Bu haftaki yazımın konusu sanat ve beyin kimyası ilişkisi üzerine. 2000’de Nobel Tıp Ödülü alan Sinirbilimci Eric Richard Kandel’le yapılan bir söyleşiden ve ‘İçgörü Çağı: Sanat, Zihin ve Beyindeki Bilinçdışını Anlama Arayışı’ kitabından yola çıkarak Kandel ile birlikte bilinen bazı tablolar üzerinden, onları yerinde inceleyerek bir yolculuğa çıkıyoruz. Dönemin ünlü ressamları Klimt, Kokoschka, Schiele örnekleriyle sinirbilimin sanat, edebiyat, görme ve bakma ile bu bağlamda bizde yarattığı duygular üzerine bir yolculuk bu.
Söyleşide özellikle üzerinde durulan resim Klimt’in 1907 tarihli ‘Adele Bloch-Bauer I’ tablosu.
Kandel, hafızanın elektrokimyasal mekanizmalarını ortaya çıkardığı için 2000 yılında Fizyoloji veya Tıp dalında Nobel Ödülü kazandığından beri sanat üzerine düşünüyordu. Sırasıyla 2012 ve 2016’da ‘İçgörü Çağı’ ve ‘Sanatta ve Beyin Biliminde İndirgemecilik’ kitapları yayınlandı; aslında her ikisi de ‘Sanattaki Beyniniz’ olarak adlandırılabilir. İçgörü Çağı, sinirbilimin Sigmund Freud’u çevreleyen tıp kültüründen yükselişini detaylandırdı ve resimleri bilinçli kontrol yüzeyinin altında ilkel arzularla için için yanan, çağın ‘’küstah fikirlerini’’ yansıtan sanatsal öğrencileri Gustav Klimt, Oskar Kokoschka ile Egon Schiele’ye odaklandı.
Klimt’deki Beynimiz: Beynimiz, Gustav Klimt’in resimlerini parça parça, simge simge bir araya getiriyor ve bizi bütünün güzelliğini hissetmemiz için kandırıyor, diyor Eric Kandel.
Söyleşide bu resim üzerine ve ayrıca Kandel’in özelinde Nazi döneminde yaşadıklarına da değinilmiş. Kandel, hafızanın elektrokimyasal mekanizmalarını ortaya çıkardıktan sonra bununla ilişkili olarak sanatın beyin mekanizmaları üzerinde etkileri üzerine çalışmaya başlamış. Ve bir sözünde şöyle diyor:
“Sanat duyguyu uyandırdığı için ve duygu gözlemcide hem bilişsel hem de fizyolojik tepkiler ortaya çıkardığı için, tüm vücudun tepkisini üretme yeteneğine sahip.” Harika bir tanımlama değil mi?
Adele Bloch tablosu üzerindeki desenlerden ve renkten başlayıp beynimizin yüz tanıma özelliğine, oradan diğer incelediği tablolarla birlikte sanatın beynimizde yarattığı kimyasal etkilere uzanıyor.
Kaynak makalenin yazarı Kevin Berger Kandel ile Neue Galerie’de buluşuyor, çünkü burası Klimt, Kokoschka ve Schiele’nin orijinal eserlerinin yer aldığı Amerika’nın önde gelen galerilerinden.
‘Altınlı Kadın’, Klimt’in başına buyruk Viyana sosyetesinin Adele Bloch-Bauer’inin portresi -resmi adı Adele Bloch-Bauer I- tablosunun karşısına oturup söyleşiye başlıyorlar. ‘’Oradaydı, oval şekillerle -gözler, yumurtalar, balıklar- telkari işlemeli lüks altın elbisesinin içinde daire, spiral ve karelerden oluşan altın bir arka planla harmanlanmıştı.’’ diyerek hayranlığını dile getiriyor yazar.
“Elbise her türden sembolle süslendiği için son derece sıradışı,” diyerek devamında şöyle soruyor Kandel. ‘’Ve ne anlama geldiklerini biliyor musun?’’
‘’Cinsel olduklarını düşünüyorum”
‘’Peki, bu kanıya nasıl vardın?’’
‘’Kitabından.’’
“Doğru,” diyor Kandel gülümseyerek. ‘’Klimt bilime hayrandı. Mikroskopla bakmaya başladı ve hücrelere, spermlere, yumurtalara hayran kaldı ve bunları resimlerine dâhil etti.”
Kandel, “Semboller ve altın yüzünden resme ilgi duyuyoruz, ama bizi gerçekten içine çeken Adele’in yüzü,” diyor.
Gerçekten de Adele’in pembe yanakları ve iri oval gözleri olan kabaremsi beyaz yüzü, sinsi bir yalvarışla altın goblenin üzerinde süzülüyordu.
Kandel, “Görsel duyularımız muazzam derecede yüzler için özelleşmiş. Darwin’in işaret ettiği nokta bu: Yüz, şimdiye kadar karşılaştığımız en önemli görsel imge. Başkalarını ve kendimizi yüz aracılığıyla tanırız.” diyor ve devamında şunları söylüyor:
‘’Beynin algılama odası olan alt temporal korteks, her biri ayrı bir göreve sahip, yüzler için özelleşmiş altı alt sisteme sahiptir. Bazıları bir yüzün geometrik şeklini işlerken diğerleri yönünü belirler; özellikle, dik olup olmadığını. Beynin tamamı birbirine bağlı olduğu için, yüz nöronlarındaki aktivite, duygulardan sorumlu nöronları alarma geçirir. Sonuç olarak, Adele’in yüzü bize ‘Onun ifadesi ne? Altın tahtta oturuyor ve doğrudan bizimle konuşuyor. Ne söylüyor? Bize Mona Lisa ile aynı belirsizliği sunuyor.’ dedirtiyor. Bu, beynimizin çözmesi gereken bir belirsizlik.”
Kandel, Adele’nin yüzündeki nörokimyasal yükün aşk kadar güçlü olabileceğini söylüyor. Bu, ünlü tablonun New York’a nasıl geldiğini açıklamaya bile yardımcı olabilir. Neue Galerie’nin kozmetik varisi ve kurucu ortağı olan 74 yaşındaki Ronald Lauder, gençken Altınlı Kadın’a âşık oldu ve 2006’da 135 milyon dolara satın aldı. Adele’in yüzüne baktığınızda Lauder, “Sana bakan, hisseden, sana tepki veren duygusal bir kadın görüyorsun, onun duygularını hissediyorsun, onun cinselliğini hissediyorsun.” diyerek tabloya olan hayranlığını dile getiriyor.
Lauder, Adele’e baktığında, Kandel, zevki uyandırmada kilit bir kimyasal olan nörotransmiter dopaminin üretildiği “ventral tegmental alanı” nın harekete geçtiğini söylüyor. Kandel, “Dopamin sisteminin, yiyecek ve seks gibi birincil ödüllerle, bağımlılıkla, romantik aşkla ve sanat sevgisiyle’’ etkinleştirildiğini belirtiyor. “Birine sevdiklerinin bir resmini gösterirseniz, dopamin sistemini çalıştırır. Bir aşk ilişkisinde reddedilirseniz, sistemi daha da fazla çalıştırır. Yani Ronald Lauder tabloya âşık oluyor, her yıl görmeye gidiyor ama bir türlü anlamıyor. Bu onu çılgına çeviriyor, dopamin sistemi tabloların dışına çıkıyor. O kadar aktifti ki tablo için 140 milyon dolar ödeyecekti!”
Kandel, “Resim, Lauder üzerinde bu etkiye sahip olabiliyorsa ve hepimiz aynı anatomiye sahip olduğumuza göre bu, sanatta çekim ve sevginin fizyolojik tetikleyicilerini harekete geçirecek özel bir şeyin olması gerektiği anlamına geliyor,” diye açıklıyor. “Ve biz de ‘Ne harika bir resim’ diyoruz.”
Daha sonra yazarın ‘yaşayan bir resim’ olarak nitelendirdiği Kokoschka’nın ‘Adolf Loos’ adlı tablosunun önüne gidiyorlar. Klimt gibi, Kokoschka da insan vücudunun tıbbi görünümlerine takıntılıydı. Avusturyalı mimar Adolf Loos’un portresindeki Kokoschka, koyu yeşil ve kahverenginin keskin fırça darbeleriyle izleyicileri melankoliye sürüklüyor.
Eric Kandel, Oskar Kokoschka’nın duygusal durumları insanlardan daha çok resmettiğini söylüyor.
‘’Onları kafalarının içine girme fikriyle boyadı.’’
Bu güzel bir portre değil, diyor Kandel. Adam pek yakışıklı görünmüyor. Gözler simetrik değil. El pozisyonu son derece garip. “Kandel, çarpık yüz hatlarının “yeni bir iç gerçekliği – modelin psişik çatışmalarını ve sanatçının işkence içindeki kendini sorgulamasını” yakaladığını söylüyor.
20. yüzyılın başında Kandel, insanların iç gerçekliklerini yakalayan sanatın, bilimcilerin laboratuvarda gördüklerini yansıttığını söylüyor. Nörologlar beynin, her birinin kendi işlevi olan birçok kattan oluşan bir fabrika olduğunu öğreniyorlardı. Bu bir işlenmiş dildi, uzuv hareketleriydi, duygulardı. Evrim, her bir sinir sistemini aynı elektrokimyayı kullanarak aynı işlevi yerine getirecek şekilde biçimlendirirken, bunların etkileşimi bireysel düşünceler ve tepkiler üretti. Nihayetinde, sayısız ortam, çeşitli zorluklar içeriyordu.
Sonra ikisi bir başka Kokoschka tablosu olan, soluk sarıya boyanmış, bir Viyana kafesinde ya da akıl hastanesinde yayılmış solgun bir içe dönük olan Martha Hirsch’in (Hayal Eden Kadın) önüne gidiyorlar.
“Bir an için beyinde işleyen aşağıdan yukarıya sürece dönün,” diyor Kandel. Yolun her adımında, sinir devreleri yeniden bağlanarak görsel imgeler oluşturuyor. Kandel, görmenin beynimizin kamera gibi çalışması, kafamızdaki görüntüleri dondurması meselesi olmadığını vurguluyor. Bu, çok sayıda beyin bölgesinin kendi rolüne katkıda bulunduğu bir montaj eylemidir. Ancak aşağıdan yukarıya süreç, tek başına görmenin beynimize yağarak gönderdiği bilgi karmaşasını çözemez. Yani prefrontal korteksteki “yönetme/yürütme yetkileri” tarafından yönetilen yukarıdan aşağıya bir süreç sinir devrelerini sentezler ve düzeni yeniden sağlar. Beynin montaj hattında, anılar görsel çözüm için kılavuz görevi görür.
Kandel gözlerini Kokoschka’nın rüya gören kadına dikerek “Yukarıdan aşağıya işleme, sizin ve benim bu resme bakıp farklı bir yanıt verebileceğimiz gerçeğini açıklıyor” diyor. “Çünkü her şeyi yeniden inşa ediyoruz. Hepimizin farklı deneyimleri var, farklı insanlarla etkileşime giriyoruz ve farklı yaşam tarzlarına sahibiz. Yani hepimiz kısmen farklı beyinlere sahibiz. ”
Kimsiniz?: Beynimiz resimlerin hikayelerini doldurur. Eric Kandel nöropsikolog Richard Gregory’den alıntı yapmayı seviyor: “Beyinlerimiz gördüklerimizin çoğunu orada olması gerekeni ekleyerek yaratıyor.”
‘İçgörü Çağı’ kitabında şöyle söylemiş Kandel, “Beyin mimarisinin bu ayırt edici değişikliği, ayırt edici genetik yapımızla birlikte, bireyselliğin ifadesinin biyolojik temelini oluşturur. Aynı zamanda sanata nasıl tepki verdiğimizdeki farklılıkları da açıklıyor.”
Kandel geçmişini anlamlandırmak istediği için sinirbilim ve daha sonra nöroestetik ile ilgilenmeye başlamış. Gelelim hayatına…
Kandel 1929’da Viyana’da Yahudi bir ailede doğdu. Dokuz yaşındayken Hitler’in komutasındaki Nazi Almanya’sı Avusturya’yı ilhak etti. Yahudi vatandaşları öldürüp sürgün ederlerken, Nazi askerleri Yahudi ailelerin evlerini aradı. Kandel’in evini işgal ettiler ve değerli her şeyi çaldılar: mücevher, gümüş eşyalar ve en sevdiği oyuncağı, pille çalışan bir araba. Bir oyuncak dükkânına sahip olan babası, Naziler tarafından aylarca hapsedildi ve I.Dünya Savaşı sırasında Almanya için savaştığını kanıtlayabildiği için serbest bırakıldı. Kandel’in ailesi, onu ve erkek kardeşini New York’ta büyükanne ve büyükbabasıyla birlikte yaşamaya gönderdi. Altı ay sonra 1939’da onlara katıldılar.
İki Kültür: Kandel’in bir 2018 röportajından, “Sanat ve bilimin o kadar uzak olduğunu düşünmüyorum çünkü ikisi de her zaman doğru yaptıklarından emin olmak için hareket ediyorlar.”
Kandel, In Search of Memory adlı otobiyografisinde, “Ailem ve ben sadece bir yıl Nazi rejimi altında yaşamış olsam da, geçen yıl Viyana’da yaşadığım şaşkınlık, yoksulluk, aşağılama ve korku hayatımı belirleyen bir dönem yaptı” diye yazdı.
Aynı yıl Naziler Kandel’in evine baskın düzenledi, Adele’in İsviçre’ye kaçan dul eşi Ferdinand’ın Viyana malikânesinden Altınlı Kadın’ı çaldılar. (Adele 1925’te, 43 yaşında menenjitten öldü.) Gazeteci Anne-Marie O’Connor, 2012 yılında yayınlanan Altınlı Kadın adlı kitabında, Adele’in hapsedilen, tecavüze uğrayan, kamplarda ölüme giden aile üyelerine ve yakın arkadaşlarına yeni bir soluk getirdi. O’Connor, Hitler’in hükümdarlığı döneminde Nazi subaylarının Altınlı Kadın’ı bir Nazi propagandası aracı haline getirdiklerini ortaya çıkardı. Nazi Viyana valisi 1943’te şehir merkezinde bir sanat gösterisinde portreyi sergilediğinde, Adele’i Yahudi kökeninden çıkardı ve tabloyu ‘Altın Arka Planlı Bir Kadının Portresi’ olarak yeniden adlandırdı. “Adele, zamanın en parlak anlarından birini, aynı zamanda dünyanın en büyük hırsızlıklarından birini sembolize ediyordu: Kimliklerinden, haysiyetlerinden ve hayatlarından olan tüm halkını kaybeden bir kadın,” diye yazdı O’Connor.
Sonra ikisi kocaman gözlü, üzgün bir aristokrat olan Avusturyalı tüccar Emil Lowenbach’ın Kokoschka portresinin önünde duruyor. Kandel, “1900’lerin başında Viyana’da olanlarla ilgilenmeye başladım, çünkü insanların bir gün Haydn, Mozart ve Beethoven’ı nasıl dinleyebileceklerini ve üzerine ertesi gün beni ve Yahudileri nasıl dövebileceklerini anlamak istedim.” diyor. “Viyana’dan atılmak, travma sonrası stres bozukluğu gibiydi. Onunla başa çıkmak, yüzleşmek istiyorsun. Ve bunu yapmanın bir yolu da ustalaşmaktır.”
Kandel, Harvard’da modern Avrupa tarihi ve edebiyatı okudu ve insanların çelişkili tutkularını anlamaya kararlıydı. O zamanki kız arkadaşı Anna Kris, bir başka Viyana göçmeniydi. Freud’un çevresinden bir psikanalist olan babası Ernst Kris, Kandel’i rotasını değiştirmeye ikna etti. “Bana, ‘entelektüel tarihin sizi bu yöne götüreceğini düşünüyorsanız, tamamen yanılıyorsunuz’ dedi’’ diyor Kandel. ‘’Bunu yapmanın tek yolu zihinden geçer. Bu yüzden her şeyi bıraktım ve tıp fakültesine analist olmak için gittim. Psikiyatrik eğitim almanın yanı sıra nörobiyoloji eğitimi de aldım.”
Kandel, Kris’in sanat hakkındaki yazılarından çok etkilendiğini belirtiyor. “Birisi resmi boyamadan ve biri ona cevap vermedikçe hiçbir resmin tamamlanmadığını söyledi,” diyor Kandel. “Seyircinin” sanatçının ne yaptığını özetleyen yaratıcı bir deneyim yaşadığını belirtiyor. ‘’Açıkçası, ilk etapta onu yaratmak, ona yanıt vermekten çok daha büyük bir yaratıcı deneyim. Ancak yine de bir sanat eserine bakmak yaratıcı bir deneyimdir ve yaratıcı deneyim kendi içinde zevklidir. Ve her birimiz kendi yaratıcı sürecimizi oluşturuyoruz. Yukarıdan aşağıya süreçlerimiz farklı. ”
Görmek, beynimizin kamera gibi çalışması, kafamızdaki görüntüleri dondurması meselesi değildir. Bu bir montaj eylemidir.
Makale yazarı Kevin Berger, Kandel’e şu sözleri söylüyor;
‘’Beyinlerimizin bireysel genlerimiz, deneyimlerimiz ve anılarımızdan inşa edilen mimarisinin sanata bakışımızı nasıl şekillendirdiğini düşünmek büyüleyici dedim. Güzellik, bakanın beynindeydi. Ama yine de sinirbilimin sanata olan takdirimizi nasıl artırdığı konusunda tam olarak net değildim. Sanat, diğerlerinden ayırt edilemeyen dışsal bir uyarıcıysa, onu özel kılan nedir? Aslında, sanat tecrübemizi sadece beyin kimyasına indirgeyerek, sanatın değerini düşürmede yeni bir tür gece okulu yaratmamış mıydık?’’
Kandel güldü. “Pek çok hümanistin ilgilendiği şey bu” dedi. Sanata bilimsel bir yaklaşımın amacı, sanatın gizemini ortadan kaldırmak değildir. Neden bu kadar harika ve gizemli olduğunu düşündüğünüz konusunda size yeni bir fikir vermek içindir. Cinsel aktiviteyle ilgili ayrıntılı bir anlayışa sahip olsaydık, her birimiz orgazm olduğunda beynin hangi bölgelerinin dâhil olduğunu tam olarak bilseydik, seks yapma zevkini azaltır mıydı? Hayır. Size ek yaklaşımlar sağlayabilecek ek içgörüler sağlayacaktır. Ancak temel deneyimi değiştirmez. Bu aynı şey. Bu, daha iyi anlamaya yardımcı olur.’’
Kandel, sanatın da bizi dünyaya ve başkalarının hayatına başka hiçbir şeye benzemeyen şekilde dâhil ettiğini söylüyor. Nöroestetiğin öncüsü İngiliz nörobiyolog ve görme uzmanı Semir Zeki, beynin temel işlevinin dünya hakkında bilgi edinmek olduğunu yazmıştı. Sanat, beynin tüm sinir sistemleri orkestrasını meşgul ettiği için özel bir bilgi biçimiydi. Kandel, “Sanat duygu uyandırdığından ve duygu gözlemcide hem bilişsel hem de fizyolojik tepkileri ortaya çıkardığından, tüm vücudun tepkisini üretebilir,” diyerek sanatın insan vücudundaki harika etkilerini ortaya koyuyor.
Klimt’in çevresi içindeki bir başka Avusturyalı olan Egon Schiele’nin resminin önünde duruyorlar. Bu, 28 yaşında 1918 gribinden ölen sanatçısının kendi portresiydi. Schiele profilinde çıplak duruyordu, sağ kolu başının etrafında bükülmüştü. Kömür çizgileri ve kahverengi tonlardaki suluboyalarıyla Schiele, kendini zayıf ve köşeli, kemiklerini geren, yüzünde donmuş bir suçlama ifadesi olarak resmetti.
“Bence bu çok ilginç bir tablo,” diyor Kandel. Adam bir çöküşün eşiğindeymiş gibi görünüyor. Bu, modern insanın varoluşsal kaygısıdır. Avusturya savaşa girmek üzere. Bu korkunç bir yük. Ama savaşa açık bir gönderme görmüyorsunuz. Bunu tüm vücutta ve yüzde görüyorsunuz. ”
Açlığın Sanatçısı: “Egon Schiele, resmin Kafkası’dır” diyor Eric Kandel. “Kendi çıplak vücudunu kullanarak duyguları en etkili şekilde iletebileceğini düşünüyordu.”
Kandel, temelde, Schiele tablosunun bir hikâye olduğunu ve hikâyelerin, ilk atalarımıza yaptıkları gibi, başka bir yaşam tarzını hayal etmemize ilham verdiğini söylüyor. “Sanat, dünyanın hiç görmediğimiz veya deneyimlemediğimiz yönlerini görmemize, hiç hissetmediğimiz duyguları hissetmemize, hiç görmediğimiz güzelliği görmemize, bizi asla sevmeyecek kadınları sevmemize olanak tanıyor. Bizim için hayali bir yaşam yaratıyor” diyor gülümseyerek. “Ve hepimiz hayal gücüyle yaşıyoruz.”
Tekrar Altınlı Kadın’a geri dönüp yenilenmiş bir bakış açısıyla tartışıyorlar. Kandel, “Bu tabloyu onlarca kez görmüştüm, ama her seferinde bir köşedeki süslemenin ya da unsurun -görmezden geldiğim veya unuttuğum- daha çok farkına varıyorum,” diyor. ‘’Her seferinde yalnızca tek bir şeye odaklanabileceğinizi, bunun biyolojik bir algı gerçekliği olduğunu ekliyor. Sonuç olarak, tabloyu bakarak dolduruyorsunuz. Bu harika. Bu, hayal gücünüzün ve yaratıcılığınızın nasıl çalıştığını gösterir.’’
Altınlı Kadın’ı zihnimizde yeniden yaratırken, diyor Kandel, eserde başka bir unsur daha vardı. Görsel ve duygusal çözüm arama sürecinde, beynimiz dünya ve sanat hakkındaki bilgilerimizi kullandı. Kandel, bellek üzerine yaşamı boyunca sürdürdüğü araştırması sırasında, öğrenmenin nörokimyası hakkında, öğrenmenin nasıl “sinir hücreleri arasındaki sinaptik temasların sayısını önemli ölçüde artırabileceği” ve potansiyel olarak düşünme ve hissetme kapasitemizi genişletebileceğini kapsamlı bir şekilde yazmıştı. “Bir resimle ilgili deneyimimiz, sadece önümüzde gördüğümüz görüntüyle değil, aynı zamanda görüntünün tarihi ve onun hakkında bildiğimiz her şey tarafından belirlenir” diyor.
Sözü tekrar Berger ele alıyor ve şunları söylüyor;
‘’Altınlı Kadın hakkında beni en çok etkileyen şeyi paylaşma sırası bendeydi – ki bu aslında tablo ve Klimt hakkında bildiklerimden kaynaklanıyordu. Adele, Viktorya dönemindeki kız kardeşi Therese’nin aksine, Viyana’nın sanatçı ve entelektüel dünyasına girmek için yüksek sosyete salonlarından kaçtı. O zamanlar Klimt’in yetenekleri tam da çiçek açmıştı. Klimt, Avusturya’nın yönetici sınıfını alt etmek için yaşadı. Eserleri, geleneksel ahlaka saldırmak ve arzunun vahşiliğini ortaya çıkarmak için efsanevi Yunan tanrıçalarını ruhsallıktan uzaklaştırdı. 1894’te Avusturya Kültür Bakanlığı tarafından Viyana Üniversitesi’nde “Işığın karanlığa karşı zaferi” konulu üç tavan resmi yapması için görevlendirildi. Klimt’in resimleri, Felsefe, Tıp ve Hukuk, kozmik bir gökkubbede yüzen çıplak bedenlerin, dev bir ahtapotun, iskeletlerin ve rahibelerin fantezileriydi. Avusturyalı yetkililer, duvar resimlerinin insan aklının ışığını kaotik doğanın karanlığına yaymasını bekliyorlardı. Tersini gördüklerinde sergilemeyi reddettiler.’’
Berger söyleşinin sonunda şunları söylüyordu; ‘’Tarihteki herhangi bir resim kadar çok ya da daha fazlası olan Altınlı Kadın, sanatın beynimizi, duygularımızı ve bakış açılarımızı sonsuza dek şekillendiren sosyal ve kültürel faktörlerden nasıl etkilendiğini simgeliyordu.
Ben de sinirbilimin sanatı laboratuar masasındaki bir örnek gibi uyuşturduğunu hissettim. Ama Kandel ile resimlere bakmak beni onlara yaklaştırdı. Kandel bana sanatın öneminin, kim olduğumuzu ve neye değer verdiğimizi yansıtma gücü olduğunu söyledi. Bize öğrenmek, başkalarıyla bağlantı kurmak ve değişmek için geliştiğimizi gösterdi.’’
Ayrılmak için kalktığımızda Kandel bir öneride bulundu. “Adele’in önünde ileri geri yürüyün. Gözleri sizi takip eder. Buradaki sihir işte bu. “Kandel, Klimt’in iki boyutlu görüntüsünü zihnimizde üç boyutlu bir portreye dönüştüren görsel sistemlerimizden bahsediyordu. Ama çok daha fazlasını söylediğini hissettim. Adele, Klimt’in özel stüdyosundan bize bakıyordu, gözleri sonsuz bir üzüntü uyandırıyordu. Evrensel bir deneyim gibi hissettiren son derece kişisel bir deneyimdi. Bilimci, bana sanatın dünyaya açılan portalımız olduğunu gösterdi.’’
İçgörü Çağı: Viyana 1900’den Günümüze Sanat, Zihin ve Beyindeki Bilinçdışını Anlama Arayışı
‘’Okuyucunun zihin, duygu, yaratıcı süreçler ve bilinçdışı hakkındaki yeni anlayışları aydınlatacağını okumak bir zevktir.’’
Eric R. Kandel bizi İçgörü Çağı kitabında, sanatçıların, yazarların ve bilimcilerin ışıltılı salonlarda özgürce fikir alışverişinde bulundukları zamanların Avrupa kültür başkenti olan 1900’lerin Viyana’sına götürüyor.
Kandel, Viyana’nın önde gelen sanat eleştirmenlerinden birinin ev sahipliğinde bir salonda Fransız heykeltıraş Auguste Rodin ile Avusturya’nın en başarılı sanatçısı Gustav Klimt arasındaki bir konuşmayı canlı bir şekilde anlatan cezbedici bir önsözle başlıyor. Bu büyülü sahneye bir göz atalım…
Auguste Rodin, Haziran 1902’de Viyana’yı ziyaret ettiğinde Berta Zuckerkandl, büyük Fransız heykeltıraşı, Avusturya’nın en başarılı ressamı Gustav Klimt ile birlikte Viyana’da tipik bir öğleden sonra kahve ve kek için davet etti. Kendisi de önde gelen bir sanat eleştirmeni ve Viyana’nın en seçkin salonlarından birinin yol gösterici zekâsı olan Berta, otobiyografisinde bu unutulmaz öğleden sonrayı şöyle hatırlıyordu:
Klimt ve Rodin dikkat çekici derecede güzel iki genç kadının yanına oturmuşlardı – Rodin büyülenmiş bir şekilde onlara bakıyordu.… Alfred Grünfeld [şu anda Viyana’da yaşayan Alman İmparator 1. Wilhelm’in eski saray piyanisti] büyük salondaki piyanonun başına oturdu. Klimt yanına gidip sordu: “Lütfen bize biraz Schubert çal.” Ve Grünfeld’in ağzında purosu, dumanıyla havada süzülen ve asılı duran rüya gibi melodiler çaldı. Rodin Klimt’e eğildi ve şöyle dedi: “Daha önce hiç böyle bir atmosfer yaşamadım – sizin trajik ve muhteşem Beethoven freskiniz; unutulmaz, tapınak benzeri serginiz ve şimdi bu bahçe, bu kadınlar, bu müzik… Ve etrafındaki tüm bu çocuksu mutluluk… Bütün bunların sebebi nedir? ” Ve Klimt yavaşça başını sallayarak tek bir kelimeyle cevapladı: “Avusturya.”
20. Yüzyılın Başlarında Viyana Biçimlendirmesindeki Modern Kültürde Sanat ve Bilimin Tozlaşması
Freud’un yaptıklarının Klimt ve Beethoven senfonisinin sinirbilimiyle ne ilgisi olabilir?
1890 ile 1918 arasında Viyana’yı alışılmadık bir şey tanımladı; Batı kültürünü şekillendiren bir şey – biyoloji, tıp ve psikanalizden sanatçılar, yazarlar, düşünürler ve bilimciler düzenli temasa geçtiler ve bu etkileşimler süreci, modern sanat ve bilime yön verdi. Nobel ödüllü Eric Kandel, İçgörü Çağı: Viyana 1900’den Günümüze Sanat, Zihin ve Beyindeki Bilinçdışını Anlama Arayışı’nda, Viyana 1900’den günümüze, sanat ve bilim arasındaki bu süregiden diyaloğun kıvılcımını üç temel unsur aracılığıyla izliyor: Yeni ufuklar açan modern sanatçılar ve Viyana Tıp Fakültesi üyeleri arasında içgörü alışverişi; Viyana Sanat Tarihi Okulu’nun 1930’larda sanat ve bilişsel sanat psikolojisi arasındaki etkileşimi keşfi ve modern bilimin, sanat eserlerine algısal, duygusal ve empatik tepkilerimizi incelemek için duygusal nöroestetik, bilişsel psikoloji ve biyoloji arasında köprü kuran görece yeni başlayan meşguliyeti.
Kandel -fizikçi Lawrence Krauss’un son zamanlarda önerdiği gibi- bilim ve sanatın aynı temel soruları paylaştığını, ancak bunları farklı şekillerde yanıtlamaya devam ettiğini savunuyor. Beyin bilimi, algı ve hafızanın nasıl çalıştığı ve bilinci neyin tanımladığı da dâhil olmak üzere beynin faaliyetinden kaynaklanan zihinsel yaşamla ilgilenirken, sanat, belirli deneyimlerin ne hissettiğinin öznel ölçütleri gibi, zihnin daha deneyimsel niteliklerine ilişkin bir içgörü sunar. Kandel şunları gözlemliyor:
“Beyin taraması, depresyonun sinirsel belirtilerini ortaya çıkarabilir, ancak Beethoven senfonisi bu depresyonun nasıl hissettirdiğini ortaya çıkarır. Zihnin doğasını tam olarak kavramak istiyorsak her iki bakış açısı da gereklidir, ancak nadiren bir araya getirilirler.
Klimt, hücrenin yapısına hayran kalmıştı. Bu nedenle, Adele’in elbisesindeki küçük ikonografik resimler sadece dekoratif değiller… Bunlar erkek ve dişi hücrelerin sembolleridir: dikdörtgen sperm ve oval yumurtalar …Modelin baştan çıkarıcı yüzüne ve tam gelişmiş üreme kapasitesine uyacak şekilde tasarlanmış.”
Tıp Fakültesi ve Freud’dan etkilenen Viyana Sanat Tarihi Okulu, başlangıçta figüre odaklanan bilime dayalı bir sanat psikolojisi geliştirmeye başladı. İzleyici bir sanat eserine ne katar? Seyirci buna nasıl tepki verir? Sanat ve bilim nasıl bir araya getirilebilir? Modernizmin bir sanat hareketi olarak işlevi, güzelliği iletmek değil, yeni gerçekleri iletmekti.
Kandel, bilim ve sanatın aynı temel soruları paylaştığını, ancak bunları farklı şekillerde yanıtladığını savunuyor.
Kandel bilim ve sanat arasında nasıl bir köprü olduğuna dair şu güzel cümleleri söylüyor;
‘’Bilim, karmaşık süreçleri temel eylemlerine indirgeyerek ve bu eylemlerin karşılıklı etkileşimini inceleyerek anlamaya çalışır – ve bu indirgemeci yaklaşım sanata da uzanır. Aslında, sadece üç büyük temsilciden oluşan bir sanat okuluna odaklanmam buna bir örnektir. Bazı insanlar, indirgemeci bir analizin sanata olan hayranlığımızı azaltacağından, sanatı önemsizleştireceğinden ve onu özel gücünden mahrum bırakacağından ve böylece seyircinin payını sıradan bir beyin işlevine indirgeyeceğinden endişe duyuyor. Aksine, bilim ve sanat arasında bir diyaloğu teşvik ederek ve her seferinde bir zihinsel sürece odaklanmayı teşvik ederek, indirgemeciliğin vizyonumuzu genişletebileceğini ve bize sanatın doğası ve yaratımı hakkında yeni içgörüler sağlayabileceğini iddia ediyorum. Bu yeni kavrayışlar, sanatın biyolojik ve psikolojik fenomenler arasındaki ilişkiden kaynaklanan beklenmedik yönlerini algılamamızı sağlayacak.’’
Kandel, yüzyılın başında Viyana yaşamının salonlarda ve kafelerde bilimcilerin, yazarların ve sanatçıların hem ilham verici, hem iyimser hem de politik olarak bağlantılı bir atmosferde bir araya gelmeleri için fırsatlar sağladığını belirtiyor. “… Bilim artık bilimcilerin dar ve kısıtlayıcı bölgesi değildi, Viyana kültürünün ayrılmaz bir parçası haline gelmişti …Açık bir diyaloğun nasıl başarılabileceğine dair bir paradigma.”
Sanat, bilim ve toplum arasındaki diyaloğun devam etmesi önemlidir, çünkü iş dünyasında ve toplumda karşılaştığımız zorlukları çözmeye yönelik yeni anlayışlar oluşturmak için fikirlerin çapraz tozlaşmasına ihtiyacımız var.
Kaynaklar:
http://nautil.us/issue/69/patterns/gustav-klimt-in-the-brain-lab
https://www.brainpickings.org/2012/04/11/the-age-of-insight-eric-kandel/
https://www.creativityatwork.com/2015/06/24/the-age-of-insight/