İktidar, her toplumsal direnişe hortlayan bir hayaletin penceresinden bakıyor. Bu hayaletin adı Gezi Direnişi’dir.
Boğaziçi direnişinin, Bulu’nun istifasını istemekten değerleri yeniden yorumlamaya evrilen karakteri, Türkiye’nin sosyal-siyasal hakikatleri düşünüldüğünde yaşamsal bir önem ve önceliğe sahip bulunuyor.
Boğaziçi’nde direnen öğrencilerin hangi siyasi kökenden geldiklerine dair kesin bir fikrim bulunmamakla birlikte, köhnemiş değerleri yeniden yorumlama çabası için Marksizm’in olağanüstü bir kılavuz olma özelliğini sürdürdüğünü söyleyebilirim.
Direniş, insanı kulluğun yükünden kurtarıp özgürleştiren, yaraları iyileştiren, yitirileni yerine koyan, kırılanı onaran, kısacası yaşamı evetleyip ona anlam yükleyen işlevselliğiyle Bulu’nun istifasını aşan bir hacme bürünmek üzeredir.
Akademik yetkinlikten uzak yapılan atama sadece üniversitenin kurumsal ruhuna ters olmakla kalmıyor, aynı zamanda, zücaciye dükkanına giren fil gibi, rejim bileşenlerinin kültürel, tıbbı, bilimsel her alana dalarak iğdiş etmesi anlamına geliyor.
Gerçi, rektörün üniversite bileşenlerinin katıldığı bir seçimle seçilmesini ben kendi adıma demokrasinin tesis edilmesi olarak görmüyorum. Bu talep olsa olsa rejimin izin verdiği küçük ceplerde birazcık soluklanmak anlamına geliyor ve bu açıdan icazetli “tortu” bir demokrasiye karşılık geliyor.
Yine de direnişler, sözün ve anlamın kaybolduğu hayat alanlarında tutunabilecek bariz nirengi noktaları yaratırlar. Direniş, insanın özgürleşebilmesi için, yere ve gökyüzüne bakma, başını eğme ve dik durma karşıtlıkları arasındaki aralıkta nefes baloncukları yaratarak işlevsel olabiliyor.
Türkiye’de “kriz” kelimesi neredeyse insanların bedenlerine yapışıp kalmışken direniş cepleri insanlara başka imkânların ve umutların yolunu açıp yeni ‘perspektifler’ sunabiliyor.
Denilecek ki “Evde yangın var. Yangını söndürmek gerekirken onu körüklemenin ne anlamı var?” Bence asıl “Ev yanarken” sözü söyleme ve anlamı sürdürme çabası çok değerlidir.
Muhtemelen bu gençlerin yaralandığı yerler, onları hayata bağlayan sevinçler, beslendikleri kültürel arka plan, okudukları kitaplar, ailesel ortamları farklıdır. Muhtemelen onlar, farklı coğrafyaların, farklı yılların, farklı atmosferlerin renklerini içlerinde barındırıyorlar. Fakat kaderleri aynı. Çünkü her günün sonunda çöken düzenin aynı akşamına, her yolun sonunda sistemin aynı durağına varıyorlar.
Düzenin akşamı bu vakitler çokça karanlık barındırıyor. Sistemin yolu, muhtemelen işsizlik, işkence, sınıflar toplumu, yoksulluk, örselenme, dışlanma, ötekileştirilme, dinci taassup, polis copu, pastanın kaymağını yiyen oligarklar, ayrıcalıklılar ve çöpte yemek arayanlar, devlet-şirket-norm üçgeninden oluşan hiyerarşi kümelerinde sıkışma duraklarına çıkıyor.
Aslında Boğaziçi, halk denen soyut kalabalık için direnmiyor. Gençler, en çok kendileri için direniyorlar. Kendini gerçekleştirme gayesinde diretiyorlar. Daha aydınlık bir gelecek için direniyorlar. Özgüven, itibar ve anlam için direniyorlar. Böyle olması da Türkiye sosyalliğinin tabiatına uygun bir şeydir. Çünkü Türkiye “kaygan” sosyalliğinde her şey kandırabilir sizi. Ama en çok “halk” (aslında halk miti demek daha doğru) yapar bunu. Direnenleri, devrimcileri, muhalifleri, “halk kahramanlarını” örten şu mezar taşları olmasa, bunun haksız bir suçlama olduğunu düşünebilirdim.
Kapitalizm tüketimin öznesini, erdemli ve kamucu olandan çok önce kaparken ekonomik kaybın sürekli olarak siyasi oluşumlar tarafından emilmesini sağladı.
Günümüz kentleri sadece giderek artan şahsi araçların istilası altına girmedi. Bu istila aynı zamanda hem siyasi hem kültürel hem de zihinseldir. Araba istilasının sonucu olarak trafik, otopark sorunu, hava, ses ve görüntü kirliği gibi olumsuzluklar gündelik hayatı insan için zorlaştıran etmenler haline getirirken siyasi ve kültürel istila ne gibi olumsuzluklar doğurdu?
Kapitalist istila, kanımca, hedonizm, öz kıyım nöbetleri ve eşya yığını içinde debelenen “benden sonra Nuh tufancı” bir tipoloji yarattı.
Kapitalizm, ayrıca bu uzamlarda, herkesin birbiriyle kavgalı olduğu ve her şeyin üst üste yığıldığı gerçek anlamda bir “Guernica toplumu” da yarattı. Toplum, her birimizin zevkini belirlemek için sunduğu yeni ürünler, kâr maksimizasyonu için gerçekleştirdiği farklılaştırılmış mallar tarafından çizilen, çepeçevre kuşatıldığımız reklamlarla kaplı, karmaşık, kaotik bir yapı sergiliyor.
Şöyle etrafınıza bir bakın, kafede duvarlar kitsch tablolarla, masaların üstü çeşit çeşit bardaklar, kurabiyeler, kahve makineleri, caddeler neon ışıkları, son model arabalar, evler bilgisayarlar, televizyonlar, çantalar, Iphonelar, kulaklıklar, üzerimize giydiğimiz pantolon, tişörtler kısaca modanın her yıl sunduğu tarzlar ve hatta vücudumuza yaptırdığımız trendi dövmeler ve piercinglerle doludur. Evlilik veya arabuluculuk siteleri, troller, reytingler; artık böylesi bir dünyada pisliğe bulaşmamış hiçbir yer, toz yumakları içinde kalmamış hiçbir mekân yoktur.
İlkesiz hedonistler işte bu eşya yığılımından kendilerine bir kimlik ve aidiyet oluşturmaya çalışıyorlar.
Oysa, nihilizmin, umutsuzluğun, yozlaşmışlığın, nefessizliğin ve korkunun batağından kurtulma çabasında, direniş aracılığıyla, “yaşamı olumlama”nın anlamlarını keşfedebiliriz.
Kutlu ittifakta gedik açılmasından tüyleri ürperen Çakıcı, Bulu’nun kesinlikle istifa etmemesini istiyor. Sözüm ona “teröristlere” karşı konuşlanırken Bulu’nun istifasını bir mevzi kaybı olarak görüyor.
İstibdat rejimi ve uzantıları mukaddesata saldırı yalanını iktidarın otoriter konsolidasyonu için bir siyasi araç olarak kullanıyorlar.
Gezi Direnişini ideolojik bir körlükle mitleştirenler, daha şimdiden Boğaziçi direnişinin de başarılı bir toplumsal muhalefet örneği olduğunu ileri sürüyorlar. Ancak bunu söylemek için henüz çok erken. Çünkü can kayıpları Gezi’nin toplumda yarattığı direniş ve umut ivmesini epey gölgelemişti. Ömürlerinin baharında Ali-İsmailler, Berkinler toprağın altında yatıyorsa Gezi bence başarısız olmuş demektir.
Gezi Direnişinde faşizmin tanrıları var olandan çok daha fazlasını almıştı. Berkinler, Ali-İsmailler yaşasaydı, çocuktan yana büyüyüp serpilecek ne varsa artık şu aşağıda toprağın altında yatıyor olmayacaktı.
Ali-İsmail’in annesi ile, çocukluğumun ve umutlarımın şehri, Antakya’da karşılaşmıştım. “İnsan kendi savaşının ortasında yapayalnız kalıyor” demişti. Ardından derin derin iç çekerek, “Ali-İsmail’siz bir günü sabahtan akşama kadar ve bir gece boyunca ölmeden yaşamak bana çok yorucu geliyor. Boşuna unutmaya çalışıyorum onu. Hatta bazen onun da kendisini unutmamı istediğini hissediyorum. Üzülmemi istemediği için kendisini unutmamı istiyor.” diye eklemişti.
Gezi bence, rejimden çok, halka ve muhalefete ‘hesaplaşma’ aynaları tutmuştu. Bu aynalara bakmaktan çekinenler, Haziran Direnişinin ardından sadece seçim yenilgilerini saymaya yoğunlaştılar. Oysa onların en büyük yenilgilerinden biri Gezi’ydi.
İktidar, yerli ve milli-gayrı millî, eril-misojen, alkol-ayran, vatansever-hain, liberal (daha çok beton sever)-sermaye düşmanı vb. gibi düaliteler (ikilikler) üzerinden toplumu sosyal streslere maruz bırakırken kendi destekçilerini konsolide etmeyi amaçlıyor.
Bu strese maruz kalmak haliyle toplumdaki tansiyonu ve kutuplaşmayı arttırıyor ancak buradaki kutuplaşmanın, kapitalizmin doğasından kaynaklanması gereken proleter-patron, finans sermayesi-kamusal işletmeler ve artı değerin hakkaniyetli paylaşımı, emek- sömürü, burjuva-halk, ezen-ezilen gibi sınıfsal bir arka planı ne yazık ki bulunmuyor.
Rejimin otoriter konsolidasyonunu mümkün kılan mekanizma, bir yandan hukuki meşruiyetin suiistimal edilmesi, diğer yandan da siyasi meşruiyetin plebisiter (halkoylaması, ulusal birlik mitingleri, vb. gibi) araçlarla imal edilmesi; daha doğrusu, bu iki sürecin eşzamanlı ve döngüsel bir tarzda işletilmesi sayesinde işliyor.
İktidar bu gerilimler aracılığıyla önce muhalefeti FETÖ korkuluğu vasıtasıyla pasifize etti. Yenikapı Mitingi, rıza üretimini kolaylaştırıp tahkim ederken ‘mutedil’ ve milli bir muhalefet oluşturmanın kilometre taşlarını döşedi.
Ancak iktidarın otoriter konsolidasyonu için muhalife “her şey yapılabilir” önermesinin, siyasi ve hukuki zemininin de oluşturulması süreci tıkır tıkır işliyor.
Türkiye’de sağ tandanslı merkezin otoriterliği yeni bir kıvama ulaşırken, sol tandanslı merkezde (CHP vb. Partiler) itidal, uysallık, uzlaşmacılık, muhafazakâr liberalleşme ve sol değerlerin sulandırılması süreci yaşanıyor.
Hacettepe’de okurken o zamanlar Beytepe jandarma bölgesiydi. YÖK’e ve İhsan Doğramacı’ya karşı sık sık gösteriler yapıyorduk. Ayhan adlı bir arkadaşımız jandarma tarafından göz altına alınmış sonra siyasi şubeye teslim edilmişti. Aradan tam otuz dokuz gün geçtikten sonra perişan bir halde ortaya çıkmıştı.
Ayhan salıverildikten sonra pencerenin önündeki sıraya oturup, arka arkaya sigara tüttürerek birini beklercesine cama bakmaya başlamıştı. Karanlığa baktığını düşünmek mümkündü. Belki de içine bakıyordu, kendi içindeki görüntülere. Ama belki de Ankara’nın puslu havasının karanlığı nasıl da yoğunlaştırdığına bakıyordu. Bir gün ona “nereye bakıyorsun öyle saatlerce” diye sormuştum. “Emniyetin bodrum katında kalan arkadaşlarla konuşuyorum.” demişti. O gündür bugündür ben de zaman zaman hava kararırken uzaklara bakarım, bakarken acaba Ayhan’ın baktığı bu uzak bu karanlık aynı uzak aynı karanlık mı diye merak ederim.
Acaba Emniyetin bodrum katında hala çığlıklar var mı, orada yalnızlığın ve unutuluşun karanlığına terk edilmiş yoldaşlar var mı, diye düşünürüm.
Ayhan’ın geçenlerde ölüm haberini aldım. Onun ardından ülkede çok değişti. Yol aynı yol değil karanlık aynı karanlık değildi artık. Yol daha uzun, karanlık daha yoğun.
Türkiye sosyalliği yalpalayan fırtınaya kapılmış bir gemiyi andırıyor. Boğaziçi Direnişi, içtimai fırtınaların çalkaladığı gemide yaşanan birçok dramdan sadece bir kesit sunuyor. Kopan fırtınalara ve kabaran dalgalara göğüs geren geminin mürettebatının bilinmezliğe yolculuk ederken bile gemiyi terk etmediğini gösteriyor.
Direnen öğrencilerin belli bir tarihsel bilince sahip olduklarını düşünüyorum.
1948 yılı Haziran’ının ortalarında Kırklareli’nin Sazara köyü yakınlarında bir çobanın bulduğu bir çıplak ceset, “Başın Öne Eğilmesin’in devrimci yazarı Sabahattin Ali’ye aitti.
S. Ali, daha sonraki yıllarda öldürülen ve hepsi de bağımsızlığı, laik ve demokratik düzeni savunan aydınlar cinayetleri dizisinin ilklerindendi.
Sabahattin Ali’yi öğretmen kürsüsünden Sinop Hapisanesi’ne oradan karanlık güçlerin kurbanına sürükleyen akıntının ipuçları daha 1946’daki yönelim değişiklikleriyle kendini belli etmeye başlamıştı.
Onun katledilmesi, soğuk savaşın son verdiği Köy Enstitüleri deneyinden Tercüme Bürosu’na, Görüşler ve Yeni Dünya dergisinden Demokrat Parti’nin kuruluşunu hazırlayan ‘dörtlü takrir’e ve Tan Matbaası’nın kışkırtılmış üniversitelilerce yıkılışına kadar uzanan bir siyasi kırılmaya karşılık geliyordu.
S. Ali yalnızca yurdu için bağımsızlık, özgürlük ve çağdaşlaşma istedi. Bu değerlerin düşleriyle yaşamıştı. Bu düşlerin bedeli sürgünler, hapishaneler ve sonunda Istranca ormanlarında tutuklanıp katledilişle ödenecekti.