Bu yazıda pandemi sürecinde bilim insanlarının -belki de amaçlarını aşan!- söylemleri çoklukla yerel örnekler üzerinden irdelenmeye çalışılacaktır. Tartışmamızın temel argümanını bilim insanı, danışman ya da bilim kurulu üyesi olarak adlandırılan kişilerin genellikle görsel medya aracılığıyla halka seslenirken dile getirdikleri görüşlerin, önerilerin ve çoğu zaman dayatmaların ve bu eylemleri sırasındaki hal ve tavırlarının kapitalist ahlak anlayışının doğrudan ya da dolaylı restorasyonu olduğu vurgusu oluşturmaktadır. Başlıktaki “restoratör” kavramı ile tanımlanan bu bağlamda “bilim insanlarıdır.”
Önce epeyce gerilere giderek bir klasikten alıntı yapalım. 175 sene önce kaleme aldığı “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” adlı çalışmasında, emekçilerin yaşam koşulları ile salgın hastalıkları ilişkilendiren Engels piyasa egemenliğinin yönlendiriciliğindeki tıbbın işlevini ise “İngiliz emekçi halkı da şimdi kendi zararı, ilaç firmasının büyük karı için uydurma ilaçları kullanıyor” şeklinde özetler ve devam eder: “Kısacası, bu korkutucu hastalık, bu mesleği yaygın biçimde izliyor, tabi burjuvazinin parasal kazancının daha daha büyümesini de!”
Otoritenin hizmetindeki “bilim” otoritenin meşruiyetinin vazgeçilmez araçlarından birisidir ve bunun en pespaye örneğini bugünlerde görüyoruz.
Kuşkusuz bilginin bir güç aracı olduğunun hissedilmesi-öğrenilmesiyle birlikte bilgi/bilim otorite tarafından egemenlik altına alınmıştır. Yeni bir şey değildir bu durum, neredeyse insanlık tarihi kadar eski. Kapitalizm ise bu durumu içselleştirmiş ve piyasalaştırmıştır. Sektörleşmeyen bilim burjuvazinin sergi salonlarını süsleyen biblolardan başka bir şey ifade etmez. Engels’in 175 yıl önce son derece basitleştirerek söylediği piyasa-tıp bilimi ilişkisi bugün onun dile getirdiğinden çok daha tehlikeli ve bir o kadar da sofistike bir biçimde varlığını sürdürmektedir. Tehlikelidir çünkü üretilen bilgi geçmişe göre çok daha kontrol edilemez, tahmin edilemez bir noktadadır; sofistikededir çünkü bilgi üreticileri ve onların sahiplenicileri (burada otorite) bu bilgiyi çok yönlü kullanma yeteneğindedir; sömürü ve hükmetme!
Salgının ilk aylarında medyadan durumu izleyenlerin çok iyi anımsayacağı gibi bilim insanlarının katıldığı saatlerce süren söyleşilerin bir manipülasyon amacı içerdiği çoğunluk tarafından hala anlaşılamamış durumda. İlginç olan şu ki oluşturulan birçok fiili kurulda en sağından en solcusuna kadar (aralarında ulusalcısından yurtseverine (!) birçok eski ya da eskimiş solcunun yada komünistin olduğunu biliyoruz ve görüyoruz) yer alan bilim insanlarının pandemi bağlamında hemen hemen tüm konularda uzlaşıyor olmaları gerçekten göz yaşartıcıydı, kuşkusuz bu durum bir taraftan bilime olan güveni arttıracak diğer taraftan da otoritenin pandemi ile mücadelesini meşrulaştıracaktı. Bu satırların yazıldığı zaman kadar bu kurullarda ve medya şovlarında yer alan bilim insanlarının yapılanlara ya da yapılmayanlara yönelik eleştirel bir yaklaşıma rastlamadığımızı belirtmek gerekiyor. Sağlık bakanının “her şeyin yalan olduğunu” açıkladığı ana kadar onlarında susarak bu yalana hizmet ettikleri görülmüştür.
O halde denilebilir ki, hükümetin neredeyse tüm girişimleri bu kurulların ve bu kurulları oluşturan bilim insanlarının onayını almış durumdadır; aksi düşünülemez. Aksini düşünmemizi sağlayacak bir örnekle karşılaşmadık. Diğer taraftan dozu gittikçe azalsa da rating kaygılarının ön plana çıktığı anlarda –kuşkusuz rating getirisinin paralelliğini bilim insanı öznesi üzerinden de sanırım araştırmak, sorgulamak gerekiyor; yerimiz ve vaktimiz kalırsa bir iki satır söz edilebilir- dehşet uyandırıcı bilgilerin –ancak hiçbir şekilde doğrulanmamış/kanıtlanmamış- kullanıma sunulmasına bilim insanlarının neden aracılık ettiğini anlamamız da gerekiyor. Verilen mesajın ürkütücülüğünün olmasına izlenebilirlik açısından önem veriliyor! Maske takılmalı mı takılmamalı mı, insanlar arası mesafe kaç metre olmalı, soğuk suda mı yıkanalım 90 derecede mi haşlanalım, virüs alışveriş torbası ile eve taşınır mı türünden “üst düzey bilimsel tartışmalar” sürerken savunulan “bilimsel gerçeklerin” birkaç haftanın ardından tümüyle tersinin neredeyse aynı kişiler tarafından savunulmaya başlanılması nisyandan mustarip halkımız tarafından pek önemsenmedi. İlk günlerde harika tedavi olarak savulan ilaçların son zamanlarda tehlikeli olduğunu aynı tedaviyi öneren ve reddeden kişiler olması aynı şekilde garipsenmez oldu. İlk günlerde azitromisin-hidroksiklorokin-oseltamivir tedavi protokolü “müthiş” “Türk hekimlerinin başarısı” vs. nitelemelerle göklere çıkarılırken neredeyse aynı “bilim insanları” tarafından son zamanlarda “tehlikeli” ve “ölümcül” olarak ilan ediliyor.
Küresel piyasa büyük bir iştahla aşı-mucize ilaç eksenine yoğunlaşırken bilim insanı piyasanın daha alt türü ile ilgilenmekteydi; bireysel getiriye yönelmiş söylem ve dil; dayanaklarını ise akademik unvanlarının gösterişliliği ve otorite oluşturmakta. Televizyonlarda nadiren çıkan “akademik çekememezlik kökenli” tartışmalarda “ben daha çok profesörüm” “sen kimsin” “senin hocan kim” sözlerine sıkça şahit olduk. “Diğerlerini” bir kenara bırakalım; “piyasada” solcu olarak tanınanların 12 Eylül faşizminin en has kurumlarından biri olan YÖK’ten aldıkları unvanları bu şekilde kullanıyor olmaları ayrıca dikkate değer bir durum oluşturmakta.
Gelinen nokta bilime duyulan güvenin artmasına değil aksine epeyce bir azalmasına neden olmuştur Çünkü “bilim” pandemi ile mücadelede 150 sene önceki yöntemleri önerirken diğer taraftan da bir virüs –üstelik uzunca bir zamandır ana yapısı tanınan- karşısında tedavi ve önlem üretmekte yetersiz kalmıştır. Bu iki nokta tartışılmalıdır. Bilim ve bilim insanı göründüğü kadarıyla hastalık karşısında yalnızca çaresiz kalmamış bu çaresizliğin telaşında açıkça saçmalama yolunu seçerek idame yoluna gitmiştir.
Ancak önemle tartışılması gereken “şey” ise bunlarla birlikte salgınla mücadele için önerilenlerin kapitalist ahlakın restorasyonuna ve piyasanın bu şartlarda ve bu bağlamda sürdürülebilirliğine ne kadar yardımcı olduğudur. Önem sırası gözetmeksizin, ki aslında hepsi, her söylem ve üretilen slogan birbiriyle bağlantılıdır, bu bağlamda “restorasyon çabalarında” bilim insanlarının bilinçli ya da bilinçsiz oynadıkları rolü tartışmak isterim. Önce dilde oluşan bir farklılaşmaya dikkat çekelim; bugünlere gelinceye dek birçok alanda tıbbi terimlerin metafor olarak kullanılmasına aşinaydık. Ne var ki pandemi sürecinde bu durumun değiştiğini gözlemliyoruz: tsunami, fırtına, öncü sallantılar, deprem, volkan patlaması vs. doğa felaketlerine ait kavramlar Covid-19’un metaforları oldu. Özellikle insanın/insanlığın –henüz- engelleyemediği felaketlerin metafor olarak dile getirilmesi önemlidir. Acaba bilim durumun önlenemezliğine ilişkin bir günah çıkarma işine mi soyunuyor? Hastalıkla ilgili “bilinmezlikler” abartıldıkça bilimsel söylemlere ilişkin çelişkiler –saçmalamalar- artıyor ve bu nedenle her söylemin bir öncekinden daha ürkütücü olmasına dikkat edilerek sanki özellikle bir korku iklimi halinin oluşmasına özen gösteriliyor. İşte bilimin –ve dolayısıyla bilim insanının- topluma ve insana/insanlığı yabancılaşmasının önünün tümüyle açılmasına aracılık edecek bir yaklaşım. Böylece oldukça güncel ve bir o kadar korkutucu bilgi üzerindeki insan denetiminin önü tümüyle kapatılmış oluyor. Artık tüm yazgımız otoriteye biat etmiş piyasa yönlendiriciliğindeki “bilim insanlarının” iki dudağı arasında: bir tarafta büyük bir korkunun esareti diğer tarafta ölüm. İşte sunulan bu. Bu tercih her türlü manipülasyona sınırsız imkânlar sunuyor. Üçüncü ya da başka bir olasılık yokmuş gibi, olmazmış gibi davranılıyor, öyle düşünülsün isteniyor. Bir tüketici biçimlendirmesi olarak hazırlanan cehalet ortamında bilgiye olan uzaklık, bilinmeyenlere-bilmediklerine ait var olan bilme durumunun körüklediği korku bağımlılık yaratarak sunulanın sorgulanmaksızın kabullenilmesine yol açıyor.
Pandemi özelinde bilim insanları tarafından ısrarla savunulan “kapanma”, otoriterleşen kapitalizmin ve gericiliğin en önemli kurumlarından birisinin, ailenin fetişizasyonunun sağlanmasına aracılık eden bir slogan. Bilim insanlarının ısrarla savunduğu tüm slogan ve kavramlar kapanmaya yönelik.
Artık ırklar, sınıflar, kültürler-alt kültürler vs. “farklı” gruplar arası mesafeyi tanımlayan “sosyal mesafe” kavramının-önerisinin yanlışlıkla kullanıldığını, bilinçsiz bir şekilde dile getirildiğini iddia edemeyiz. Bu yaklaşım kapanma önerisi ile birlikte ele alınmalıdır.
Orta sınıfların bu kapanma-izolasyon önerisine canı gönülden uydukları gözlenmekle birlikte emekçiler çalışarak pandemi ile mücadeleye –zorunlu olarak- devam etmişlerdir. Ancak bilimsel öneri “ailemizin değerini yeniden keşfetme” şekline dönüşmüş olup “dışarıdaki” varsıllığın umursanmaması, makarna ya da kuru ekmekten başka bir şey bulunamayan aile sofraları ile mutlu olunması ve bu mutluluk hali ile hastalıktan korunulabileceği her türlü kötücül örnekle desteklenerek kafalara bilim aracılığıyla kazınmaya çalışılmıştır.
Karantina ve kapanma konsantrasyon kampları için olumlayıcı bir metafordur. Kuşkusuz piyasa sorunu olmasaydı –böylesine acil!- otorite bilimin kendisine verdiği bu meşruluğu sonuna kadar kullanırdı. Şimdilik böyle bir “sorun” ufukta gözükmüyor. Piyasa bu sorunu önceliyor. Aile ile birlikte ya da bireysel kapanmanın özellikle orta ve orta alt sınıflar tarafından büyük bir itaatle uygulanmasının yönetenlerde tümden, piyasada ise kısmi memnunlukla karşılandığını gördük. Kuşkusuz onların evlerinde otururken yapacakları tüketim –bu arada ailenin ve aile ile birlikteliğin değerini “yeniden” keşfedecekleri- piyasa için yeterli olabilecek bu zor günlerde. Yeter ki üretim aksamasın! Bu süreçte onlara öğütlenen ise sağlıklı beslenme ve bir hobi faaliyeti bularak o zamana kadar saklı kalmış yeteneklerin ortaya çıkarılması. Bazı “solcu” psikiyatristlerin önerisi de bu; komik değil mi? Diğer taraftan hekimlerimizin medyada yaptıkları sağlıklı beslenme önerilerinin ve sundukları menülerin ancak orta/orta üst sınıflar tarafından karşılanabileceği bir gerçek iken bunun yanında patates bile alamayanlar için hobi faaliyetlerine ağırlık verilmesi önerisinin amacı ne olabilir. Eğer ”fırsat bu fırsat” deyip kibrin küstahlığında doğrudan doğruya yoksullarla alay edilmiyorsa!
Diğer taraftan “insanların bir araya gelmesinin” korkunçluğuna dair öneri ve yorumlar amacını ve haddini aşıyor. Sokak her türlü otoritenin düşmanıdır. İnsanların evlerine tıkılması hangi nedenle olursa olsun her türlü iktidarın vazgeçilmez özlemidir. Salgın bunun gerçekleşmesi için meşru bir gerekçe olarak gösteriliyor. İnsanların bir araya gelme şekilleri arasındaki ayrımcılık ise rejimin niteliğini gösteriyor. Ve aynı zamanda “bilim insanlarının” suskunluğunu da sorgulama fırsatı veriyor. Açık alan / kapalı ortam tartışması ise bu bağlamda yok sayılıyor. Üretime yazgılı kapalı ortamlar –binlerce çalışanı olan işletmeler- tartışma dışı tutuluyor. Çalışmak özgürleştirir!
İnsanlara sokakta yalnız yürürken bile maske zorunluluğu getirilmesi korkuyu destekleyen bir unsur olarak değerlendirilmelidir. Hastalığın varlığı ne kadar gerçekse “kapanma” önerisinin insanal varoluş için tehdit oluşturması da o kadar gerçektir. Ve bu türden müdahaleler insan tanımına yönelik faşist ideolojik müdahalelere zemin hazırlamaktadır. Oysa hayat sokaktadır, sokak hayattır.
Otorite sadece “kapatma” söylem, slogan ve zor yaptırımları ile yetinmiyor. Filyasyon meşruiyetinde izleme yöntemleri devreye sokuluyor. Biat edenlerin nerde dolaştığı, ne yediği içtiği, sokakta mı evde mi vs. kontrol edilebilecek zeminler salgın sonrasına dönük bir şekilde hazırlanıyor. “Bilim insanlarından” abartılı bir övgü eşliğinde! Nasıl ölünmesi gerektiğine karar vermeye şartlanmış otorite kuşkusuz bedeni izlemekten alıkoyamaz kendini; salgın bu politik yaklaşıma sonsuz imkânlar sağlıyor. Bedenimize ait bilgiye ulaşmada salgın aracılığıyla çaba gösteren otoriteye kuşkusuz en büyük destek öncelikle düşünce / ruh dünyamızı söylemleriyle ele geçirmeye çalışan onun çalışanlarından (=bilim insanları) geliyor. Kişisel verilerin yanında düşüncelerimize, ruh halimize vs. ait verilerinde dijitalleşerek izlenmesinin önü açılıyor.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi yüzyıl öncesinin yöntemlerinden başka bir mücadele yöntemi geliştirilememiş. Üstelik manipülatif sloganlarla gericilik idealize ediliyor ve sol olduğu sanısındaki bilim insanları bu yönelimin daha ısrarlı bir savunucusu olabiliyor. Tıpkı özellikle ilk aylarda “salgın eşitlikçidir” söyleminde olduğu gibi; oysa akademizm saplantısının başlıca dayanağı olan istatistikler bile bunun aksini ortaya koyarken. Salgın büyük oranda yoksulları ve yoksunları vurmakta; ölüm oranlarının da ötesinde hastalığa yakalanmanın sınıfsal bir ayrım gözettiği ortada! “Sağlam bir bünye” –tıpkı sağlıklı beslenme de olduğu gibi- doğrudan varsıllıkla ilgili v e aynı varsıllık durumu iyi bakım ve tedavi hizmetlerine ulaşımın da ön koşulu. Böyle bir “katı gerçeklik” durumu varken solcu –restoratör- bilim insanlarının “büyülü gerçeklikte” dolaşmalarının nedeni merak konusu.
Ayrıca söz ettiğimiz türden yaklaşımlarla yapılan tüm öneri, uygulama, yasaklamalar salgın/hastalık süreci ile ilgili temek bir gerçeği gizliyor: hastalık kapitalizmin ve kapitalist tıbbın çaresizliğini ve zafiyetini net bir şekilde ortaya çıkarmıştır ve kapitalizm hastalıkla ilgili tüm süreçlerin yegâne sorumlusudur. Oysa bu süreçte korunma işi tümüyle bireyselleştirilmiştir. Diğer taraftan çeşitli şekillerle “sağlığın satın alınılabilir olduğu” duygusu popülerize edilmektedir. Kişilere “sağlığından sen sorumlusun” mesajı bilim insanlarının yoğun katılımıyla üretilen bütün sloganların subliminalinde gizlidir.
Editör Notu: Mukavemet’e ulaşan okur yazılarına editöryal olarak müdahale edilmemekte, yazılar gönderildiği gibi yayımlanmaktadır.