Çin’de ortaya çıkan ve tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 pandemisi ‘aşısını’ beklerken, içerisinde bulunduğumuz neo-liberal sistemin sorunlarını da su yüzüne taşıdı. Televizyonlardan yayınlanmayan büyük bir yoksullaşmanın içerisinde, pandemide adım adım ilerlediğimiz 2. Dalgada bizi bekleyen en önemli sorunlardan biri gıda krizi. Endüstriyel tarım ve hayvancılığın dünü bugünü ve geleceğini, pandemiye has olası krizini Gıda Mühendisi Yrd. Doç. Bülent Şık ile konuştuk.
Gıda güvencesi yoksullar için hep var olan bir sorundu. Covid-19 pandemisiyle alınan karantina önlemleri bize bunun artık herkesi etkileyebilecek bir noktaya gelebileceğini gösterdi. Bununla beraber neo-liberal politikaların sağlık başta olmak üzere, gıda, eğitim, ekonomi, gibi hayatı temelden sarsan sonuçlarını pandemi döneminde yakıcı bir şekilde gördük. Bu politikalar pandemi dönemine kadar nasıl seyretti?
Bahsettiğiniz çok geniş ve disiplinler arası bir konu. Üretim, gıda güvenliği, imalat sektörü, işçi sağlığı gibi pek çok alana giren yanları var ve ayrıca ekolojik krizle ilgili bağlamı var. Kendi alanımla ilgili temel konu başlıklarını söyleyebilirim.
Bu salgın uzun sürerse ya da beraberinde başka salgınlar ortaya çıkarsa bir gıda krizine yuvarlanacağımıza kesin gözüyle bakıyorum. Pandeminin konuşulması gereken fakat atlanan bir yönü daha var o da pandemi öncesinde bir gıda krizi zaten yıllardır vardı ve pandemiyi o gıda krizinin açığa çıkardığı bir durum olarak da değerlendirmek mümkün. Yaygın söyleme ve medyada konuşulanlara baktığımızda bunun genel bir halk sağlığı sorunu olduğu doğru, tıbbi tedavi, aşı ve ilaç sorunu gibi tamamen tıbbi çerçevede yürüyen bir bakış açısını görüyoruz. Meselelerin bireyselleştirilmesi gerek medyada gerek akademide yaygın bir şekilde gördüğümüz problemli bir durumdur. Ancak pandemiyi ortaya çıkaran çok çeşitli nedenler ve farklı alanları kapsayan etkenler var; kalabalık kentler, endüstriyel kitlesel hayvancılık ve tarımsal üretim, ekoloji sorunu vb. Özellikle bitkisel yetiştiriciliğin monokültür yani geniş coğrafi alanlarda tek ürün yetiştirmeye dayalı, mekanik ve kimyasal tekniklerin çok kullanıldığı yöntemlerle gıda üretiminin yapıldığı ve bunun 1940-1950’lerden itibaren genel üretim modeli haline geldiğini görüyoruz. Bunun sonucunda da ormansızlaşma, doğal hayatın tahribi, kalabalık kentler, o kentlerin periferinde yaşamak zorunda kalan büyük kalabalıklar, gecekondu ve varoş diye tabir edilen kitlesel nüfus yoğunluğunun çok olduğu yerleşim alanları salgını çok kolaylaştırıyor.
ENDÜSTRİYEL HAYVANCILIK PANDEMİLERİN DAVETÇİSİ
2005 yılında yapılan bir çalışmada dünya çapında tespit edilen 1400 civarında zoonoz (hayvandan insana geçen) hastalık etkeni var. Bunların büyük bir çoğunluğunu da kitlesel-endüstriyel hayvancılık ve yaban hayatının ilişkisi bağlamında oluştuğunu düşünebiliriz. Örneğin Brezilyanın üçüncü büyük eyaletinde muazzam boyutta kitlesel-endüstriyel hayvancılık yapılıyor. Aynı zamanda o bölgeye coğrafi olarak baktığımızda çevresinde Amazon ormanları, yani büyük bir yaban hayvanı habitatı var. Yani doğada bu patojen etkeni taşıyan çeşitli hayvanlar var. Yaban hayatı ile yan yana olma, iç içe geçme veyahut dünyanın çeşitli bölgelerinde avlanma bizim bu hastalık yapan etkenlerle buluşmamızı kolaylaştırıyor.
Tarımsal üretimdeki sorunlar mevcut pandemiden bağımsız olarak çok uzun yıllardır dile getiriliyordu. Tarım ve hayvancılıkta, bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin birbirinden ayrı yapılan faaliyetler halinde organize edilmesi en önemli sorundur. Bu ayrışmanın 60’ların sonunda 70’lerin başında başladığını söylemek mümkün.
GIDA ÜRETİMİNDE KIRILMA: 70’LER
70’lerin başında bugünkü Avrupa Birliği ülkeleri (endüstriyel hayvancılığın, modern tarımın hızlı ivmelendiği yerler olduğu için) hala bitkisel ürün yetiştiriciliği ile hayvan yetiştiriciliğinin yan yana yapıldığı ülkelerdi. Aslına bakarsanız çiftçiliğin özü de bu; evcilleştirilen hayvanlar tarım yapabilmek için güç sağlıyor, aynı zamanda gübresini toprağa katarak bitkisel üretimi daha verimli ve daha yüksek düzeyde yapmayı mümkün kılıyor. Dolayısıyla bitkisel üretimle hayvan yetiştiriciliği yan yana yapılması gereken bir faaliyettir. Dünyanın yaklaşık %60’ında (yaklaşık 2.5 milyar insan) kendi ihtiyaçlarını gidermek için bu şekilde üretim yapıyor. 70’ler bir kırılma noktası, Avrupa’da, Kuzey Amerika’da, Avusturalya’da dünyanın belli başlı büyük kitlesel hayvancılığının, tarım sistemi içerisinden, bitkisel üretimden çıkarıldığını görüyoruz. Hayvan yetiştiriciliği kitlesel-endüstriyel bir faaliyet olarak ayrı bir işkolu haline geliyor. Örneğin Amerika’da 10 milyona yakın hayvan bir büyük arazi üzerinde tutulabiliyor. Bu hayvanların beslenmesi için kullanılan tahıl miktarı (mısır ve soya gibi) olağanüstü ölçeklerde. Yine bu hayvanların kitlesel yetiştiriciliği bir takım zoonoz hastalıkların yayılımını kolaylaştırıyor. Hem hayvanlar arasında hem hayvandan insana geçebilen hastalıkları engellemek için çeşitli ilaç, ecza ürünleri, antibiyotikler, preparatlar vs kullanılıyor.
Geçtiğimiz 40-50 yıllık süreçte Türkiye de dahil dünyanın her yerinde bu bir model haline gelmeye başladı (hayvancılığın tarımdan ayrı, endüstriyel bir işkolu haline gelmesi). Türkiye’de bu dönüşüm 80’lerin ortalarından sonra Özal’la birlikte oldu. Gerek zoonoz hastalıkların yayılımı gerekse toprağın gübreden mahrum bırakılması başka sorunlara da yol açmaya başladı. Sentetik gübre kullanımı, ilaç ve ecza ürünlerinin kullanımı, pestisitlerin kullanımında artış görüldü. Hayvan atıklarında bu kalıntılara rastlanması, tehlikeli atık sayılabilecek bu atıkların yer altı sularına karışması ise su kirliliğine neden olmaktadır.
16 MİLYON TON ZEHİRLİ ATIK
Bu iki unsurun (bitkisel yetiştiricilik-hayvansal üretim) bir arada yapılmasının önemini anlatmak için Türkiye’de endüstriyel anlamda oldukça büyük ölçekte yapılan kümes hayvancılığını örnek verebiliriz. Kümes hayvancılığının ortaya çıkardığı atık yıllık 16 milyon ton civarındadır. Bu atık ağırlıklı olarak tavuk dışkısından oluşur. Bu hayvanlara 2 aylık üretim periyodu boyunca antibiyotik ve hayvansal preparatlar verilir, ayrıca kümesleri çeşitli pire, kene, bit gibi hayvanlardan korumak için insektisitler kullanılır. Hayvan dışkıları bu ilaç ecza ürünleriyle, insektisitlerle kalıntılı bir şekilde ortama bırakılır. Sonuçta tehlikeli atık statüsüne girmesi gereken milyonlarca ton atığı ne yapacağımızı düşünmeye başlarız. Türkiye’de bu atıkların ne yapıldığını bilmiyoruz, kim bertaraf ediyor, nerede bertaraf oluyor bilgi alamıyoruz? Sular için çok büyük bir kirleticidir. İddia ediyorum, kitlesel-endüstriyel ölçekte hayvan yetiştiriciliği yapılan kentlerdeki yer altı suları incelendiğinde farmasötik kimyasal kalıntılara rastlayacağız.
Bitkisel yetiştiricilikten hayvan üretiminin çıkarılması aynı zamanda önemli bir gübre kaynağını topraktan mahrum bırakıyor ve biz onu sentetik gübrelerle yapmak durumunda kalıyoruz. Sentetik gübre mümkündür ama bu hem bir ek maliyettir hem de iklim krizine tarımın etkisi az değildir. Bizim her türlü karbon emisyonundan ya da enerji kullanımına yol açan tekniklerden ve üretim yöntemlerinden biraz geriye doğru çekilmemiz daha ekolojik modellere agroekolojik yöntemlere kaymamız gerekir.
Tarım ve hayvancılık agroekolojik yapılsaydı ne olacaktı?
Arazide hayvan otlayacak, gezdiği her yerde bir şekilde bitkilerin gelişmesini sağlayacak, dışkısı toprak için gübre olacak vb. Hepsi iç içe geçmiş simbiyotik bir ilişkidir.
Kısa vadede bitkisel üretimle hayvan yetiştiriciliğini tekrar bir arada yapmanın çok zor olduğunu düşünüyorum. En büyük nedenin Kürt sorununun demokratik bir çözüme kavuşturamamak olduğunu söyleyebilirim. Çünkü Özal’la başlayıp günümüze kadar gelen güvenlik rejimi anlayışı var. Açıklayacak olursak;
DEVLET POLİTİKASI OLARAK HAYVANCILIĞIN BİTİŞİ
Türkiye eko-coğrafyası aslında koyun yetiştiriciliğine uygun olmasına rağmen 80’lerin ortalarından itibaren büyük baş hayvan ırkı yetiştiriciliği sürekli teşvik edildi. 80’lerin başında yapılan bir hayvan sayımına göre; koyun sayısı yaklaşık 60 milyondan fazla, keçi sayısı 24-25 milyondan fazla, insan nüfusu 39-40 milyon civarında. Şimdi ise; (kayıtların çok iyi tutulmadığını da düşünerek) 85 milyon nüfusa karşı 24-26 milyon aralığında koyun nüfusu var. Neredeyse yarı yarıya bir düşüş var. Keçi sayısı da aynı şekilde. Çok ciddi bir daralma olduğu kesin.
Türkiye aslında bir plato ülkesi ve coğrafi olarak da ot boyları kısa olduğundan küçük baş hayvanların yayılarak yetiştiriciliğine uygun. Bu geri plana itilip büyük baş hayvancılık teşvik edildi, kültür ırkı ithal edildi. O yıllarda büyükbaş hayvanlar küçük bir kısmı oluştururken şu an nerdeyse %80-85’i kültür ırkı olarak nitelenen büyük baş hayvanlar temsil ediyor. Bunlar da belirli hibeler ya da sübvansiyonlarla yurt dışından getirilen hayvanlar. Fakat bu hayvanları bizim coğrafyada, çayırlarda, yaylalarda belli başlı çok nadir yerler dışında besleyemediğimiz için soya ve yem ithal etmeye başlıyoruz. 90’ların başında Tarım Bakanlığına bağlı 25 tane yem sanayi fabrikası varken hepsinin özelleştirildiğini görüyoruz. Sonuç olarak Türkiye yem için önemli bir soya ve mısır ithalatçısı oluyor (şu an yıllık 4-4,5 milyon ton civarında soya ve mısır ithal ediliyor). 2,5-3 milyar dolar para ödeniyor.
Doğuda ve güneydoğuda bu hayvanları ağıllarda tutmak devletin “terör” sorununa bulduğu çözümlerden biriydi. İnsanlar evinde otursun, bir yere çıkmasın, hayvanları otlatmasın, meraya çıkmasın. Bu nedenle bugün geldiğimiz noktada güvenlikçi devlet rejiminin çok büyük payı var.
KÜÇÜK ÇİFTÇİLİĞİN YİTİMİ
Bir diğer neden de Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde geçtiğimiz 40-50 yıl içerisinde adına kapitalizm veya neoliberlazim diyelim, insanları birer tüketici kılma, nerdeyse tüm üretim alanlarını piyasa süreçlerine dahil etme, metalaştırma dediğimiz sürecin yansımasıdır. Buna en çok direnen yer küçük çiftçiliktir. Küçük çiftçiler kendi ailesi ve kendi geçimi için üretim yapar, olabildiğince kendi ihtiyacı dışında piyasadan bir şey almamayı tercih eder, kendi üretemediği şeyleri alır. 2000’lerin başından bu yana küçük çiftçilikte çok büyük bir daralma var. Ziraat mühendisleri odasının rakamlarına göre %20-25 gibi bir aralıkta seyrelme var. Bu insanlar nereye gitti? Örneğin Soma’daki madenlerde kaybettiğimiz insanların geçmişine baktığımızda ya oranın tütün ekicisi ya da çiftçisi. Oraların kendi geçimlik tarım ve hayvancılığını yapan insanlar olduğunu görebiliriz. 20-30 yıl içerisinde bu oldu.
Cumhuriyetten beri her siyasal iktidarın başına gelmekle birlikte özellikle 80 darbesi sonrası iş başına gelmiş siyasal iktidarların bu sonuçta çok büyük payı var. Otlaklar, meralar bu kadar tahrip edilmeseydi, eko-coğrafyaya uygun tarım yapılsaydı bu sonucu yaşamayabilirdik. 80’lerden öncesi de var ama 80’den sonra iyice ivmelendi ve şiddetlendi. Her iktidarla birlikte bu daha şiddetli ve hızlı oldu.
Sadece Türkiye için geçerli değil, Brezilya ve Hollanda da örnek olarak verilebilir. Hollanda muazzam gıda ihracatçısıdır ama petrol fiyatı bu kadar ucuz olmasa yaptığı her şey çok pahalıdır.
Bu modelden dönmek mümkün mü?
Kısa vadede yapılacak şey; önce işleyen modeller olduğunu göstermek. Antalya, İzmir, Adana, Mersin gibi geniş tarımsal potansiyeli olan yerlerde bitkisel yetiştiricilikle hayvan üreticiliğini agroekolojik şartlarda yapmayı bir mesele, bir proje, uygulanması gereken bir yaklaşım olarak denemek gerekir. Birkaç yıl içerisinde olumlu sonuçlar alınacaktır. “Tarımsal kimyasallar kullanılmazsa, toprağa bazı maddeleri katmazsak, mekanik araç gereç kullanmazsak verim düşük” olur anlayışına karşın agroekolojik tarımla verimin daha yüksek olacağı gösterilebilir. Üretimi ne kadar doğaya yaslayabilirsek, tarımsal girdi maliyetini ne kadar doğaya yükleyebilirsek tarım o kadar verimli olur. Dünya Tarım Örgütü 2012 yılında dünyanın çeşitli bölgelerinde yaptığı bir çalışma ile agroekolojik tarımın, şu anki tarıma kıyaslandığında verimliliğin daha yüksek olacağını ispatladı. Türkiye’de bunun bir örneği yok. Var olan örnekler; organik tarım yapan belli kişiler ve onları tüketicilerle buluşturmaya çalışan gıda kooperatifleri üzerinden yürüyen çalışmalar. Bunlar önemli ve değerli çalışmalardır ancak bireysel olarak yapılan bu faaliyetlerle durumu tersine çeviremeyiz.
İKLİM KRİZİNE ÇARE: AGROEKOLOJİK TARIM
Agroekolojik tarımın bir diğer faydası ise iklim krizine de çare olabilmesidir. Doğadaki karbondioksiti toprağın içine gömer. Fayda sadece işlemeyen bir sistemi iyileştirmek değil aynı zamanda geleceği de kurtarmaktır.
Sonuç olarak, agroekolojik tarımın yapılabilir olduğunu göstermek lazım. Örneğin yerel yönetimler, yaklaşık 600 çiftçiyle agroekolojik tarım yapma konusunda anlaştı, buradan elde edilecek ürünleri ihtiyacı olan kesimlere hibe edebilirler veya kendi bünyesinde değerlendirebilirler, vb. Büyük ölçekte yapılabilir olduğunu göstermek gerekiyor. Yine yerel yönetimlerin bazılarının halk ekmek fabrikaları var, burada kullanılan unun atalık tohumdan üretilmesi sağlanabilir. Atalık tohum takası bakanlık tarafından oldukça zorlaştırıldı, henüz yasak değil ancak sertifikasyon işlemine tabi tuttuğu için zorlaştı. Yerel tohumları korumak çok önemli çünkü ekolojik şartlara en uygun tohumlar onlar, ancak bir 5-10 yıl sonra tohum takasının yapılabileceğinden emin değilim.
Üreticiler bunu neden tercih etsinler?
Alım garantisi vermek gerekiyor, bunun için bir kamu bütçesi gerekir. Üreticilerin ihtiyacı olan tohum, bitki, fide sağlanır, üretim esnasında karşılaştıkları sorunlara teknik destek sunulacak bir yapı oluşturulursa (belediye bünyesinde) ve alım garantisi verilirse üretici bunu tercih eder. Üreticinin agroekolojik tarımdan uzak durmasının nedeni zarar etme olasılığının yüksek olması.
Bir söyleşinizde uygulanan bir model olarak Küba’dan bahsetmiştiniz, orada durum nasıl gelişti?
Küba’daki model incelenen bir modeldir. Yapılan şey agroekolojik tarım dediğimiz, çok sayıda kurum, sivil toplum örgütü, akademik yazında bu konuda kafa yoran biliminsanı tarafından dile getirilen bir modeldir.
Küba’daki uygulama aslında bir zorunluluktan doğmuştur. Kent tarımı diye adlandırılır. Öncesinde Küba’daki tarımsal üretim tarzı da modern tarım dediğimiz tarzdı. Sentetik gübreler, muzzam pestisit kullanımı vb gibi. Bunları dış alımla gerçekleştiriyordu. 90’ların başında doğu bloğu çöktüğünde dış alım kesilince ülkede 2-3 yıl süren gıda krizi ortaya çıktı. Hükümet “ekilebilir her yeri ekelim” kararı aldı ve ziraatçı, botanikçi vb uzmanlık alanlarından oluşan geniş bir uzmanlar havuzu oluşturdu. İnsanlara tohum, fide ve gübre desteğini sağladı ve kent içindeki araziler ekilmeye başlandı. Havana’nın nüfusu 2.300.000 ve 62 bin kent bahçesi var. İstanbul’daki bostanlar gibi düşünebilirsiniz. Burada önemli bir siyasal irade var, bizdeki tarım bakanlığı gibi, ya da İstanbul Büyükşehir Belediyesi gibi bir kurumun bunu finanse ettiğini düşünün. Küba’da devlete bağlı bir birim organik gübre üretiyor. Dış alımla pestisit alamadıkları için eski çiftçilik bilgileriyle zararlı etkenlere karşı neler yapılabileceği konuşuluyor ve onlar temin ediliyor.
Zehirsiz sofralar sitesi üzerinden Türkiye’de de sentetik pestisitleri kullanmadan doğal yöntemlerle ilaç yapan, zararlı etkenleri uzaklaştıran çok sayıda çiftçiyle tanıştım.
ZEHİRSİZ SOFRADA ÇÖZÜM KAMU DESTEĞİNDE
Sağlıklı gıda yemek istiyorsak bunu da çevre zararı olmadan yapabilmek istiyorsak arka planda mutlaka bir kamu desteği olması gerekiyor. Kamu desteği yerel ölçekte belediyeler, ulusal ölçekte bakanlıklardır, özellikle de tarım bakanlığı. Fakat geçtiğimiz 40 yıla baktığımızda Türkiye’de yereldeki idarelerin bu konuda bir bakış açısı yok. Tarım bakanlığı da bu işin metalaşmasını, piyasalaşmasını, şirketleşmesini sağlayan baş aktördür. Dünyanın pek çok yerinde siyasal iradenin görmezden gelme, şirketlerin önünü açma, bu konuda yapılması gerekenleri yapmama tutumu vardır. Brezilya, Tayvan, Çin gibi ülkelerde de aynı yıkıcı siyasal mekanizma vardır. Bu mekanizma; şirketlerin iş yapmasını kolaylaştırmayı iş edinmiş siyasal iradelerden oluşmaktadır.
Bu sistemi düzeltebilir miyiz? Bu çok zor bir iş ancak zaten düzeltemezsek hayatta kalamayacağız.
Doğada bu virüs vardı, hayvanlarda yaşıyordu, biz onların habitatlarını bozduğumuzda, doğadaki ekolojik yaşamı ciddi boyutta tahrip ettiğimizde (en azından geçtiğimiz 30-40 yıl içinde) ve bunları tamir etmediğimizde bir takım başka etkenler de karşımıza çıkacaktır. Salgın tehlikesini en az 20 yıldır literatürde okuyorum, dünya sağlık örgütü başta olmak üzere buna dikkat çeken pek çok araştırma var.
Mesele sadece pandemi değil, iklim krizi nedeniyle bunu yapmaya mecbur kalacağız. Eğer bu kriz 2 yıl sürerse, aşı ve ilaç bu dönemde çıkmazsa ciddi sorunlarla karşı karşıya kalacağız. Türkiye gıda ithalatçısı ülkedir. Kendi üretimi de vardır ancak ağırlıklı olarak gıda ithal eden ülkeyiz. Dünya genelinde gıda tedariki açısından ülkeler arasında birbirine bağımlı bir sistem oluştu, küreselleşme biraz da budur. Londra borsasında ton başına şeker maliyeti çok daha ucuza geldiği gerekçesiyle Türkiye’de şeker fabrikası kapatıldı, ancak kriz döneminde ülkeler durumu görme noktasına geliyor ve ihracatını durdurabiliyor, bu durumda ne yapacağız? Türkiye geçen ay narenciye ihracatına kısıtlama getirdi durumu görebilmek için, Rusya buğday ihracatına bazı sınırlamalar getireceğini peşinen söyledi. Bu kriz uzun sürerse tedarik zincirinde kopmalar olacaktır bu da gıda krizine yol açacaktır.
İKLİM KRİZİNDE ÜÇ MAYMUN
Pandemi 1-2 yıl sonra eninde sonunda bitecek, ne olacağını öngöremiyoruz ancak iklim krizinin etkilerini şu an yaşıyoruz, içindeyiz, sadece fark etmiyoruz. İklim krizi henüz tam olarak hayatımıza girmedi ama girdiği anda pandemi krizi gibi “yönetilebilir” bir şey olmayacak, kalıcı ve etkisi giderek şiddetlenecek bir kriz olacak. 10 yıl sonra bu konuyu yerel yönetimler, bakanlıklar mecburen konuşacak hale gelecekler, buna mecbur kalacağız. Ne yazık ki bugünden bunu öngörebilen, çözüm arayan bir siyasal iradeden veya muhalefetten söz edemiyoruz. Meslek odalarının büyük bir çoğunluğun bile böyle bir gündemi yok.
Bu uzun vadeli bir iş, mutlaka kamu iradesi gerekir. Tamamen agroekolojik üretime geçmek için aşamalı olarak, farklı uzmanlık alanlarıyla birlikte kolektif akılla çalışmak gerekir. Örneğin Danimarka 1992 de yer altı sularının pestisitlerle kirlendiğini tespit etti ve ancak 16-17 yıl sonra temizleyebildi. Su havzalarının oluştuğu yerlerde pestisit kullanımını yasakladı ancak bu zararı da karşıladı. Kayıt sistemi getirdi, buğday ekiyorsa buğdayda hastalık etkenine karşı kullanılacak ilaçlara sınırlama getirdi. Bu kamu politikası olmalıdır ve uzun sürede sonuç alınacaktır.
İnsanların bu soruna dikkatini çekmek, farkındalık yaratmak gerekiyor. Gıda üretim becerilerini öğrenebileceği atölyeler ve akademik faaliyetler bir arada olmalı. İçinde seminer, söyleşi sempozyum, konferans da olan, gıda üretim tekniklerini de öğrenebilecekleri akademiler kurulabilir. Örneğin ekmek yaparken atalık tohum sorununun ve iklim krizinin konuşulabileceği bir çalışmadan bahsediyorum. Bakanlığın ülkenin her yerinde birimleri var, bu faaliyet yaygınlaştırılabilir.
Kısa vadede ise daha önce dediğim gibi yapılacak imalat ve üretimle ilgili bir model oluşturmak gerekir.
Türkiye’de kısa vadede yapılması gereken bir diğer hızlı iş; havzaların kirlilik haritasını çıkarmak olmalı. Yer altı sularının kirliliğini biliyor muyuz? Bu harita bize nereyi koruyacağımızı, nereyi korumamız gerektiğini söyleyecek.
SORUNDAN ÇIKIŞ İÇİN KOLEKTİF AKIL
Kamusal gıda politikasının oluşturulabilmesi için agroekolojik tarım faaliyetinin benimsenmesi gerektiğini anlıyoruz. Siyasi iktidar tarafından yapılmıyor ancak muhalefetin de bu yönde bir derdi yok hatta meslek odalarının da bununla ilgili çalışmaları yok. Çok can yakıcı bir sorun yıllar sonra mecburen konuşmaya başlayacağız dediniz ama o zaman da iş işten geçmiş olacak belki. Şuna cevap arayabiliriz; acil eylem planına ihtiyacımız var (suların kirliliğinin tespit edilmesi vb.) Model olacak gıda politikasının oluşturulabilmesi için acil cevap alınması gereken sorular neler ve kimleri harekete geçirebiliriz? Sorunun çözümünde paydaşlar kim ve nerden başlamak gerekir?
Gıda güvenliği çalışması halk sağlığı ile çok yakından ilgilidir. Geçtiğimiz yıl eylül ayında İzmir’de 3 gün süren bir çalışma organize edildi, Türkiye’nin çeşitli yerlerinden hekimler, ziraat mühendisleri, mimarlar gibi farklı alanlardan ilgi duyan pek çok kişi katıldı. Çok işlevsel bir çalışma olduğunu gördük. Bir yöntem bulmak lazım. Uzmanlar havuzu oluşturmak çözümler üretmek ve deneyimleri paylaşmak çok önemlidir. Kolektif bir akla ihtiyaç var, bireyler üzerinden etkili çözümler bulunamaz.
Sonuç olarak kısa vadede; Farklı uzmanlık alanlarından oluşan bir çalışma grubu kurulmalı, Agroekolojik tarım yönteminin uygulanabilir bir yöntem olduğunun yerel ölçekte denenip gösterilmesi sağlanmalı, İnsanların gıda üretim becerilerini geliştirecek yaygın akademiler ve atölyeler kurulmalı. Uzun vadede ise, Agroekolojik tarım ve üretim tekniklerinin esas alınacağı kamu politikaları oluşturulmalı ve kamu iradesi ile hayata geçirilmeli.