Saray/AKP/MHP iktidarının her geçen gün oy kaybetmesi karşısında seçimleri kazanıp, iktidarını sürdürebilmesi için her geçen günün artan ve yaygınlaşan yoksulluğu hafifletebilecek, en azından hala daha çözüm umudunun iktidarda olduğunu gösterebilecek araçlara ihtiyacı var. Bu ihtiyacın en başında dış kaynak var ki bulunamadığı için iktidar içerde ve dışarda çatışma alanları yaratmak da dâhil seçmen tabanını koruyacak hamlelerle yoksulluğu, işsizliği, halkın değişik katmanlarının taleplerini gündemden düşürecek yollar arıyor. İktidarın batı karşıtlığı şeklindeki söylemlerini, NATO’ya yeni üyeliklerle ilgili çıkışlarını, Suriye’ye yönelik operasyon açıklamalarını, Yunanistan’la gerilimin yükseltilmesini, Rusya ile yürütülen ilişkiler, AİHM kararlarının uygulanmaması vb. bir bütün olarak iktidarın iç siyasete yönelik hamleleri olarak görülmelidir. Çünkü iktidarın var olan ekonomik, siyasi, politik sıkışmışlık içerisinde batıyla da, Rusya’yla da, Arap ülkeleriyle de pazarlık edebilecek, kendi tercihleri doğrultusunda karar alıp uygulayabilecek, karar alsa da sürdürebilecek yeterliliği yoktur. Şu anda küresel güç odakları arasındaki çatışma ve belirsizliği kendi iktidar çıkarları için kullanan, zaman zaman da sonuç alan, fakat uluslararası alanda meşruiyetini yaratamamış bir iktidarın konjonktürel hamlelerini izliyoruz.
Putin’le görüşme, doğalgaz ve petrol ithalatının bir kısmını ruble ile ödeme, Şangay beşlisi toplantılarına katılma daveti, Rus turistlerin Türkiye’de ruble ile ödeme yapmalarına yönelik bankacılık düzenlemeleri vb. açıklamalar Erdoğan’ın iç politikada kullanacağı malzeme olmanın ötesinde anlam taşımıyor. Kaldı ki bugüne dek yandaş sermaye olarak konumlanmış TOBB, İTO, ISO gibi sermaye örgütlerinin son zamanlarda iktidarın politikalarından hoşnutsuzluklarını dile getirmeye başlamaları da uluslararası alanda iktidarın propagandasını yaptığı Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerindeki ekonomik, siyasi hamlelerinin Saray çevresinde konumlanmış yandaş sermaye dışındaki sermaye açısından anlam ifade etmediğini gösteriyor. Daha net bir ifadeyle; enflasyon, dövizdeki yükseliş ve yabancı sermaye ihtiyacının sağlanamaması küçük ve orta ölçekli sermayenin de zarar görmesiyle sonuçlanıyor. Önümüzdeki aylarda bu sermaye grupları ve örgütlerinin Merkez Bankası Başkanıyla olan tartışmalar gibi yeni tartışmalara girmesi mümkündür. İktidar şimdilik ne pahasına olursa olsun var olan istihdamın korunması, işçi çıkarmaların yaşanmaması için bu sermaye gruplarına yönelik düzenlemeler yapabilir. Fakat bu koşullar sürdükçe hiçbir düzenlemenin yararı olmayacağı ve istihdamda daralma yaşanacağı açıktır.
Kafa doğuda, sermaye batıda; ithalat ve ihracat, dolayısıyla üretim ve istihdam batıya, dolar ve Euro’ya bağımlı Rusya ile yapılan görüşmelerin ve yapılan açıklamaların şu an yaşanan sorunlara çözüm olmayacağını gösteriyor. Bu noktada Akkuyu Nükleer Santral inşaatında yüklenici Rus firmanın Türk şirketleriyle anlaşmalarını feshetmesi karşısında iktidarın tepkisiz kalması, Suriye’ye yönelik politikalarda Rusya’nın Esad’ı adres göstererek operasyonlara yeşil ışık yakmaması, tahıl ve gübre ticaretinde Rusya’ya engel çıkarılmaması gibi talepler Rusya’nın belirleyici olduğunu da gösteriyor. Tüm bu gelişmelerin ve iktidarın doğuya yönelmesinin batıda nasıl karşılık bulacağına yönelik bugünden bir şey söylemek zor. Ancak Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sonrası uygulanan ambargolara Türkiye’nin de dâhil edilmesi durumunda ruble işlemlerine aracılık eden kamu bankalarının ve yöneticilerinin ABD’de görülen Halkbank davası gibi süreçleri yaşaması zayıf ihtimal de muhtemeldir.
İktidarın ihtiyaç duyulan yabancı finansmanı bulamaması nedeniyle içerde ve dışarda yeni yollar aradığı biliniyor. Türkiye’de kredilerin kullanım amaçlarının denetlenmesi, ihracat yapan firmaların gelirlerinin belli bir kısmını Merkez Bankası’na aktarmaları, hesabında belli limitlerin üzerinde döviz bulunan şirketlere kredi verilmemesi, bankalardaki döviz mevduatlarının TL’ye çevrilmesi için çıkarılan kur korumalı mevduat (KKM) uygulaması, yabancılara yatırım karşılığı TC vatandaşlığı verilmesi, varlık barışı gibi uygulamalar istenen sonucu vermedi. Geçtiğimiz hafta Zerohedge adlı ekonomi bloğu Türkiye’nin elindeki altın rezervlerini dolar karşılığı rehin verilmek üzere İngiltere’ye aktarıldığını iddia etti.
Bir yandan dövizdeki yükselişi kontrol etmek, bir yandan dış borçları ödemek veya çevirebilmek için dış kaynak arayan iktidar öte yandan ithalata bağımlı sanayide çarkların dönmesini, dolayısıyla üretimde bir daralma ve işten çıkarma dalgasını en azından seçimlere kadar önlemek için döviz bulmak zorunda. Görünen o ki son dönemlerde politika başarısı olarak sunulan Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, İsrail gibi eski düşmanlarla barışmanın ardından sözü edilen yatırımlar gelmiyor. Her ne kadar kaynağı belirsiz döviz girişleri görünse de bunlar iktidarı rahatlatmaya yetmiyor, yetmeyecek. Euro’nun dolar karşısında değer kaybetmesi bile ihracatının büyük kısmını Avrupa ülkelerine yapan Türkiye’ye ayrıca bir maliyet yaratıyor.
Bütün bunlar Saray/AKP/MHP iktidarının seçime kadar ekonomik olarak bir çıkış bulmakta zorlanacağını gösteriyor. Geriye içerde bu dışarda çatışmacı politikalar kalıyor. 2015’teki 7 Haziran seçimleri sonrası Kürt illeri başta olmak üzere Kürtlere yönelik savaş, şiddet ve baskı politikaları iktidarın 1 Kasım seçimlerini kazanmasıyla sonuçlanmıştı. Şimdi benzer bir çatışma zemini ve koşulu yok. Fakat HDP başta olmak üzere sosyalist, laik çevrelere, üniversitelere, birçok sanatçıya, son günlerde ise Alevilere yönelik fiili saldırıları da içeren kışkırtıcı söylem ve eylemler birlikte okunduğunda önümüzdeki günlerde benzer durumların tekrarlanma olasılığı yüksektir. İktidar devlet gücünü de kullanarak tüm kamusal alanlarda ve organizasyonlarda bir hegemonyayla birlikte bir çatışma iklimi de yaratarak seçimlere bu koşullarda gitmek istiyor.
ÖSYM, İBB, TÜİK
Tam da bu atmosferde KPSS’de soruların çalındığına yönelik iddialar üzerine Saray bir kararname ile ÖSYM başkanını görevden alıp Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirdi. Ardından haktan, adaletten söz ederek yarattıkları ve sorumlusu oldukları bu durum üzerinden propaganda yapmaya yöneldiler. Önümüzdeki seçimler düşünülerek yapılan bu hamlenin aynı zamanda muhalefete malzeme vermemeyi de amaçladığı açıktır. 2010 yılından bu yana defalarca soru hırsızlığı ile gündeme gelen ÖSYM’nin yapısı, varlığı, sınav sistemi tartışılmak zorundadır. Bu kapsamda kamuya işe alımlardaki mülakat sistemi, atama ve terfiler bir bütün olarak ele alınarak çözüm önerisi olarak topluma sunulmalıdır.
İptal edilen sınavla ilgili olarak ÖSYM başkanının görevden alınması ve bir yayınevinin soruşturulması yetmez. Çünkü bu yapı bir bütündür ve biliyoruz ki soruları çalanlar, soruları çalanları bu görevlere getirenler, soruların verildiği kişiler iktidarla ilişkili, ‘iltisaklı’ olan kişilerdir. Dolayısıyla suçlu veya sorumlu bir başkan ve bir yayınevi değildir. Bu nedenle iktidarın yarattığı bu çürüme karşısında toplumcu, kamucu, adil ve eşitlikçi bir eğitim ve işe alma politikasını belirleyip, savunmak devrimci, sosyalist ve emekten yana güçlerin öncelikleri arasında yer almalıdır.
Bir yılı aşkın süredir Saray/AKP/MHP iktidarı İstanbul Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere muhalefetin elinde bulunan belediyeler üzerinden bir algı yaratmaya çalışıyor. Bu belediyelerde teröristlerin çalıştırıldığı yalanı üzerine kurulu bu propaganda sonrası İBB’de çok sayıda çalışanın işine son verildi. Bir kısmı barış imzacısı olduğu için KHK ile ihraç edilmiş olan çalışanlar kod:42 ile işten atıldılar. Bu çalışanların işe başlamadan önce durumları bilinmesine, güvenlik soruşturmalarında işe girmelerine engel sabıka kayıtlarının bulunmamasına rağmen İBB’nin yaptığı bu hukuksuzlukla iktidarın yaptığı hukuksuzluk arasında bir fark yoktur.
Üstelik CHP başta olmak üzere altılı masada yer alan partiler haklarında yargı kararı, soruşturma bulunmayan ve ihraç edilen tüm çalışanların görevlerine iade edileceği vaadi dikkate alındığında ortaya ciddi bir tutarsızlık çıkmaktadır. OHAL düzeninin ve araçlarının muhalif belediyeler tarafından sürdürülmesi, iktidarın propagandasına teslim olunması karşısında emekten, adaletten, çalışma hakkından yana olan tüm güçlerin işten atılan çalışanların yanında yer alması bir sorumluluktur. Nasıl ki iktidarın OHAL’ine, kamu çalışanlarını ihraç etmesine, fişlemesine karşı çıkıyorsak beledilerin de aynı yöntemleri uygulamasına, iktidara teslim olmalarına karşı çıkmalıyız.
Bu konuda Anayasa Mahkemesi’nin ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ bildirisini imzalayan akademisyenlerle ilgili hak ihlali kararını da anımsatmak gerekiyor. Anayasa Mahkemesi barış bildirisine imza atan akademisyenlere verilen disiplin cezalarını ifade özgürlüğünün ihlali olduğunu belirterek başvuruyu yapan iki kişiye manevi tazminat ödenmesi kararı verdi. Daha önce de barış akademisyenlerinin ihraç edilmelerini, yurtdışına çıkış yasağını hak ihlali saymıştı. Muhalefete ve belediyelere düşen iktidarın yalanlarına boyun eğmek değil hiç olmazsa Anayasa Mahkemesi’nin bu kararını savunmaktır.
TÜİK Temmuz ayı Tüketici Enflasyon (TÜFE) oranını % 2,37, yıllık TÜFE’yi ise % 79,6 olarak açıkladı. TÜİK Üretici Enflasyon (ÜFÜ) oranını ise yıllık % 144,6 açıklarken Enflasyon Araştırma Grubu yıllık TÜFE’yi % 176,04 olarak açıkladı.
İktidarın tüm sözcüleri önümüzdeki aylarda enflasyonun düşeceğini söyleseler de bunun TÜİK’in hesap yöntemleriyle bile gerçekleşmeyeceği görülüyor. Açıklanan ÜFE oranıyla TÜFE oranı arasındaki büyük fark aynı zamanda önümüzdeki günlerde ve aylarda mal ve hizmetlere yeni zamlar geleceğini de gösteriyor. İktidarın enflasyon ve uyguladığı ekonomi politikalarıyla birlikte halktan sermayeye kaynak aktardığını, ücretliler, küçük üreticiler hızla ve kitleler halinde yoksullaşırken başta bankalar olmak üzere sermayenin yüksek karlar elde ettiğini daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Sonbahar aylarından itibaren bunun daha da artacağını söylemek mümkündür.
Şu an sürmekte olan veya önümüzdeki aylarda başlayacak toplu iş sözleşmeleri, 2023 yılı Ocak ayında memur, emekli ve asgari ücretlilere yapılacak zamlar açısından baktığımızda TÜİK’in enflasyon verileri ölçü alınarak belirlenecek ücret artışlarının reel olarak gelir kaybının devam edeceği açıktır. Dolayısıyla başta DİSK ve KESK olmak üzere tüm sendika ve konfederasyonların, meslek örgütlerinin, emekten yana güçlerin bu gerçeklik doğrultusunda hazırlık yapmaları, emek mücadelesinin tüm bileşenlerinin bir araya gelmeleri zorunludur.
Önümüzdeki aylarda ve yıllarda işsizler ve dar gelirlilerle birlikte çalışan yoksulluğunu yaşayacağımız açıkça görülüyor. Dolayısıyla iktidar başta TÜİK olmak üzere yandaş sendika ve STK’lar aracılığıyla algı yaratıp rıza üretmeye devam ediyor. Buradaki en büyük sıkıntısı önümüzdeki yıl yapılacak seçimlerdir. Yoksulluğun derinleşerek yaygınlaştığı koşullarda iktidarın seçmen kaybettiği ve bunun süreceği görülmektedir. SGK verilerine göre 7 milyon 200 bin dolayında kişin aylık gelirinin 1.668 TL’nin altında olduğu düşünülürse yoksulluğun boyutları ve iktidarın ekonomi politikasının sonuçları daha iyi anlaşılacaktır.
Bir yandan dış borç ve kaynak ihtiyacı, bir yandan dövizdeki yükseliş ve dışa bağımlı sanayi üretiminin sürdürülmesinin her geçen gün zorlaşması, bir yandan içerde orta gelir grubunun büyük kısmının yoksulluk sınırının altına düşmesi ve yoksulluğun derinleşmesi gibi sorunlar iktidarın en büyük açmazları olarak görünüyor. Bu dönemde dolar ve Euro getirisi olmayan dış ilişkiler ve ekonomik hamleler ancak günü birlik propaganda malzemesi olmanın ötesine geçemez. Kaldı ki iktidarın enflasyon, gelir dağılımında adalet gibi derdinin olmadığı biliniyor.
Tüm gelişmeler birlikte düşünüldüğünde iktidar seçmen tabanını korumak, terk eden seçmenleri geri kazanmak için yeni yollar, araçlar arasa da bulamayacaktır. Bu nedenle önümüzdeki günlerde içerde ve dışarda çatışma konularını ve alanlarını artırarak dini, milli, etnik, mezhepsel, cinsel ayrımları körükleyen eylem ve söylemlerin artması beklenmelidir. Bu noktada devrimciler, sosyalistler, eşitlik ve adaletten yana olanlar olarak tüm ezilenlere, tüm yoksullara, tüm dışlananlara ortak mücadele ve mukavemet çağrısı yapmak ve bunun araçlarını yaratmak zorundayız.
Gezi Direnişi gerekçesiyle tutuklananların cezaevinde 100 günü devirdiklerini Tayfun Kahraman’ın “Gezi bir aşağıdan kardeşleşme inadıdır” sözüyle anımsatmak istiyoruz. Saray/AKP/MHP iktidarının yarattığı karanlığı, sömürü ve baskı düzenini ancak tüm ezilenlerin, tüm sömürülenlerin, tüm vicdan sahiplerinin ortak mukavemetiyle, ‘kardeşleşme inadıyla’ ortadan kaldırılabileceğini bir kez daha anımsatmak istiyoruz.