1 Eylül tarihini Dünya Barış Günü olarak kutlayan tek ülkeyiz.; barışla geçinmeye gönlümüz olmadığından mıdır nedir, Dünya Barış Günü’nün tarihini de ıskalamışız. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 2001 yılında 21 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak kabul etmiştir. Peki 1 Eylül nereden gelmiş? Sorunun cevabını meraklılar için dipnotta[i] anlattım, çünkü bu yazımın konusu barış değil savaş!
Savaş üzerine Tolstoy 1800 sayfa yazmış[ii]; yetmemiş Jaroslav Hašek Aslan Asker Şvayk’ı, Ernest Hemingway Silahlara Veda’yı, Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’u, Erich Maria Remarque Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı romanı, Kurt Vonnegut Mezbaha 5 adlı kitabı, Kemal Tahir Esir Şehrin İnsanları’nı, Joe Haldeman Bitmeyen Savaş romanını yazmış, yazmışlar da bitirememişler; ne savaşı ne de yazmayı! Bütün bu dev eserlerin yanında, olsa olsa bir zeytin çekirdeği olabilecek bir otobiyografik kurgu hikâye yazdım; buyurun başlıyoruz.
Birinci Körfez Savaşı’nın üzerinden 30 yıl geçti. Bildiğiniz gibi Irak, 2 Ağustos 1990 tarihinde güney komşusu Kuveyt’i işgal etti. Sonrası malum kaos, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin toplanması ve Irak’a ekonomik yaptırımlar yeterli olmadı; Saddam Hüseyin Ortadoğu’nun kötü adam rolünü oynamaya kararlıydı. ABD, İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan’ın başını çektiği 37 ülke askerlerinden oluşan koalisyon güçleri bölgeye asker yığınağı yaptılar. Birinci Körfez Savaşı öncesi bölgede bir milyona yakın koalisyon askeri bir araya gelmişti.
ABD 1990 yılında Türkiye’den üç talepte bulundu. Türkiye’de bulunan askeri üslerin ABD uçakları tarafından kullanılması, Türkiye’nin Irak sınırına asker yığınağı yapması ve Suudi Arabistan’da konuşlanan koalisyon güçlerine Türk askerlerinin katılımı. İlk iki talep tereddütsüz kabul edildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal “1 koyup 3 alacağız” gibi bir toptan eşya satıcısı zihniyetiyle Türkiye’nin aktif rol oynamasını ve koalisyon güçlerine ordunun katılımını istiyordu. Başkan değil sadece Cumhurbaşkanı olan Özal, isteğini Bakanlar Kuruluna ve Genelkurmay’a kabul ettiremedi. Dışişleri Bakanı Ali Bozer, Millî Savunma Bakanı Safa Giray ve Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay görevlerinden istifa ettiler. Yine de Türkiye Irak sınırına 180.000 askerden oluşan bir yığınak yaptı. Türkiye’nin yaptığı asker yığınağı sonucu Irak 8 tümenini Türkiye sınırında tutmak zorunda kaldı; koalisyon güçlerinin karşısına dikilecek Irak savunması bir nebze olsun zayıflatılmıştı.
16 Ocak 1991 gece yarısı koalisyon güçlerinin Suudi Arabistan ve Türkiye hava üslerinden, Basra Körfezi ile Kızıldeniz’de konuşlanan uçak gemilerinden kalkan savaş uçakları hava harekâtını başlattı. Irak hava saldırıları ile hızla tükendi; koalisyon güçlerine ait kara birliklerinin 24 Şubat’ta başlayan saldırısı sadece 4 gün sürdü; Irak Kuveyt’ten çıkarılmış ve ağır yaptırımlardan oluşan bir ateşkesi imzalamak zorunda kalmıştı.
Birinci Körfez Savaşında Irak sınırına kaydırılan 180.000 askerden biriydim. Irak sınırının hemen gerisindeki geniş bir araziye yayılmış olan bir taburun karargâh tabibiydim. Taburun hem subay hem de erlerini muayene ve tedavi ediyordum. Aynı zamanda taburun sıhhiye takım komutanıydım; bir çatışma yaşanması halinde yaralıların ilk müdahalesini yapıp emrimdeki ambulanslarla cephe gerisindeki askeri hastaneye gönderecektim. Irak’ın savaş sicili bozuktu; İran’la yaptıkları savaşta ve Kuzey Irak’ta etnik ve dini gruplara, sivillere karşı kimyasal silah kullandığı biliniyordu. Kimyasal silah saldırısına karşı test kitlerim vardı; örneğin bitki yapraklarının üzerindeki çiğ damlalarından örnek alıp test yapabilecektim; üzerinde çiğ damlası oluşacak bitki bulabilirsem.
Göz alabildiğine uzanan çorak bir bozkırdaydık. Çok seyrek ot ve çalılar dışında her yer toprak ve taştan ibaretti. Birbirinden uzak kurulmuş çadırlarda yaşıyorduk. Hayatımız tekdüze, handiyse monoton ve sıkıcıydı. Akşamları sınırın ardındaki dağlarda Irak uçaksavarlarının kırmızı renkli izli mermilerini ve ABD savaş uçaklarının dağdaki Irak mevzilerine attığı bombaların kısa süren parıltılarını izliyorduk.
Bir sabah gün doğumundan hemen sonra uyandım, mart ayı gelmişti, neredeyse üç aydır burada yaşıyorduk. Soğuk, sessiz, berrak bir hava vardı dışarıda; güneşin eğik ışıkları ısıtmasa da pırıl pırıldı her yer. Birden hayal gördüğümü sandım, 10 adım ilerimde minik, minicik bir papatya vardı. O uçsuz bucaksız bozkırda, tek başına minicik bir papatya yaşama tutunmaya çalışıyordu. Yanına gittim, eğildim kokladım, kokusu yoktu, nasıl olsun, daha bu sabah uyanmıştı topraktan. Delişmen bir ergenin hormon saldırısı altındaki zihni gibiydi aklım; korumasızdı, küçücüktü, birazdan askerler “yaylalar yaylalar” şarkısı eşliğinde koşmaya başlayacaklardı; papatyamın bir metre yanındaki postallar altında ezilmekten asfalt yol gibi olmuş patikaya baktım, ezeceklerdi onu, korumalıydım. Andrey Voznesenski’nin Oza şiirini ezbere okuyabilir olmak yeterli değildi, vakit “harcatmam onu, dokundurtmam kılına” dizesinin hakkını verme zamanıydı[iii].
Sıhhiye takımının çavuşu Mustafa çok zeki ve becerikli bir Anadolu delikanlısıydı. Papatyanın başındaydım, saate baktım, Mustafa çavuş yarım saat kadar sonra muayene olmak isteyen erleri sıraya sokup yanıma getirecekti.
Planım hazırdı, minik papatyayı yaşatmalıydım. Hızla çadıra girip hasta muayenesi sırasında takmadığım tabancayı belime taktım; Mustafa çavuş gelene kadar papatyanın başında bekleyecektim.
Hastaları battal boy bir askeri ambulansta muayene ediyordum. Mustafa çavuşun her gün pırıl pırıl temizlettiği ambulans hemen çadırın yanındaydı, güneşin altında ambulans bile güzel göründü gözüme, papatya bütün evreni güzelleştirmişti.
Mustafa çavuş geldi!
-Mustafa çavuş!
-Emret komutanım.
-Papatyamızı gördün mü?
-Görmez miyim komutanım, burada bir papatya açması mucize.
-Mustafa, bu papatyayı ezerler.
-Ezerler komutanım.
-Ezdirmeyelim!
-Ezdirmeyelim komutanım.
-Sıhhiye takımı papatyayı korumak için gündüzleri nöbet tutsun, nöbet listesini hazırlayıp getir bana.
Mustafa sert bir topuk selamı verdi.
–Emredersin komutanım!
Sabah vizitesi çabuk bitti. Mustafa çavuş ilk nöbeti başlatmıştı bile. Tabur karargâhı ve subay gazinosu olarak kullanılan büyük çadıra yürüdüm. Tabur komutanına bilgi vermemek olmazdı; tabur komutanının nöbet gerekçelerime itiraz etmeyeceğini, bilakis destekleyeceğini umuyordum. Sıhhiye takımının biraz “başıboş” olduğu şikayetleri tabur komutanının kulağına gitmemiş olamazdı. Biraz manipülasyon gerekecekti ama…
Çadıra girdim, umduğum gibi yalnızdı tabur komutanı, selam verdim. Kuşlar haberi vermişlerdi bile; ben söylemeden o sordu:
-Hayrola asteğmenim, nereden geldi aklına papatyanın başında nöbet tutturmak?
-Koruyucu ruh sağlığı hizmeti komutanım.
-Nasıl yani?
-Bu kıraç toprakta çıkan ilk çiçek o papatya. Hem de taburumuzun tam orta yerinde. Subay ve erlerin moralini yükselteceğini düşünüyorum. Moral desteği herkes için koruyucu ruh sağlığı hizmetidir komutanım.
-Moral önemli tabii…
-Hem bir önemi daha var. Herhangi bir kimyasal silaha maruz kalsak numune alabileceğim daha uygun bir bitki yok.
-Hımmm, demek ki koruyucu ruh sağlığı! Toplantıda fırsat bulursam tugay komutanına da anlatırım.
Tabur komutanının yüzünde alaycı bir gülümseme mi vardı yoksa bana mı öyle gelmişti bilmiyorum. Sonuçta minik papatyam tam teçhizatlı askerler tarafından korunacaktı.
İki gün geçti. Papatyamız güvenle yaşamaya devam ediyordu. Gündüzleri Mustafa çavuşun denetiminde sıhhiye takımı askerleri papatyanın başında sırayla nöbet tutuyorlardı. Bazı subayların mırın kırın ettiğini biliyordum ama duymazlıktan geliyordum. Kimi subay ve astsubaylar papatya nöbeti tutan erlere “papatya nöbetçisi” diye takılıyorlardı. Ortam iyimserdi; hava ısınmaya başlamış, Saddam yenilmişti ve papatyamız bozkırdaki tek örnek olmaya devam ediyordu. Her an birliklerin asli görev yerlerine dönmesi için emir gelmesi bekleniyordu. Hayat güzel gibi miydi ne! Ama…
Üçüncü gün!
Mustafa çavuş geldi:
-Bir şey arz edebilir miyim komutanım?
– Elbette Mustafa çavuş!
-Papatya nöbetiyle ilgili bir maruzatım var komutanım.
-Papatyaya bir şey mi oldu yoksa?
-Hayır komutanım, emrettiğiniz gibi koruyoruz papatyayı.
-O zaman sorun nedir Mustafa çavuş?
-Sıhhiye takımıyla çok dalga geçiyorlar komutanım. Adımız papatyacıya çıktı. Ayrıca diğer takımlarda nöbetler azaldı. En çok nöbeti biz tutuyoruz diye arkadaşlar şikâyet ediyorlar komutanım.
Donup kalmıştım. Mustafa çavuşun yüzünde tek mimik yoktu. Mustafa’nın ne düşündüğünü soracaktım ama alacağım cevaptan korktum. Hayatımın en zorlu ve doğruluğundan bugün bile emin olmadığım kararını verdim:
-Peki Mustafa çavuş. Papatya nöbetini kaldırıyorum.
-Emredersin komutanım!
Mustafa çavuş çıktı, arkasından baktım. Doğruca nöbetçinin yanına gitti, konuştular. Benim çadırıma baktılar birkaç kez. Beni göremiyorlardı, birlikte kendi çadırlarının olduğu istikamete doğru yürümeye başladılar. Az önce nöbet tutan er aniden geri döndü. Hızlı adımlarla papatyanın yanına geldi; ayağını kaldırıp öfkeyle ezdi papatyayı. Papatya neydi onun için? Günler boyunca nöbet tuttuğu, arkadaşlarının alay ettiği “Allah’ın otu”ydu.
1 Eylül “Dünya Barış Günü” gelip geçti; kimi kutladı kimi kutlamadı. Sağcısı da solcusu da barış gelsin, her gün barış günü olsun, sevgi her sorunu çözer dediler. Pardon ama barış için savaşın olmaması, savaşların olmaması için ülkeler arasındaki sınırların ve insanın insanı sömürdüğü sınıfların olmaması gerekiyor. “Sınırlarımız delik deşik, savaştan kaçanlar, ipini koparanlar geliyor” diyerek geliştirdiğiniz siyasi argümanlarla o papatyayı yaşatmak mümkün değil. Ola ki Mustafa çavuş da nöbet tutan asker de papatyayı seviyorlardı, yetmedi; Mustafa çavuş göz yumdu, öteki ise konforu ve itibarı bozuldu diye eziverdi papatyayı. Dünyanın sınırlarını ve sınıflarını kaldırmayı hedeflemeyen tüm siyasi argümanlar önünde sonunda o papatyayı ezip geçecektir. Biliyorum, bir gün dünyadaki tüm sınırlar papatyalardan oluşacak, oluşmalı!
Bu yazının devamında “Sınırlar, pandemi ve ekolojik emperyalizm” yazacağım; fonda ise Arnavut şair Agim Vinca olacak. Bekleyin.
DİPNOTLAR
[i] Bildiğiniz gibi 2. Dünya Savaşı 1 Eylül 1939 günü Hitler Nazi Almanya’sının Polonya’ya saldırısı ile başladı. Savaş bittikten sonra Sovyetler Birliği ve diğer Varşova Paktı üyeleri Nazi Almanya’sının bu saldırısının unutulmaması için 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak kutlamaya başladılar. İlerleyen yıllarda Sovyetler Birliği’nde sosyalist sistem çöktü, Sovyetler parçalandı ne Varşova Paktı kaldı ortada ne de 1 Eylül Barış Günü. Varşova Paktı’nın bir kutlamasını “biz niye ve nasıl almışız” diye sormayın; çünkü bilmiyorum.
[ii] Lev Nikolayeviç Tolstoy, Savaş ve Barış, İş Bankası Kültür Yayınları, 2 cilt.
[iii] Andrey Voznesenski’nin Oza şiirini okumak isterseniz:
Selam Oza, evde, geceleyin
Ya da uzakta bir yerde, neresi olursa olsun,
havlarken köpekler,yalarken kendi göz yaşlarını
Senin soluğundur duyduğum ses.
Selam Oza!
Nasıl bilebilirdim, sinik ve gülünç
Bir kişi gibi, ürkerek giren bir göle,
Gerçekte korku olduğunu aşkın, söyle?
Selam Oza!
Ne korkunç, bir başına düşünmek şimdi seni?
Daha da korkunç,bir başına değilsen oysa:
Şeytan öylesine doyumsuz bir güzellik vermiş ki sana.
Selam Oza!
Ey – insanlar, lokomotifler, mikroplar
Gerin kanatlarınızı elinizden geldiğince ona.
Harcatmam onun, dokundurtmam kılına.
Selam Oza!
Yaşam bir bitki değilse aslında,
Neden dilimliyor, parçalıyor insanlar onu
Selam Oza!
Ne acı bu denli geç rastlamak sana
Ve böylesine erken ayrı kalmak sonunda.
Karşıtlar getiriliyor bir araya
Bırak çekeyim kahrını ve acını kendime
Çünkü acılı kutbuyum mıknatısın ben,
Sense sevinçli. Dilerim sonuna dek kalırsın öyle.
Dilerim hiç bilmezsin ne denli hüzünlüyüm.
İnan, kendimle üzmeyeceğim seni.
İnan, ders olamayacak sana ölümüm.
İnan, yük olmayacağım sana yaşamımla.
Selam Oza, dilerim ışıl ışıl kalırsın hep
Bir sokak fenerinden sızan bir ışık gibi.
Suçlayamam bırakıp gittiğin için beni.
Şükür ki girdin yaşamıma.
Selam Oza!
Çeviri: Mehmet H. DOĞAN – Turgay GÖNENÇ
MANTIK VE DUYGU OLAĞANÜSTÜ MİKS EDİLEREK ANLATILMIŞ. MÜKEMMEL BİR YAZI. KUTLARIM SİZİ.
Gözlerimden yaş ine ine okudum, okumadım sanki belgesel izledim. Çok teşekkürler. 1 Eylül Dünya Barış Günü geleneksel günlerden biri gibi… Garip ama gerçek! Tek biz kutlamamız…
Okudum. Düşüncelerim 7kat arşa, 7 kat yerin dibine gitti. Yetmedi. Dinde ve masallarda 7kattan bahsedilir. Sizin yazıdan anladığıma göre. Papatya sevgisinde anlaşmak. Uzun süredir yerleşmiş bir bölgede belki İskandinav ülkelerinde olası. Bizim gibi Ülkelerde belki biz en uç noktadayız. İnsanların 70 bin katı var. Nasıl insanlar anlaşsın? Taburda bütün erlere sorsan sizin için kafayı sıyırmış derler. Bu kadar farklı değerlerin olduğu bir coğrafyada Papatyanın yaşaması hiç olası değil.