sunamayan iktidarın içerde ve dışarda şiddeti ve baskıyı tek yol olarak gördüğü açıktır.
Bu yüzden sosyalistler, devrimciler, emekten yana olanlar olarak hepimizin savaş politikalarına karşı çıkarken, baskıya ve şiddete de karşı çıkıp ortak bir barış cephesi yaratmamız zorunludur. Savaşın ve şiddet politikalarının halklar hatta farklı siyasi tercihlere sahip işçi sınıfı içinde de ayrışmayı, çatışmayı körükleyeceği açıktır. Yaşam hakkı ve barış talebi açısından savaşa ve şiddete karşı çıkarken, savaş ve çatışma ekonomisinin hepimizin yoksullaşması, kaynakların silah tüccarlarına aktarılması anlamına geldiğini anlatmak, görünür kılmak zorundayız. Kaldı ki 30 yıla yakın zamandır çıkarılan onlarca tezkerenin sonuç vermediğini, ülkemizde ve içinde bulunduğumuz bölgede tek çözümün barış ve kardeşlik politikaları olduğunu anlatmak bize düşmektedir.
Tezkere ve sonuçları üzerine şimdiden kesin bir öngörüde bulunmak zor olsa da ABD’nin, Rusya’nın, İran’ın, Çin’in ve Arap Birliği’nin kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye karşısında konum aldığını da görmek zorundayız. İktidar ABD ile müttefikliğini ve NATO üyeliğini Rusya, Çin ve Suriye’ye karşı kullanırken, ABD, NATO ve batının Rusya, Çin ve İran’a karşı oluşlarını da ABD, NATO ve batıya karşı kullanarak iki tarafı da idare etme, birbirlerine karşı kullanma siyasetinin sonuna geldi. Artık tüm taraflar iktidarın bu oyununu görerek yeni hamleler gerçekleştiriyorlar.
Geçtiğimiz hafta BM Güvenlik Konseyi’nde Çin temsilcisi “Türkiye Suriye’yi yasadışı biçimde işgal ettikten sonra Aluk su tesisinin suyunu keserek yüzbinlerce sivilin olumsuz etkilenmesine ve insani yardım çalışmalarının zorluklara uğramasına neden oldu.” dedi. 05.04.2021 tarihli ‘Nereden Baksan Tutarsızlık’ başlıklı değerlendirmemizde Çin’in İran’la imzaladığı 25 yıllık işbirliği anlaşmasına değinmiş ve alt başlık olarak ‘Yeni Komşumuz Çin’ demiştik. Aynı yazımızda, “ABD’de Biden’ın başkan olması sonrası İran’a ve Çine yönelik hamleler karşısında bu iki ülke karşılık vermiş oldular. Görünen o ki Çin bundan böyle İran’ın müdahil olduğu Suriye, Yemen başta olmak üzere tüm alanlarda kendini gösterecek. Aynı anda da İran kendisine yönelik olası ambargoları Çin üzerinden delecek.” yazmıştık.
Çin ile yapılan swap (takas) anlaşmalarını propaganda malzemesi yapan iktidarın beklemediği bu hamlenin en önemli yanı Türkiye’nin işgalci olarak vurgulanması ve insani yardımların sekteye uğramasına yol açtığı suçlamasıdır. Geçtiğimiz günlerde Ukrayna’nın Rus nüfusun yoğun olarak yaşadığı Donbass’ta Türkiye’den aldığı SİHA’ları kullanması nedeniyle Rusya’nın karşılık vereceği kesindir. Burada imzalanan ateşkesin maddelerinden biri olan hava aracı kullanılmaması maddesinin Türkiye’nin sattığı SİHA’larla çiğnenmesi yalnızca Rusya’nın değil Fransa, Almanya gibi Avrupa ülkelerinin de tepisini çekti. Belli ki iktidar ABD ve batının Karadeniz’i NATO gölü yapma politikalarını dikkate alarak Rusya’ya karşı Ukrayna’ya oynayarak yer tutma amacı belirsizlik ve kuralsızlık nedeniyle karşılık görmeyecek. Buna küresel ölçekte yaşanan ekonomik sorunlar, petrol ve doğalgaz fiyatlarının yükselmesi de eklendiğinde ABD, NATO ve AB’nin kısa vadede Rusya karşıtı bir hamle yapması da olası görünmüyor.
KAPICININ ARABASI
Tayyip Erdoğan kabine toplantısı sonrası yaptığı açıklamada muhalefetin yoksulluk ve işsizliğe yönelik söylemlerine yanıt verirken ikinci el araba satışlarına vurgu yapıp “Şu anda ikinci el araba yetişmiyor zaten… Her evde araba var, kapıcısında araba var’ dedi. Yandaş medyada ve sosyal medya hesaplarında yurttaşların cep telefonları dile dolanırken Erdoğan’ın çıtayı yükseltmesi gerçeklikten koptuğunu da gösteriyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’nı çağırıp sorsa nüfusun dörtte birinin devlet yardımlarıyla yaşadığının, Çalışma Bakanı’nı çağırıp sorsa çalışanların yarıdan fazlasının asgari ücretle çalıştığını, TÜİK verilerine göre bile 4 milyon işsiz olduğunu öğrenecek.
İktidarın medya gücüyle yarattığı iyilik, güzellik, varsıllık, gelişme algısının sokakta karşılığı olmadığını hepimiz biliyoruz. Korona salgınıyla birleşen ekonomik kriz yanlış (yanlı) ekonomi politikaları sonucu yoksulluğun derinleşmesi, yaygınlaşması ve kalıcılaşmasına yol açıyor. Bu duruma bekledikleri dış sermayenin gelmeyişi, Türkiye’nin gri listeye eklenmesi, iktidarın ekonomiyi yasladığı inşaat ve emlak sektörünün durması, önümüzdeki günlerde döviz, petrol, doğalgaz fiyatlarında yükselişin süreceği beklentisi eklendiğinde durumun daha da kötüleşeceği görülmektedir.
Bu gerçekleri iktidar da gördüğü, bildiği ve yapılacak seçimlerde şansı olmadığını anladığı için faizleri düşürmeye devam ediyor. Gerçek enflasyonun altında faiz oranları belirlemekle kalmıyor, konut faizlerini de düşürerek yıllardır uyguladığı yanlışta ve yanlılıkta ısrar ediyor. Bunun için de üstelik Rekabet Kanunu’na aykırı biçimde kamu bankalarına ortak açıklama yaptırıyor. 30.8.2021 tarihli ‘Yasallaştırılmış Sömürü Düzeni’ başlıklı yazımızda; “ Saray/AKP/MHP iktidarı hem bu duruma, hem de enflasyonu düşürmeye çare olarak tüketici kredilerini engellemeyi düşünüyor. Bankalarla yapılan görüşmelerde tüketici kredilerinin kullanma koşullarının zorlaştırılmasını isteyen iktidar aynı anda konut kredilerinin kolaylaştırılmasını istiyor. Böylece tüketim düştükçe enflasyon da düşecek, inşaat ve konut sektörü kazanmaya devam edecek ve bu arada faizleri düşürmek için (TÜİK’in masa başı hesaplarının da yardımıyla) piyasa da hazırlanmış olacak.” yazmıştık. Şu ana kadar tüketici kredilerinin konut kredileri gibi düşürülmemiş olması da bunu doğrular niteliktedir.
Fakat tüm bu hamlelerin bir seçim ekonomisi hazırlığı olduğu da unutulmamalıdır. Dolayısıyla iktidar kamu bankalarının daha da zarar etmesi pahasına geçici bir rahatlama ve işlerin düzeliyor olduğu görüntüsü için gelecek beş, on yılın gelirini de bugün harcamaktan çekinmeyecektir.
06.9.2021 tarihli ‘Büyüme Değil Büyüklenme’ başlıklı yazımızda da yukarıdaki duruma vurgu yaparak “Tüm gelişmeler önümüzdeki ayların ve yılların emekçiler, işsizler, yoksullar açısından çok zor geçeceğini göstermektedir. Kaldı ki iktidarın %21,7 büyümenin propagandasını yaptığı aynı dönemde ücretlilerin GSYİH (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla)’dan aldıkları pay %37’den %32,9’a düşmüştür. Açıklanan ve övünülen verilerden biri de kişi başı yıllık gelirin 9.500 dolar olmasıdır. Oysa 2013 yılında 12.500 dolar olan kişi başı gelir aradan geçen süre içinde 4.000 dolar kadar düşmüş ve şu an 9.500 dolar olmuştur.” demiştik. Döviz ve enerji fiyatlarındaki yükselişle birlikte Türkiye’nin ihraç ettiği ürünlerin hammaddelerini ve ara mallarını ithalat yoluyla karşıladığı düşünüldüğünde enflasyonun düşeceği, ihracatın artacağı iddiası ‘kapıcısında araba var’ demek gibidir.
Kapıcısında araba var vurgusu bir ayrışmanın dile gelişidir. Temel tüketim maddesi haline gelen telefonun varlığı iktidar yandaşlarını ve elitlerini nasıl rahatsız ediyorsa (gerçekliği olmamakla birlikte) kapıcının arabasının olması da rahatsız ediyor. Bu örneklemelerin sınıfsal bir ayrışmanın dışa vurumu olarak görmek zorundayız. Bu da yetmez neden herkesin telefonu yok, neden herkesin istediği an ve istediği yere kolayca ulaşım olanağı yok; diyerek sormak zorundayız.
Çeşitli sektörlerde toplu iş sözleşme görüşmeleri sürdüğü, önümüzdeki iki ay boyunca asgari ücret tartışmalarının gündemde olacağı ve çalışanların olduğu kadar emeklilerin de gündemi olacağı dikkate alınarak iktidarın ekonomi politikalarıyla birlikte çalışanları, emeklileri, işsizleri, çiftçileri yok sayan politikaları da aynı anda gündeme getirilmelidir. Yukarıdaki örnekte vurguladığımız gibi, iktidar yandaşı çalışanlara 3-4 maaş verenlere, devlet bankalarından verilen kredileri takip etmeyenlere, sermayeye sürekli vergi affı, varlık barışı ilan edenlere ‘bizim payımız nerede?’ diye sormak zorundayız.
Emek sermaye arasındaki çelişkiyi, iktidarın sermayeden yana tutumunu, sermayeye emek sömürü alanlarını açmakla kalmayıp, yoksullardan alınan vergilerle sermayeyi finanse ettiğini görünür kılmak aynı zamanda iç siyasetteki sağcılaşmaya, muhalefetin restorasyonla durumu geçiştirmesine karşı da önemli bir mevzi olacaktır.
İKLİM KRİZİ
BM İklim Zirvesi İskoçya’da başladı. Bugüne kadar iklim değişikliğine ve çevre kirliliğine ilişkin uluslararası ve ulusal toplantı ve açıklamalarda ağırlıklı olarak fosil yakıtlar ve en görünür konular gündeme getirilerek bir şeyler yapılıyor görüntüsü yaratılmaya çalışıldı. İklim krizinin yalnızca fosil yakıta indirgenmesi, çevre kirliliğinin görünür olanla sınırlandırılması uluslararası sermayenin derdinin iklim ve çevre olmadığını göstermektedir.
Yönetenlerin bağlayıcı kararlar almadığı, süreçlere bağımsız çevre örgütlerini, ülkelerdeki halkları dahil etmeyen bu toplantıların çözüm üretmeyeceği açıktır. Bir yandan ülkemizde ve dünyanın değişik yerlerinde ormanlar yok edilip, nehirler ve denizler kirletilirken, bir yandan sermaye için eko sistem yok sayılırken iklim krizi ve çevre kirliliğinin fosil yakıta, görünür kirliliğe indirgenmesi, asıl bileşenlerden olan emekçilerin ve çiftçilerin yok sayılıp sermayenin gözetilmesiyle çözüm üretilemez.
İklim Zirvesi öncesi İtalya’da yapılan G20 zirvesinde Biden ve Erdoğan görüşmesi gerçekleşti. Görüşmenin ayrıntıları önümüzdeki günlerde konuşulmaya başlanacaktır. Ancak Biden’ın S-400, insan hakları, demokratik değerler, insan hakları vurgusu yaptığı açıklandı. 10 büyükelçinin yayınladıkları bildirinin çok daha kapsamlısının Biden tarafından dile getirildiği sonucunu çıkarabileceğimiz bu görüşmede Türkiye’nin F-35 programı için ödediği paranın karşılığı olarak F16 istemesine Biden’ın ‘izlenmesi gereken süreç var’ açıklaması NATO vurgusu birlikte düşünüldüğünde Erdoğan’ın beklentilerinin karşılanmadığını söylemek mümkün.
Görüşmede Suriye, Libya, Afganistan’ın da gündeme geldiği belirtildi. Bu görüşme iktidarın Suriye tezkeresinin seyrini de belirleyecektir. (Rusya, Çin ve İran’ın karşı hamlelerine rağmen ABD ve NATO desteği almadan böyle bir müdahaleye kalkışıp kalkışamayacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz)