Siyaset ve hakikat arasındaki ilişki tarih boyunca gerilimli olmuştur. Gerçeğin çarpıtılmasını politik bir strateji olarak benimseyen siyasetçiler ahlaken yanlış olduğunu bilseler de yalan söylemekten hiçbir zaman çekinmemişlerdir. Bununla birlikte olgusal bir değer atfedilen hakikatin eninde sonunda ortaya çıkacağı, yalanlara ve yalancılara üstün geleceği inancı da her zaman korunmuştur. Öyle ki Fransa tarihinin en büyük hukuki ve politik skandallarından biri olan Dreyfus Davası’nda dönemin Cumhurbaşkanı Felix Faure’a hitaben “İtham Ediyorum” (1898) başlıklı bir açık mektup yazan Emile Zola’nın “Hakikat toprağın altına kapatıldığı zaman, orada öyle bir toplanır, öyle bir patlama gücü kazanır ki, patladığı gün her şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur…Hakikat yürüyor ve onu hiçbir şey durduramayacaktır.” sözleri hakikate kendinden menkul bir güç atfedildiğinin ve yalan söyleyen siyasetçileri bekleyen kötü sona ilişkin duyulan derin inancın açık bir ifadesidir.
Günümüzde yalan ve siyaset arasındaki yakın ilişki varlığını sürdürmekle birlikte maalesef günümüz yalanlarının geçmişten önemli bir farkı mevcuttur. Artık yalan olduğu ortaya çıkan iddialara bile gerçekmiş muamelesi yapılmaya devam edilmekte, yalan söylemek söyleyen açısından ahlaki/vicdanı bir sorun yaratmamakta ve yalan söyleyen siyasetçilere karşı toplumsal ya da hukuki bir yaptırım uygulanmamaktadır.[1] Dolayısıyla Emile Zola’nın aksine günümüzde artık hiçbirimiz hakikatin siyasal iktidarları devirecek, yöneticileri mahkum edecek ve siyasalı yeniden inşa edecek güçte olduğuna inanmıyoruz. Dahası hakikatin ve olgusal gerçekliğin öneminin yitirildiği, siyasetin “örgütlü yalanlarla” kanılar üzerine inşa edildiği mevcut döneme yepyeni bir isim vermiş durumdayız: Post- Truth siyaset.
İlk kez 1992 yılında bir tiyatro oyununda geçen Post- truth kavramı Ralp Keyes’in 2004 tarihinde basılan Post-Truth Era isimli kitabı ile tanınırlık kazanmıştır. Keyes kitabında gerçek ve yalan arasındaki çizginin giderek inceldiği ve hangisini söyleyeceğimizin seçiminin büyük oranda bir uygunluk meselesine dönüştüğü Post- Truth bir çağda yaşadığımızı ve bu çağın etik açıdan bir alacakaranlık kuşağında yer aldığını vurgulamaktadır.
Kullanımı her geçen yıl artan post-truth kavramı 2016’da Oxford Sözlüğü tarafından yılın sözcüğü seçilmiştir. Türkçeye “hakikat-sonrası” olarak çevrilebilecek olan post-truth kavramı bir sıfat olarak nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu olarak tanımlanmaktadır.[2] Post-truth kavramının yılın sözcüğü seçilecek kadar yaygınlık kazanmasındaki en büyük etken ise tüm dünyada yükselen otoriter popülist siyasetin olgusal gerçekliği yok sayan politik söylemlerinin kitleleri mobilize etmede ve sandıkta gösterdiği başarılardır. Bu konudaki en çarpıcı örnekler 2016 yılındaki Britanya’nın AB’den çıkışı anlamına gelen Brexit referandumu ve cinsiyetçi, göçmen karşıtı ve otoriter bir dil benimseyen Trump’ın ABD başkanlık seçimi kampanyası olmuştur. Brexit kampanyasının şu an İngiltere Başbakanı olan Boris Johnson’ın başını çektiği Brexit destekçilerinin alenen söyledikleri kuyruklu yalanlara rağmen başarılı olması ve Trump’ın ABD’de başkanlık seçimi yarışı sırasında rakipleriyle ilgili iddialarının çoğunun gerçekten uzak iftiralar olduğunun bilinmesine rağmen yine de başkan seçilmesi siyasal alanda post-truth bir dönemin içinde bulunduğumuz kavrayışını pekiştirmiştir. Siyasetin olgusal gerçeklikten, rasyonaliteden ve sağduyudan uzaklaşarak duygular ve kanaatler üzerinden inşa edildiği, siyasetçilerin ifşa korkusu duymaksızın halkı kandırmasının olağan hale geldiği hakikat-sonrası dönemin etkisinden Türkiye siyaseti de elbette muaf değildir. Aksine özellikle son 10 yıldır seçim ve referandum yorgunu olan ülkemizde mitinglerdeki, kongrelerdeki hakikatten uzak söylemler ve medya eliyle ve de sosyal medya üzerinden dolaşıma sokulan yalan haberler aracılığıyla kamuoyunda oluşan kanaatler sayesinde AKP seçmen kitlesini tahkim etmekte ve sandıktan zaferle ayrılmaktadır. Seçimi kazanmak için herkesin yalan söyleyebileceği, önemli olanın seçim sonrası icraatlar olduğu algısının özellikle iktidar destekçileri nezdinde kabul görmesi post-truth siyaseti bir seçim stratejisi olarak normalleştirse de gerçekte post-truth siyaset biçimi siyasal ve toplumsal yaşamın her veçhesini etkilemekte ve sadece muhalefet için değil iktidar destekçileri için de önemli sonuçlar doğurmaktadır. KADEM dahil AKP yanlısı pek çok kadın örgütünün de desteklediği İstanbul Sözleşmesi’nden 20 Mart 2021 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile bir gece yarısı çıkılması kadın politikaları bağlamında bunun en çarpıcı örneklerindendir. Kadına yönelik şiddeti insan hakları ihlali sayarak kadına yönelik şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesini amaçlayan ve bu bağlamda hukuki bağlayıcılığı olan ilk uluslararası sözleşme olma niteliği taşıyan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açıldığı için İstanbul Sözleşmesi olarak anılmaktadır. Sözleşmenin hazırlanması sürecine Türkiye’deki kadın hakları örgütlerinin çok önemli katkıları olmuştur. Bu örgütlerle ortak çalışmalar yürüten dönemin AKP hükümeti Türkiye’nin sözleşmeyi ilk imzalayan ve onaylayan ülke olduğunu gururla duyurmuştur.
Ne yazık ki 2020 yılına gelindiğinde Türkiye’de insan haklarına ilişkin pek çok kazanıma yönelik saldırı İstanbul Sözleşmesi üzerinden kadın haklarına da yöneltilmişti. Yeni Şafak ve Yeni Akit gibi isimlerinde “yeni” ifadesi barındıran ama ülkeyi “eski”nin gerici karanlığında boğmaya çalışan gazeteler başta olmak üzere çeşitli medya organları tarafından ve sosyal medya üzerinden İstanbul Sözleşmesi’nin “LGBT evliliğinin önünü açtığı”, “dış güçler eliyle Türkiye’nin aile yapısını yok etmek amacıyla dayatıldığı”, “evliliklerin azalmasına boşanmaların artmasına neden olarak zinayı teşvik ettiği” gibi nesnel gerçeklikten uzak iddialar uzunca süre dile getirildi. Siyasi görüşünden bağımsız olarak Türkiye’deki tüm kadın örgütleri, insan hakları savunucuları ve hukukçular sözleşmenin maddelerini yani olgusal gerçekliği kaynak göstererek İstanbul Sözleşmesine yönelik tüm bu iftira ve yalan haber furyasına karşı durdular. Hakikati dile getirmenin, gerçeklerin dökümünü yapmanın tüm bu yalanları etkisiz kılacağına yönelik beklentiyle yapılan İstanbul Sözleşmesi savunusu, hakikat sonrası siyasetin alacakaranlığını aydınlatmak için maalesef yeterli olmadı. Geçen bir yılın ardından İstanbul Sözleşmesinden çıkış tartışmasının artık sona erdiği, hakikatin iktidarca da benimsendiği düşünülürken 20 Mart 2021 tarihinde bir gece yarısı kararnamesi ile İstanbul Sözleşmesi feshedildi. Ülkede büyük bir şok etkisi yaratan, kadın örgütlerini sokağa döken ve toplumun geniş kesimlerince tepkiyle karşılanan bu kararı hükümetin yetkili temsilcileri ve iktidara yakın basın organları yine yalan oldukları daha önce defalarca kez açıkça ortaya konan bilgilerle savundular. Kamuoyunda tepkinin dinmemesi ve Sözleşmenin maddelerinde iddia edildiği gibi LGBT savunusu ya da aileyi yıkacak uygulamalar olmadığının tekrar ve tekrar dile getirilmesinin ardından hükümet, fesih kararını savunmak için bu defa Sözleşmeyle ilgili toplumda oluşan olumsuz kanaati gerekçe gösterdi.
İktidara yakın medya organlarınca İstanbul Sözleşmesi ile ilgili gerçeklerin çarpıtılıp üretilen sistematik yalanlarla Sözleşmeye yönelik toplumda olumsuz bir kanaatin inşa edilmesi ve ardından siyasal iktidarın bu kanaate dayanarak Sözleşmeyi feshetmesi, post-truth siyasetin nasıl işlediğinin kadın politikaları bağlamında en açık örneği olmuştur. Hakikat sonrası dönemde siyasetçilerin artık politikalarını olgusal gerçekliği göre inşa etmelerine ya da hakikatin ortaya çıkmasından korkmalarına gerek kalmamıştır. Halk kitlelerini manipüle edip kanaatler inşa etmeleri ve sonrasında bu kanaatlere dayanarak politika üretmelerini mümkün hale gelmiştir.
İçinde bulunduğumuz hakikat-sonrası dönemde siyasal iktidarın propaganda makinesi medya ve sosyal medya üzerinden toplumu manipüle etmeye devam ediyor. Türkiye’de kadına yönelik şiddet her geçen gün artarken, kadın cinayetleri sayısında sürekli yeni rekorlar kırılıyorken Sözleşmenin feshi ile kadına yönelik şiddetin ve cinayetlerin azaldığına yönelik olgusal gerçeklikten uzak bilgiler en resmi ağızlardan dile getiriliyor. Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu başta olmak üzere kadın örgütleri Türkiye’de kadın cinayetlerine ilişkin gerçekleri ifşa etmek, şiddet mağduru kadınların haklarını savunmak ve İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili fesih kararını geri aldırmak için mücadele etmeye devam ediyorlar. Yüzyıllık kadın hakları mücadelesi sonucu elde ettiğimiz haklarımızı savunmak için başka çaremiz yok çünkü. Rasyonalitenin, sağduyunun önemini yitirdiği post-truth dönemde yılgınlığa kapılıp da ümitsizliğe düşersek bunun bedelini yeni hak kayıpları ile ödememiz olası. Bu nedenle post- truth dönemde kendinden menkul bir güce sahip olmadığı anlaşılan hakikati “yürütmek” ve toplumsal adaleti sağlamak için yılmadan yalanları ifşa etmemiz, gerçekleri haykırmamız ve mücadele etmemiz şart…
[1] Candansayar, S. (2017), https://ayrintidergi.com.tr/pseudologia-fantastica-gunumuzun-yalanlari-ve-yalancilari/
[2] https://teyit.org/post-truth-neden-bu-kadar-gundemde