Alman dramaturg Bertold Brecht, 1941 Finlandiya sürgün günlerinden Amerika’ya gitmeye hazırlanırken, Arturo Ui’nin önlenebilir yükselişi (Der aufhaltsame Aufstieg des Arturo Ui) isimli oyununu kaleme alır. Metin 1929 ekonomik bunalımında küçük hesaplar yaparak yükselen, yükseldikçe iktidarın cazibesine kapılarak totaliterleşen Arturo Ui’yi karşımıza çıkar. Chicago karnabahar ticaret dünyasının bağrındaki bu pragmatist karakter hakikatte Hitlerin parodisinden başkası değildir. Brecht kendisiyle gerçekleştirilen bir röportajda bu figürü tarihin bazı karakterlerine duyulan saygıyı yok edebilmek adına kaleme aldığından söz eder. Oyun kurnaz bir tüccar olan Ui’nin ihtirasları ve yasa dişi karanlık ilişkilerinin ona sunduğu “atipik” yükseliş hikâyesini anlatırken, okuyucuya demokrasi içerisinde otoriter yönelimlerin nasil olağan ve sıradan biçimlerde inşa edilebilir olduğunu düşündürür. Geçtiğimiz yıl şubat ayından itibaren küresel bir tehlike haline gelen Covid-19 salgını Brecht’in sözünü ettiği konjonktürden oldukça uzak farklı bir sosyal bağlamda vuku buluyor olsa da Arturo Ui’nin önlenebilir yükselişinde olduğu gibi, toplumsal örgütlenme ve gündelik pratiklerimizde anti-demokratik unsurların tesis edilmesinin çok da uzak bir ihtimal olmadığını gösterdi. Pandemi boyunca pek çok ülke uluslararası sınırları kapatma, ulusal ölçekli istifleme, sokağa çıkma yasakları gibi anti-demokratik ve otoriter rejimlerle özdeşleştirilebilecek uygulamalara yönelirken, içe kapanmacı ulusal “çözüm” arayışlarını alternatifsiz bir seçenek olarak yurttaşlarına dayattı. Yaygın sokağa çıkma yasakları mevcut sistemin dayanışmadan yoksun dokusunda, sosyal hak ihlallerinin yaşandığı yeni eşitsizlik biçimlerine neden olurken, beraberinde otoriter siyasetlerin ve söylemlerin yeni meşruluk alanları kazanmasına neden oldu. Pandemiye karşı alına(maya)n önlemler nedeniyle evine ekmek götüremeyen, buzdolabının fişini çekmek zorunda kalan, işsiz kalarak intihar eden, evde şiddete maruz kalan kadın, çocuk ve LGBT bireyler sosyal mesafenin en kırılgan mağdurları oldu. Kamu spotu olarak ekranlarda “Evinizde kalın!’ mottoları yükselirken, Covid-19’a karşı korunmanın tek yolunun sosyal mesafe ve izolasyondan geçtiği fikri güçlendirildi. Evden çıkmamayı tek yol olarak dayatan kamu spotları Birleşik Krallık halkına neoliberal politikalardan başka bir seçenek olmadığını söyleyen (There is no alternative!) Margaret Thatcher’in retoriğinin son sürüm modelleri gibi adeta dayatılmıştı. Kimilerinin “demir ladysi” kimilerinin ise “süt hırsızı” olan Thatcher’in İngiliz halkına özelleştirme ve kemer sıkma politikalarını dayatmasına benzer şekilde pandemi döneminde bizlere dayatılan bir gecede hükümetlerin alacağı kararlara itaat etmekti.
Fransa devlet başkanı Emmanuel Macron pandemi dönemini bir tür savaş dönemi olarak tanımlayıp Fransız toplumunun ve devletinin pandemi koşullarına göre yeniden organize edilmesi gerektiğinden bahsederken, demokratik ilkelerden taviz vermeden bunu yapılması gerektiğini de vurguluyordu. Ancak hükümetin protesto hakkini kullanan insanlara karşı tutumu Macronun bahsettiği savaşın pandemiden daha çok demokratik topluma karşı verildiği izlenimi vermekte gecikmedi. 2020 pandemi döneminde Fransa’da gösteri yapanlara karşı polis orantısız güç uygularken, polisin keyfi şiddetini kamerasına kayıt edenlere karşı ise yeni bir yasal düzenleme yapılması gündeme geldi. Görev başındaki polislerin herhangi bir şekilde video kaydının yapılmasının suç olması gerektiğinden söz edilirken, “sarı yelekliler” eylemlerinden beri artmakta olan polis şiddetine karşı muhalif sesler daha da zayıflatılması için gerekli düzenlemelerin yapılması için çalışıldı. Pandemiye karşı önlem olarak uygulanan sokağa çıkma yasağı, sokağa çıkış izin belgesi uygulaması, belgenin olmadığı durumlarda para cezası ödeme ya da yoksul bir banliyöde oturuyorsanız polisin potansiyel şiddetine maruz kalma olasılıkları, kamusal yaşam içerisinde de facto olarak olağan üstü hallerin normalleştirilmesine neden olurken, pek çok ülkede otoriter siyasetin yeni meşruluk alanları oluşturmasına yaradı.
Pandemik kriz küresel çapta toplumsal örgütlenme biçimlerini (praxis) değiştirirken, küresel sorunlara ulusal çareler arama yarışında milliyetçi, militarist ve kökten sağcı fikirlere de belirli ölçülerde meşruluk kazandırdı. Brezilya’da Bolsonaro, Amerika’da Trump, Macaristan’da Orban, Rusya’da Putin, Türkiye’de Erdoğan, İtalya’da Salvini gibi yükselen popülist, otoriter ve erkek liderler çağında sistemin yarattığı ekolojik yıkım görmezden gelinirken, pandemi otoriter siyasetin bir gerekçesi olarak gösterildi. Geçtiğimiz çarşamba akşamı pek çoğumuz ekranlarda Donald Trump’in kendisinin devlet başkanı olduğu Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen seçimleri tanımadığını söylemesinin ardından Trumpist fanatiklerin kongre binasında gerçekleştirdikleri darbe girişimlerine ekranlarda tanıklık ettik. Trump 6 Ocak 2021’de Washington’da düzenlediği mitingde kendisine yönelik yapılan hırsızlık operasyonunda mağdur olduğunu, kendi seçmenlerinden hiç birisinin bu haksızlığı kabul etmeyeceğini ve gidip Capitol’de bunun hesabını soracaklarını söyleyerek açıktan darbenin kışkırtıcılığına girişmişti. Kafalarında Trump’ın seçim kampanyasının kırmızı renkli kasketlerini, ellerinde beyaz üstünlükçü (white supremacist) gruplara ait mavi beyaz yıldızlı bayrakları taşıyan fanatikler, kapıları ve camları kırıp içeri girerken (her ne kadar ellerinde silah taşımıyor olsalar da) doğrudan doğruya liberal demokrasi ve kamu hukukuna karşı sağcı, ırkçı ve komplocu bir zihniyet dünyası adına açıktan darbe yapmaya kalkıştı. Darbe girişimi beyaz milliyetçiler yerine ayrımcılığa maruz kalmak istemeyen siyahlar tarafından yapılsaydı peki polisin tepkisi hala aynı olabilir miydi? Ekranlarda Trump fanatiklerini izlerken birçok kişinin benzer bir soruyu sorduğunu sadece twittera bakarak bile anlamak mümkün! Black Lives Matter eylemlerinde göstericilere karşı göz yaşartıcı gaz ve silah kullanırken, Capitol saldırganlarına yönelik çok daha pasif davranması, siyasal yorumcu Timothy Burke’nin twitter hesabından yayınlandığı videonun ardından ülkede polemik konusu haline geldi. Videoda darbe girişimcilerinden birisi görevli polis ile selfie çektiren ve daha sonra karşılıklı selamlaşarak ayrılırlar (Çay da söyleselermiş!). Bu “barışçıl politik iletişim biçimi” kaçınılmaz bir şekilde akıllara 2020 boyunca siyahi protestoculara karşı uygulanan orantısız şiddeti ve George Floyd cinayetini getirirken; mevcut ayrımcılık biçimlerinin “normalleştirilmiş” olduğu gerçeğini de gösterir.
Trump’in ve fanatiklerinin yakın gelecek zamanda cezalandırılıp cezalandırılmayacağı meselesi ABD iç siyasetinin, Cumhuriyetçiler ile demokratlar arasındaki dengelerin değişmesine neden olacağı gibi pandemi döneminde dünyada yükselişe geçen otoriter zihniyetlerin, ultramachiste (sınıf, ırk ya da toplumsal cinsiyete dayalı üstünlük talep eden) hareketlerle birlikte güçlenerek yeni bir ivme kazanıp kazanmayacağını da göstereceğe benziyor.
Pandemi döneminde yükselen otoriter zihniyetlerden tartışırken ister istemez kendimizi kökten sağcı gruplardan söz ederken bulmamız bir tesadüften çok daha fazlasını ifade ediyor. Geçtiğimiz yıllarda dünyada yapılan ultra-milliyetçi örgütlerin saldırılarına baktığımızda fanatik komplocu zihniyetlerin zaten hali hazırda dünyada örgütlenmekte olduğunu görüyoruz. 2019 yılında Yeni Zelanda’da Christchurch isimli kiliseyi bombalayarak 49 kişinin ölümü 20 kişinin yaralanmasına neden olan Brenton Tarrant isimli şahıs saldırı sonrasında kendisini eko-faşist olarak tanıtırken, ülkesinde artan yabancı nüfusun çevreyi tahrip etmesine ilişkin kendince bir çözüm bulduğunu söyler. 3 Ağustos 2019’da Teksas’ın El Paso şehrinde, çoğunlukla hispaniklerin uğrak yeri olan bir süpermarkete (Walmart) saldıran, 22 kişiyi öldürüp 26 kişiyi yaralayan Patrick Crusius, 8chan isimli ırkçı forum sitesinde saldırı hazırlıklarından söz ederken, Teksasi hispaniklerin istilasından korumak amacıyla kendisinin saldırıyı tasarladığını ifşa eder. Forumda Yeni Zelanda saldırganına da selam gönderirken, onun da kendisi gibi haklı olduğunu çünkü yabancı göçmenlerin Amerika’da da yasamı beyazlara çekilmez hale getirdiğini yazar. Crusius’a göre kendisinin ülkeyi kurtarmak ve “büyük değişime” (yani Avrupa ya da Amerikalı beyaz vatandaşların yerine siyahi ve yabancıların geçmesi) teslim olmamak için “bu cinayetleri işlemekten başka seçeneği” olmadığını belirtir ve ekler: “Hükümet hiçbir şey yapmıyor çünkü büyük şirketlerin elinden yemek yiyor. Büyük işletmeler göçü sever. (…) Bu ülkenin insanlarını seviyorum, ama onlar yaşam tarzlarını değiştiremeyecek kadar inatçılar. Bu nedenle, bir sonraki mantıklı adım, Amerika Birleşik Devletleri’nde kaynaklarımızı kullanan insan sayısını azaltmaktır. Yeterince insandan kurtulursak, yaşam tarzımız daha sürdürülebilir olabilir”.
Crucius’un insan sayısını azaltmaktan kastettiği yöntem yalnızca yabancıları evlerine göndermek değil aynı zamanda öldürmektir! “İşgalcileri” yani göçmenleri öldürerek nüfus sorununu çözebileceğini düşünen bir diğer eko-faşist ise aynı zamanda bu hareketin kanaat önderlerinden birisi olan Pentti Linkola’dir. Kendisi göçün Avrupa’da radikal şekilde kısıtlanması, insanların sanayi öncesi yaşam tarzlarına dönmesiyle yakın gelecekte ekolojik yıkım karşısında insan hayatının korunabileceğini ileri sürer[2]. Özellikle apokaliptik iklim değişiklerinden söz eden Linkola’ya göre dünyaya verilen zarardan dönebilmek ve insan türünün devamlılığını sağlayabilmek nüfus ve teknoloji alanındaki aşırılıklardan kurtulmak gerekir ve bunun için dünyada doğum oranının düzenlenmesi, doğum yapma ruhsatının kullanılması gerektiğini ekler. Doğum oranını azaltmak kadar nüfus kalitesinin arttırılmasının da önemli olduğunu savunan Linkola için yalnızca genetik ve sosyal bakımdan iyi olan ailelere doğum ruhsatı verilmelidir. Trafiğin yalnızca bisikletlerle yapılması, özel arabalara el konulması, elektriğin yalnızca aydınlatma ve iletişim amaçlı kullanılması, kitlesel göç, ithalat ve ihracat hareketlerinin durdurulması da Linkola’nin eko-faşist vizyonu içerisinde savunulması gereken ilkelerdendir.
Gerçek-üstü bir romandan deli saçması ifadeler gibi karşımızda duran bu yorumlar günümüzde global çapta örgütlenen ırkçı grupların siyasal vizyonlarını ortaya koyucu niteliktedir. Özellikle göçmenlik sorunu karşısında ultra milliyetçi hezeyanlarını yatıştırabilmek için “yeniden doğuş” mitine sarılan ırkçı hareketler; kadınlara, LGBT+ bireylere, göçmenlere, antikapitalist sol-muhalif, anarşist hareketlere karşı örgütlü bir nefret siyasetini küresel iletişim ağlarını kullanarak örerken, kendilerine uluslarası siyasal arenada yeni meşruluk alanları oluşturma çabasına girişmiş görünüyorlar. Tam da bu nedenle anti-kapitalist mücadele hattını otoriter eğilimlerden uzaklaştırmak ve sınıf, ırk, cinsiyet ayrımcılığı yapmayan demokratik, eşitlikçi, ekolojik bir anti-kapitalist mücadele alanını inşa edebilmek acil bir gereklilik olarak önümüzde kendisini gösteriyor.
[1]https://twitter.com/bubbaprog/status/1346920198461419520?ref_src=twsrc%5Etfw%7Ctwcamp%5Etweetembed%7Ctwterm%5E1346920198461419520%7Ctwgr%5E%7Ctwcon%5Es1_&ref_url=https%3A%2F%2Fwww.rtbf.be%2Finfo%2Fmonde%2Fdetail_insurrection-a-washington-le-selfie-pris-entre-un-manifestant-et-un-policier-dans-le-capitole-fait-polemique%3Fid%3D10668075