En son ne zaman yeni bir doktor fıkrası okuduğumu, dinlediğimi hatırlamıyorum bile. Oysa toplumun mizah muhayyilesinde oturaklı bir yeri vardır doktor fıkralarının. İçerdiği mesajdan hoşlanmadığım zaman bile gülümsemekten kendimi alamadığım pek çok doktor fıkrası okumuşluğum vardır. Mesela şu:
Doktor ameliyattan çıkar ve kendisini bekleyen hasta yakınlarına:
-Hastanızı kaybetmek üzereyiz. Yeni bir beyin nakledilirse yaşar ama hastanız erkek; erkek beyni çok pahalı.
Hasta yakınlarından biri sormuş:
-Doktorum beyin fiyatları ne kadar?
Doktor:
– Erkek beyni 100 bin dolar, kadın beyni 1000 dolar.
Erkekler gülmemeye çalışırlar, biri dayanamayıp sorar:
– Erkek beyni neden bu kadar pahalı?
Doktor cevap verir:
-Erkeklerde beyin nadir bulunuyor da ondan…
Günümüzde niye yeni doktor fıkraları duymuyoruz konusunda muhtelif öngörülerim var; detaylar bu yazı için gereksiz ama en önemlisi şu olmalı: Günümüzün sağlık sistemi hasta/hekim odaklı olmaktan çıktı; artık sağlık hizmetinin ana eksenine sağlık kurumları, laboratuvar tetkikleri, görüntüleme yöntemleri ve en önemlisi de para oturmuş durumda. Örneğin az sayıdaki yeni fıkralardan biri şu:
Adamın biri elini kesmiş, hastaneye gitmiş. Girişte iki kapı görmüş, birinin üstünde “kanamalı hastalar”, diğerinde “kanamasız hastalar” yazıyor. Elini kestiği için “kanamalı hastalar” kapısından girmiş. Yeni girdiği odada yine iki kapı var: Paralı hastalar, parasız hastalar. Adam, “Bende para ne arar, hem de sağlık güvencem var” diyerek “parasız hastalar” yazılı kapıdan girmiş. Yeni girdiği odada yine iki kapı var: Birinci kapıda ağır kanamalı hastalar, ikincisinde hafif kanamalı hastalar yazıyor. Adam kendi kendine “Benim kanamam hafif” demiş ve ikinci kapıdan girmiş, daha doğrusu çıkmış. Çünkü kendini sokakta bulmuş. Kapının dışındaki otomatta “geçmiş olsun” yazısını görmüş ve otomattan bir adet yara bandı çıkmış. Adam doğruca evine gitmiş. Karısı evde sormuş:
-Sana iyi baktılar mı?
-Bakmadılar, bakmadılar ama organizasyon muhteşem!
Bu yazı, doktor fıkralarının folklorik değişiminin izlerini sürmek, sağlık sisteminin foyasını ortaya çıkarmak iddiasında değil. Bir özel sağlık kurumunda hekim olarak değil “hasta yakını” sıfatıyla geçirdiğim birkaç saatin izlenimlerini hasta, sağlık kurumu ve hekim ismi vermeden yazdım. İlginizi çekiyorsa buyurun başlayalım.
Yaş ortalamaları 80 olan iki yakınımı bir sağlık kurumuna götürmem gerekiyordu. Yakınlarımın ikisi de sosyal bilimler alanında akademisyen ve bilim insanı olarak 40 yıldan fazla bir süre kamu üniversitelerinde hizmet etmiş, yetiştirdikleri akademisyen veya öğretmenlerin sayısı hesapsız, ülkenin neresinde olursa olsun bir hizmet kurumuna girdiklerinde hak ettikleri saygıyla karşılanması gereken iki emekli öğretim üyesi. Abarttığımı düşünüyorsanız, “Yok artık daha neler, bir de kırmızı halı serelim” diyecekseniz hemen söyleyeyim; evet, kırmızı halı da serelim. Fikriyatım budur…
Önce randevu almalıydım. Kamu devlet hastaneleri veya üniversite hastanelerinin pürmelalini bildiğim için doğrudan bir özel hastanenin telefonunu tıkladım. Telefonun bağlanması, randevu işlemlerinin tamamlanması yaklaşık üç dakika sürdü. Her iki yakınım da üniversite öğretim üyesi olan bir hekime muayene olacaklar. Doktorumuz sabahları üniversite hastanesinde çalıştığı için randevuları 13.30’da başlıyor. Muayene için verilen süre kişi başına 10 dakika, muayene ücreti 500 lira.
Vardık hastaneye; bir an yanlış yere mi geldik dedim; Amerikan filmlerinde Las Vegas kumarhanelerinde gördüğümüz görevlilerden biri duruyor kapıda: Kırmızı ceket, beyaz gömlek, lacivert pantolonlu sarışın, genç bir kadın görevli karşıladı bizi. Randevumuz olup olmadığını ve hangi branş hekimi için geldiğimizi sorup nereye gideceğimizi tarif etti. Aslında tarife gerek var mıydı emin değilim; çünkü biliyorsunuz, “Omnes viae Romam ducunt” yani “bütün yollar Roma’ya çıkar” deyişindeki gibi, her yol kapının karşısındaki uzun kayıt masasına gidiyordu. İçeri girince gayri ihtiyari arka cebimdeki cüzdanımı kontrol ettim, bit pazarlarını gezmeye gittiğim zamanlardan kalma kötü bir alışkanlık işte. Adına “kayıt masası” dediğime bakmayın, asıl işlevi para almak. Kayıt masasında yan yana dizilmiş yaşları 30’u geçmeyen, gülümseyen genç kadınlar görevlendirilmiş. Adınız soyadınız, telefonunuz nedir, “telefonunuza bir mesaj gönderdim, kodu okur musunuz”, ödemeyi kredi kartıyla mı yapacaksınız? İşlemler yıldırım hızıyla tamamlanıyor; bir gün Vegas’a gidersem zorluk çekmeyeceğim! Ama haklarını yemek istemem, özünde kumarhanelerle özel hastaneler arasında uçurum var: Kumarhaneye para verip para kazanma umuduyla geliyorsunuz; burada ise para verip sağlığınızı kazanacaksınız, kazanırsanız; bahtınıza!
Kayıt masasının bulunduğu yer aynı zamanda bekleme salonu. Muayeneyi yapacak olan doktorumuz 20 kilometre mesafedeki Tıp Fakültesi hastanesinden gelecek. Neyse ki ülkecek beklemeye antrenmanlıyız. Beklerken düşünüyorum; doktorumuz bir üniversite hastanesinde öğretim üyesi, en önemli görevi asistan hekimlerin yetiştirilmesi; özellikle cerrahi branşlar hemen tümüyle “usta çırak” usulü öğrenilmek zorunda. Ayrıca akademik ve bilimsel araştırmaların yürütülmesi ve yayımlanması da öğretim üyelerinin asli görevleri arasında. Peki şimdi bu işleri kim yapıyor?
Bekleme salonundaki bütün koltuklar kayıt masasına bakıyor. Yani kayda gelenleri ve yapılan işlemleri izliyorsunuz. Kayıt görevlilerinin sayısı çok, işlemler hızla ilerliyor. Kayıt masasını izlerken kredi kartının ne kadar önemli bir icat olduğunu anladım. Düşünün bir, kredi kartı olmasa bütün bu paraları lastikle bağlayıp destelemek gerekecekti. Bir zamanlar Kolombiya’nın ünlü uyuşturucu kartelinin başındaki Pablo Escobar’ın para destelemekte kullanılan lastiklere ayda 2500 dolar ödediğini okumuşsunuzdur. Kredi kartı olmasa özel hastane sahipleri “hepimiz Pablo Escobar’ız” diye isyan edeceklerdi.
Hastanedeki bütün görevliler gülümsüyor, hepsi. Nasıl bir eğitimden geçtilerse artık. Aklıma Köfteci Yusuf’un çalışanları geliyor, hepsi gülümsüyor: Gülümse!
Sıramız geliyor, muayene odasında ayakta karşılanıyoruz. Doktorumuz da gülümsüyor… Gülümse!
Tıp Fakültesi öğrencilerinin klinik bilimlere girişi propedötik dersiyle olur. Hekim adayları hasta ile teması bu derste öğrenirler, dersin en önemli konusu ise anamnez almaktır. Anamnez almak, yani hastanın sağlık özgeçmişini, yaş, meslek ve sosyal durumunu, kullandığı ilaçları, şikayetlerini doğru sorular sorarak araştırmak ve bu bilgileri o anki hastalığı ile bir bütün olarak değerlendirmek hekimliğin olmazsa olmaz koşuludur. O nasıl olacak; hastanın muayenesi ve tedavinin planlanması için verilen süre toplam 10 dakika; sadece 10.
Muayene odasına girip doktorumuzla konuşmaya başladığımızda hekimliğin ne büyük bir değişim, dönüşüm ve çıkmaz içinde olduğunu daha iyi anladım. Nazik, kibar ve gülümseyen bir hekim yüzü. Daha ilk sorularından bilgi ve deneyiminin de iyi olduğunu hissediyorum. Ama en önemlisi, doktorumuz en kısa sürede anamnez almanın kitabını yazar hale gelmiş. Hastanın konuyu farklı bir “mecraya” sokmasını engelleyen, şikayetlerinin “en özünü” ortaya çıkartmaya yönelik “ustaca” sorular yöneltiyor. En kısa sürede teşhise gitmek için iyi bir yol olabilir ama hekimlik bu değil. Latince deyimiyle söylemek gerekirse: Neque ignorare medicum oportet quæ sit ægri natura. (Doktor, hastalığın doğasını es geçmemelidir.)
Hastaya, hastalığa, yapılan fizik muayene ve tetkiklere, tedavinin planlanmasına yönelik ayrıntılar gereksiz. Özcesi, organizasyon muhteşem.
Yukarıda bütün bunlara ilk kez tanık olmuş gibi yazdığıma bakmayın, bilmez miyim Latince’de ne dendiğini:
Roma die uno non aedificata est (Roma bir günde kurulmadı.)