“İktidarın inşaat seviciliğinin bir yansıması mıdır bilinmez; konut fiyatları %30 ile % 70 arasında arttı. Aynı dönemde kiralarda da %30’ları (kentsel dönüşüm bölgelerinde %50’leri) geçen artışlar yaşandı. Konut ve kiralardaki bu artışlar emekçilerin, yoksulların barınma hakkının bile ortadan kalkacağı, ya da bir ömür boyu konut kredisi için çalışmaya tutsak edileceği bir dönemin de habercisidir.” 30.8.2021 tarihli ‘Yasallaştırılmış Sömürü Düzeni’ başlıklı değerlendirmemizde vurguladığımız durum üniversitelerin açılması ve yurt ücretlerinin kiraları geçmesiyle eğitim hakkının da ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanacak.
Sosyal medya üzerinden seslerini duyurmaya çalışan çok sayıda öğrenci yurt ücretleri ve ev kiralarını ödeyecek durumda olmadıkları için okulu bırakacakları yönünde paylaşımlar yapıyor. Öyle ki öğrenci yurtlarının yıllık ücretleri yıllık ortalama 8.000 TL ile 68.000 TL arasında değişiyor. Ev kiraları ise kentlere ve evin bulunduğu yere göre değişse de kentsel dönüşümle yıkımların olduğu ve üniversitelere yakın yerlerde aylık ortalama 3.000 TL’den başlıyor. Örneğin İstanbul Planlama Ajansı’nın verilerine göre 2020 yılında 3.000 TL olan kira 2021 Eylül ayında 5.700 TL’ye yükselmiş durumda.
Öğrenci yurtları ve ev kiralarındaki bu artışın bir çarpıcı yanı da Saray/ AKP/ MHP iktidarının yanlı ve yanlış bir tercihle ekonomik büyümeyi üzerine oturttuğu inşaat ve konut sektörünün artık ekonomiyi ayakta tutamadığı açıktan bir soygunun aracı olduğudur. BirGün Gazetesi’nde yayınlanan İstanbul Planlama Ajansı’nın raporuna göre yalnızca İstanbul’da 1 milyon 800 bin konut boş durumdadır. Başka bir deyişle öğrenciler, evsizler yeterli gelirleri olmadığı için barınak bulamazken yalnızca İstanbul’da 1 milyon 800 bin evin boş durması iktidarın ve sermayenin umurunda değildir. Hatta belirlenen yurt ücretlerini, yükseltilen ev kiralarını ödeyemeyecek olanlar yoksullar olduğu için yurt ve kira ücretleri üzerinden gerçekleşecek ‘eleme’ de uygulanan politikaların ruhuna uygundur.
Ayrıca iktidarın tarikat, cemaat ve kendilerine yakın vakıf yurtlarının ücretlerinin bir kısmının karşılanması için devlet olanaklarını peşkeş çektiğini ve öğrencileri buralara mecbur bıraktığını not düşmek gerekiyor. Örneğin Gençlik ve Spor Bakanlığı TÜRGEV’in yurtlarını tercih eden öğrencilere geçtiğimiz yıl 650 Tl. barınma desteği veriyordu. Ensar Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti gibi yapıların yurtlarında kalanlara da 6.000- 7.000 Tl arası destek verildiği, bu yurt ücretlerine kahvaltı ve akşam yemeği de dahil üstelik. Bütün bunları birlikte düşünüldüğünde iktidar, sermaye, tarikat ve cemaatler tarafından örgütlenmiş bir çok yönlü sömürüyle karşı karşıya olduğumuz açıktır.
Öğrencilerin yurt, evsizlerin barınma sorunu önümüzdeki yıllarda da devam edecektir. Bu yüzden muhalefetin barınma hakkını rant alanı olmaktan çıkaracak politikalar ve araçlar üretmesi zorunludur. Yerel yönetimler barınma hakkının öğrencilerin eğitim hakkını ortadan kaldıran bu yanını da görmeli, kalıcı çözümler üretmeli, bunun toplumsal, politik alt yapısının oluşturulması için adımlar atmalıdır.
Saray/ AKP/ MHP iktidarı bugüne kadar izlediği politikalar sonucu köşeye sıkıştıkça saldırı alanlarını ve dozunu da yükseltmeye başladı. Özellikle son günlerde konut, kira ve üniversite öğrencilerinin yurt ücretleri ile temel tüketim ürünlerine yapılan zamlara karşı halkın açığa vurduğu öfke iktidarı ürkütmeye başladı. Araştırma ve anket sonuçlarına da yansıyan bu öfke yoksul, işsiz iktidar seçmenlerinde de görülüyor.
15.2.2021 tarihi ‘Kara Kış Kapıda’ başlıklı değerlendirmemizde; “Yoksulluğu görmezden gelen Tayyip Erdoğan ise Saray’ından ne zaman dışarı çıksa, yoksullukla, açlıkla yüzleşiyor. Daha önce, Malatya’da kendisine “evimize ekmek götüremiyoruz” diye seslenen esnafı “bu bana biraz abartılı geldi” diyerek susturan Erdoğan şimdi de Elazığ’da yaşlı bir kadının “oğlum askerden geldi, ameliyatlıyım, ben açım açım” sözlerini el işaretleriyle susturdu.” yazmış ve eklemiştik. “Ancak iktidara karşı giderek büyüyen öfkenin politik bir güce dönüştürülememesi, muhalefetin en büyük açmazlarından birisi olarak görülmeli.”
Bu koşullarda iktidar devlet kurumları dahil elindeki tüm araçları kullanarak muhaliflere saldırırken, bir yandan da yurttaşları birbirilerine karşı kışkırtıcı, ötekileştirici bir politika dışında çözüm üretemez durumdadır. Etnik kimlik, dini inanç, mezhep, oy verilen parti vb. bir çok alan üzerinden gerçekleştirilen saldırı ve sömürü giderek yoğunlaştırılıyor. Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın iktidar ortağı gibi iktidarı zora sokabilecek veya iktidarın adım atmakta ‘zorlandığı’ her konuda, her olayda ‘fetva’ verir noktaya gelmesi Saray/ AKP/ MHP iktidarının Türk- İslam Sentezi üzerine kurulu devlet yapısını görünür kılmaktadır.
İktidar mevcut Diyanet İşleri Başkanı’nın çalışmalarından memnun olmalı ki görev süresi dolan başkan yeniden atandı. Bu arada medyaya yansıyan haberler arasında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “4-6 yaş arası Kur’an kurslarının zorunlu eğitimden sayılması” talebi, “13-18 yaş grubu için müstakil yazlık Kur’an kursu açılması” hazırlıkları “Milli Eğitim Bakanlığı gibi 2021-2022 eğitim öğretim programı esasları” açıklaması paralel bir milli eğitim yapılanması içinde olunduğunu görülüyor. Elbette bu kadar değil; Türkiye Diyanet Vakfı öğrenci yurtları, gençlik merkezleri, cezaevleri, hastane, üniversite kampüsleri vb. alanlarda da Kur’an kursları açılacağını duyurdu. 2015’ten 2020 yılına kadar Kur’an kurslarına giden 4-6 yaş çocuk sayısının %1.100 artarak 180 bin geçtiği, aynı zaman diliminde 4-6 yaş Kur’an kursu sayısının 554’ten 5.575’e çıktığı, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı ana okulu sayısının 2.894 olduğu dikkate alındığında iktidarın toplumu dönüştürme, değiştirme yönünde ciddi adımlar attığı görülecektir.
Bütün bunlar toplum içinde din eksenli bir tartışma yaratmak ve gündem değiştirmeye yönelik gibi düşünülebilir. Fakat 19 yıl içinde özellikle eğitim sisteminde yapılan değişiklikler, tarikat ve cemaatlerin giderek artan etkisi, korona salgını sırasında alkol ve müzik yasakları, Arap Baharı olarak adlandırılan süreçte Mısır, Libya ve Suriye’de İhvan (Müslüman Kardeşler), IŞİD, El Kaide gibi örgütlerin açıktan desteklenmesi, bunlar uğruna tüm komşu ülkelerle ilişkilerin koparılması, adli yılın dualarla açılması, Diyanet İşleri Başkanı’nın protokol sırasının 40 basamak öne çekilmesi gibi çok sayıda örnek birlikte düşünüldüğünde amacın gündem değiştirmekten daha çok kendi gündemlerini uygulamak olduğu görülecektir.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı BELTUR’daki bir etkinlikte bira servisi yapılması iktidar sözcüleri, medyası tarafından “1994’ten bu yana ilk kez içki içildi” biçiminde sunuldu. 1994’ten bu yana İstanbul’da kendileri gibi düşünmeyen, yaşamayan toplum kesimlerinin haklarına, yaşam biçimlerine müdahalenin itirafı olan bu açıklamalar iktidar ve iktidar bileşenlerinin bu durumu kazanılmış hak olarak gördüklerini de gösterdi. Öyle ki başka hiçbir alanda halk sağlığı, kamu yararı, Anayasa ve yasaları anımsatmayan iktidar sözcüleri alkolün zararlı oluşundan, devletin halk sağlığını koruma görevinden vs. söz ederek yasakları meşru gösterme ve sürdürme çabasına girdiler.
Görünün o ki bu tartışmalar yeni gerilim alanları olarak öne çıkarılacak ve seçimlerin de ana konuları arasında yer alacak. Muhalefet bu tartışmaların inanç üzerinden yapılmasının önüne geçerek tartışmaları ve önermelerini özgürlükler, laiklik, haklar üzerine kurmalıdır.
SİSTEMATİK ŞİDDET
Geçtiğimiz hafta sanatçı Orhan Aydın’a yönelik fiziki saldırı iktidar ve bileşenlerinin önceki saldırılarının bir devamı olarak görülmelidir. Önceki hafta BirGün yazarı ve sanatçı Güvenç Dağüstün’e, daha öncesinde muhalif medya üyelerine ve başta HDP olmak üzere muhalif parti ve siyasetçilere yönelik saldırılar şiddetin süreceğinin bir göstergesidir.
Kaçak inşaat nedeniyle yapılan bir işlemle ilgili olarak İsmailağa Cemaati üyelerinin Nesin Vakfı yöneticilerine saldırmaları ardından ‘orada kızlı erkekli karma karışık manzaralar var. Elimizde resimler var… İki tane ağaçtan dolayı memleket yandı. Ufacık bir yerden dolayı da piyasa karışmasın. Biz resmi makamlara, büyüklerimize danışmadan hareket eden bir cemaat değiliz. İş adamlarımız var ve hepsinin cebinde ruhsatlı silah var.” şeklinde yaptıkları açıklamalar saldırıların ideolojik düzeyde birbirinden bağımsız olmadığını gösteriyor.
Elbette şiddet yalnızca fiziki olarak gerçekleşmiyor. Saray/AKP/MHP iktidarı var olan hukuk kurallarının uygulanmasını engelleyerek, en küçük hak talebini bile görmezden gelip, yasal eylem ve direnişleri bile yasaklayarak şiddetin boyutlarını genişletip toplumu yılgınlığa itmeye çalışmaktadır. Bu yüzden iktidarın ve bileşenlerinin örgütlü sömürüsüyle aynı anda örgütlü şiddetine karşı da sürekliliği olan örgütlü bir mukavemet hattı zorunludur.
Haksız, hukuksuz biçimde, üstelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen tutuklu bulunan Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala başta olmak üzere, tutukluluğu cezaya dönüştürülmüş muhaliflerin varlığı bu ortak mukavemet hattını zorunlu kılmaktadır. İktidarın pervasızlığının ve umursamazlığının bir nedeni de sosyalist, devrimci muhalefet başta olmak üzere muhalefet güçlerinin hiç olmazsa ortaklaştıkları alanlarda bir araya gelmemeleri, gelememeleridir.
KARIN TOKLUĞUNA ÖLÜM
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) meslek hastalığı ve işe bağlı yaralanmalar sonucu gerçekleşen ölümlerle ilgili Küresel İzleme Raporu’nu açıkladılar. Rapora göre Türkiye 4. Sırada yer alıyor. Önümüzdeki üç ülke ise Trinidad, Tobago ve Tunus!
2000 yılında meslek hastalığı ve yaralanmalar sonucu ölenlerin sayısı 22.110 kişi, 2010 yılında 23.255 kişi, 2016’da 22.438 kişi. Aynı yıllarda yaş gruplarına göre dağılım ise sırasıyla 50, 44 ve 37 olarak gerçekleşmiş durumda. Sakat veya engelli kalanlar ise 2000 yılında 1 milyon 136 bin, 2010 yılında 1 milyon 83 bin, 2016 yılında ise 1 milyon 11 bin kişi.
İş cinayeti olarak, anında gerçekleşen ölümler üzerinden dikkatimizi çeken ölümler dışında meslek hastalığı sonucu gerçekleşen ölümler ve yaralanmalar durumun bildiğimizden daha korkunç olduğunu göstermektedir. Uzun çalışma süreleri, yetersiz ücret ve beslenme, gerekli işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınmayışı gibi nedenlerle gerçekleşen bu ölüm ve sakatlanmalar insan canının da sömürüye dahil edildiğini göstermektedir.
Yukarıda değindiğimiz konut kiralarına, yurt ücretlerine bu noktadan da bakmak gerekiyor. İktidarın konut sorununu çözme, her ile bir üniversite gibi söylemlerle yarattığı gerçeklik; konutu yapan ve bunun için ölen, sakat kalan emekçiler bu konutlarda oturamıyor, çocukları bu üniversitelerin yurtlarında kalamıyorlar. O zaman emekçiler, yoksullar olarak sormamız gereken soru nettir; canımızı almak, bizi sakat bırakmak pahasına yapılan bu evler, bu yurtlar kimin için yapılıyor?
Gelinen noktada emekçilerin örgütlenmesi tek başına sendikaların, tek başına duyarlı üç beş devrimcinin, sosyalistin sorunu değil hepimizin sorunudur. Üstelik bu örgütlenmenin ekonomik, demokratik haklarla birlikte yaşam hakkını da içermesi gerektiği ortadadır. Öyleyse siyasal örgütlerin emekten yana sendikal örgütlenmelere güç vermeleri, var olan sendikaları desteklemeleri, bu yönde politikalar geliştirmeleri zorunlu bir gerekliliktir. Saray/AKP/MHP iktidarını eleştirmenin ötesine geçerek ideolojik, politik bir seçenek oluşturmak, sermayenin ve iktidarın yıllar içinde oluşturduğu fikri hegemonya ve yozlaşmaya karşı emekten yana bir güç odağı yaratmanın yolu yaşam alanlarımızı birlikte düşünmekten geçmektedir.