içinde yaşadığımız düzen ve düzenin kurucuları bize hakkımız olanı, olması gerekenleri unutturuyor… siyaset, kültür, sanat, din, spor gibi çok sayıda araçla bilincimizi köreltmekle kalmıyor, vicdanımızı da kirletiyorlar… bir araya gelmememiz, yan yana durmamamız, birbirimizin acısını duymamamız için yapıyorlar bunu…
bizler acı çeken insanları, onların yakınlarını anımsadıkça gülmeye, eğlenmeye, yeme içmeye utanırken birileri de bize yaşamı, yaşadığımızı çok gördüklerini bağırıyorlar utanmadan, sıkılmadan… asgari insani gereksinimlerimizi, hakkımız olanı, hak ettiğimizi isteyince ‘taneyle’, ‘gramla’ tüketin, sanki lüks içinde yaşıyormuşuz gibi ‘tasarruf yapın’ diyenler gerçekte yaşadığımızı çok gördüklerini söylüyorlar…
bu kadarla kalmıyorlar… emeğimizin karşılığını çalıp, hakkımız olana ulaşmamızı önleyen bu düzenin sahipleri ömrümüzü, canımızı da çalıyorlar… biz genellikle işyerinde, sokakta cinayet sonucu ölen işçileri, köylüleri, kadınları gördüğümüz için bunların dışındakilerin ayrımına varamıyoruz bile… örneğin yokluklar nedeniyle, bu sistemin yaşam alanlarımızı kuşatması sonucu dayanamayıp canına kıyanlar var…
yeterli sağlık, beslenme haklarından yoksun kaldığı, işyerinde ve yaşadığı yerde güvenlik önlemlerinin yetersizliği, çevre kirliliği gibi nedenlerle ömrümüzün kısalması, öncesinde meslek hastalıkları veya çevresel etkenlerin yol açtığı hastalıklarla boğuşmak zorunda kalışımız var… öyle bir boğuşma ki bizi bu hallere düşüren kapitalist üretim ilişkileri çalışırken olduğu gibi hastalıklı hallerimizi de ranta dönüştürerek bizi sömürmeye devam ediyor…
gerçekte yapmamız gereken günlük yaşamlarımız ve ömrümüz üzerine düşünerek gördüğümüz ilk eksiklik, ilk yanlışlık üzerinden itiraz geliştirmek… örneğin, sağlık neden paralı ve herkese eşit değil? eğitim neden paralı ve eşit değil? bu kış kıyamette doğalgaz, elektrik fiyatları neden bizim ödeyemeyeceğimiz oranlarda artırılır; devlet neden kendi ürettiği elektriği kendisi dağıtmak yerine üç beş aracı şirkete dağıttırıp onlara rant aktarır? yüzbinlerce konut boş dururken yüksek kiralarını ödeyemeyen yurttaşlar ucuz kiralık ev için mahalle/ ilçe değiştirmek zorunda kalır? neden 20 milyon insanın devletten yardım aldığı, çalışanların %80’e yakınının yoksulluk sınırının altında ücrete tutsak edildiği koşullarda öğrenciler için yeterli devlet yurdu, ücretsiz ulaşım olanakları gündem dışında tutulur…? emekliler neden ölünceye kadar çalışmak zorunda kalır…? çiftçiler neden bankaların, tefecilerin eline düşürülür, tarlasına, traktörüne icra ile el konur…?
yüzlerce soru sorabiliriz buna benzer biçimde; sorun var olan yasalar üzerinden değil insani gereksinimler, yurttaşlık hakları üzerinden meşruiyet aramaktan geçiyor… yani mevcut yasaları siz yapsanız, biz yapsak bugünkü durumu mu sürdürürüz yoksa insandan yana yeniden mi yazarız…? doğduğumuz andan başlayarak ölünceye kadar ve bize sorulmadan, varlığımız zorlanarak sürmek zorunda bırakıldığımız ömrümüzle bu topraklarda yaratılan tüm değerlerde hakkımız olduğunu düşünüyorum… yok mu…?
bu hafta üniversite öğrencisi Enes Kara canına kıydı… ölmeden günler önce iç sıkıntılarını anlattığı, daha çok da derinlikli bir düzen eleştirisi yaptığı video kaydı ve yazdıkları duyan, okuyan herkes üzerinde önemli etkiler yaptı… ailesinin baskısıyla bir tarikat yurdunda kalmak zorunda oluşundan yurt yaşamına, sağlık emekçilerinin gördüğü şiddete ve yoksulluğa kadar birçok konuda kendini anlatmaya çalışmış…
fakat; “… Hep ailemin istediği gibi biri olmaya çalıştım. Çalışmanın verdiği tek ödül daha da çok çalışmak oldu. Lise sınavı için çalıştım, lisede daha çok çalışmam gerekti, üniversite sınavı için daha da fazla çalıştım. Üniversitede daha da fazla çalışmam gerekiyor. okul bitince TUS var, tıp okumaktan daha zor…” 10 dakikalık videodan çok kısa bir bölümü bu… çocukların kendi istedikleri değil de ailenin istediği yerlerde/ alanlarda okumasından tarikat yurdunda kalmak zorunda oluşuna, ailenin ve toplumun duyarsızlığından yaşamın yarışa döndürülmesine kadar ciddi sorunlara değinmiş Enes… vasiyetinde; bıraktığı parayla annesinin istediği makinanın alınmasını, kız kardeşinin imam lisesine zorla gönderilmesi nedeniyle ‘onlara toleranslı davranın, onları bu konuda zorlamayın…” diyor.
ailesi dahil varlığını dinci tarikat ve cemaatlere bağlamış olanlar bu durumu reddettiler; çoğu benzer olay ve tartışmada olduğu gibi… sistem içi muhalefet ise görmemeyi seçti… başta da belirtmeye çalıştığım gibi yalnızca emeğimizi değil, ömrümüzü, canımızı da çalıyor bu düzen… Enes ‘yeni bir yaşama başlayacak enerjim yok’ demişti. 19-20 yaşında gençlerin gelecek düşlerini, yaşama sevincini çalan bu düzen değişmelidir… iyi de bu düzen değişinceye kadar ne olacak, ne olmalı, nasıl olmalı…?
daha önceki yazılarımdan birinde zor zamanlardan geçtiğimizi, böyle zamanlarda insanın kendisini yalnız duyumsaması, gelecek kaygısı yaşaması karşısında birbirimize göz kulak olmamız gerektiği benzeri şeyler yazmıştım… arkadaşlarımıza, dostlarımıza, komşularımıza göz kulak olacağız… asgari düzeyde, adı konulmamış, tarif edilmemiş, daha çok duyarlılık ve sorumlulukla kendini gösteren bir dayanışma ve örgütlülükten söz ediyorum…. bu düzenden, sömürü çarklarından, ömrümüze ve yaşamamıza kast edenlerden kurtuluncaya kadar adı ister iş cinayeti olsun, ister kadın cinayeti olsun, ister intihar olsun, ister meslek hastalığı olsun bir kurban daha vermemek için birbirimize göz kulak olmak, birbirimizden sorumlu olduğumuzu unutmamak zorundayız… iyilik olsun diye değil; iyiliğe muhtaç bir tek insan bile kalmasın diye, yoksunluklarımız, yalnızlığımız ve yoksulluğumuz dinci bezirganlara, kapitalist sömürü düzenine malzeme (araç) olmasın diye…
vicdanın intiharı*
yeniden yıkılıyor kentler
bin yıllardır gülmemiş bu coğrafyada
kuşlar ağıtlarımızla göçer
insanın kendine ihanetidir
tetiği çeken el
bombayı üreten akıl
ölüm emri veren dil
ve vicdanın intiharıdır
çocuk ağlamalarına yabancı göz
kadınların acısını duymayan kulak
ve
çocukları vurdukça acılar
yüreğim kanar
*göçükte yüreğim, adlı kitabımdan, sf:42