Mektepli olmayan ama bilge bir arkadaşım telefon açtı: “Hocam bunlar bize ayı, uzayı falan gösterirken saman altından su yürütüyorlar” dedi.
Ben de kızıştırmak için, “ne güzel işte aya gideceksin, fena mı?” dedim. Güldü. Ardından, “Hanım benden sevgililer gününde pahalı bir sürpriz bekleyip durur, ben de ona, ayranın yok içmeye taht-ı revanla gidersin sı…ya diye kızdıydım” diye ekledi.
Uzun uzun konuştu arkadaşım. Onca kelimenin arasından “Ayranı yok içmeye…” cümlesi zihnime kazınmıştı.
Bu cümle bence sadece hükümetin değil, halkın tutumlarını da çok iyi tasvir ediyor. Çünkü bir toplumda sosyal statüyü, kültür ve bilgi donanımı yerine, dış görünüm ve eşya belirliyorsa, insanlar, ekmeği veresiye yazdırıp son model telefon ve Diesel marka Jean alıyorsa o ülkede bir “kel başa şimşir tarak” sosyalliği aramak gerekiyor.
Bu ülkede kredi kartı “mağdurları” denen bir sosyal kategori oluştu. Fakat burada kimin mağdur olduğu bence epey tartışmalı bir olgudur, zira ülkede, “Bana lükslerimi verin, ihtiyaçlarım olmadan da yaşarım” diyen epey kalabalık bir tayfa bulunuyor ve bu tayfanın mağduriyeti sahte, arabesk bir mağduriyet tadı veriyor.
Her şey bir yana, Türkiye’nin öncelikler sıralamasının fena halde karıştığı, su götürmez bir gerçeğe dönüştü. Siyasal İslamcılar Sarayın fahiş harcamalarını savunurken “milli itibardan tasarruf yapılmaz ki” diyorlardı ve bu savlarına onca yoksulluğa rağmen taraftar bulmayı başardılar.
Türkiye’nin öncelikler sıralaması, asgari ücretlinin, sinemaya, tiyatroya gitmek, dergi okumak, albüm almak, kaloriferli evde oturmak, taksiye binmek, et yemek, evlenip çocuk sahibi olmak gibi olağan beşerî istekleri ile Türkiye sosyal gerçekliği arasındaki derin uyuşmazlığın kesişme kümesinde alt üst oluyor.
Öncelikler sıralamasının karışması, insan onuruna yakışır bir yaşam talebi ile ay arsında, makasın uzay yolculuğu lehine açılması anlamına geliyor.
Öncelikler sıralamasının karışması, halkın yaşam koşulları ile ekonomiye çöken bir avuç oligarkın refah seviyesi arasındaki uçurumun inanılmaz boyutlara ulaşması anlamına geliyor.
Mitolojide anılan üç çeşit Kyklop’tan biri de işleri Anadolu ve Yunanistan’da duvar ve sur örmek olan “duvarcı Kykloplar” dı.
Türkiye siyasetinin “betoncu Kyklopları” ülkeye ağır ekonomik maliyetler yükleyen, kaynaklarını yutan sözüm ona mega projeleri, anlaşılan, et fiyatlarından, işsizlik sorunundan, eğitime daha fazla kaynak ayrılmasından, yoksulluğun giderilmesinden daha öncelikli görüyorlar.
Mesela Kanal İstanbul projesine, ülkeye bir artı değer getirmeyeceği apaçık ortadayken, getireceği olası artı oylar ve devasa rant nedeniyle öncelik vermeyi tercih ediyorlar.
Kısacası, “geriye doğru büyük kalkışmanın Kyklopları” ülkeyi içtimaî ve demokratik olarak 1990’lara ekonomik olarak ise yirmi yıl öncesine sürüklediler.
Yeni anayasa projesinin altından burna kötü kokular gelmeye devam ediyor.
Yeni anayasa girişiminde olay mahallinde kamu zararına bir adliye vakası bulunuyor; maktulün laiklik, munzam zayiatın ise muhalifler olması şiddetle muhtemeldir.
Gölgenin bir nesnenin ana hatlarını görünür kılması gibi, “anayasa” kelimesinin oluştuğu alanda siyasal İslam’ın habis niyetleri net konturlar kazanmaya başladı.
Aslında 1921 anayasası bence oldukça demokratik bir anayasadır. Fakat bunu isteyenler laiklik ilkesi başta olmak üzere Kemalist devrimlerle sorunları olan siyasal İslamcılar ise, orda durup bin kez düşünmek ve altında her nevi “hinoğlu hinlik” aramak gerekir.
Anımsayınız, laik cumhuriyete “yüz yıllık reklam arası” diyenler yine bunlardı. Ne tesadüfse, 2023 Cumhuriyetin yüzüncü yılına tekabül ediyor.
Anlaşılan, siyasal İslamcılar 2023’te “laik cumhuriyetin” tabutuna son çiviyi çakmaya kararlılar. Bu bağlamda, “Kuruluş Anayasası” terimi, habis gündemlerini açığa vuran bir adlandırma olarak öne çıktı. Adama sorarlar, “siz neyi yıkıp neyi yeniden kuracaksınız?”
Bu tayfa bugünlerde daha da pervasızdır. Artık kör parmağım gözüne, “hilafet isteriz, şeriat isteriz” diye bağırıp duruyorlar.
Bunlar laikliğin kıymetini bilmiyorlar. Oysa laiklik, Müslüman Ortadoğu ülkeleri için ekmek su ve aşk kadar gereklidir. Laiklik, mezheplere, cemaatlere, dergâh ve takkelere bölünmekten zaten kırılganlaşmış ve çözülmeye yakın sosyal dokuların tutkalı niteliğindedir.
Türkiye’de halkın sözüm ona dini hassasiyetleri yüksektir.
Bu tespit ışığında AKP ve MHP seçmenlerine “yurt dışında yaşamak ister misiniz?” diye sormuşlar. Bu soruya yüzde 45’i evet yanıtı verirken, gitmek isteyenlerin tamamına yakını AB ülkeleri ve ABD’de yaşamak istediklerini belirtmiş. Sadece yüzde birlik bir kısmı Müslüman bir ülkeyi seçebileceğini söylemiş.
Alın size, ‘bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ dedirtecek cinsten bir çelişkiler toplumu örneği.
Anayasalar bir sosyal uzlaşı metni olmak zorundadır. Peki sizce, ülkenin aydınlarıyla, gençleriyle, avukatlarıyla, gazetecileriyle, akademisyenleriyle, kadınıyla kavgalı bir “başkanının” sosyal mutabakat metni olması gereken bir anayasa hazırlaması mümkün mü?
Orta Asya mitolojisiyle kafayı sıyırmış küçük ortağının demokrasi sicili de olası anayasanın içerikleri hakkında şimdiden ipuçları verip insana “gelen gideni aratacak” dedirtiyor.
Orta Asya mitolojisi derken aklıma o çağın barbarları geldi. Hunların kralı Attila ya da Moğol atlıları gibi, yıkıcı gücün bir hortum gibi şişen görünümlerinin izlerini, önlerindeki her şeyi yerle bir ettikten kısa bir süre sonra bile, sadece geride bıraktıkları harabeler arasında sürmek mümkün oluyordu. Fakat bugüne kadar yaşatılan mitleri modern çağın neo-faşistlerine esin kaynağı olmayı sürdürüyor.
Onu bunu bilmem, ama siyasal İslamcıların şuur altı gerçekten sorunlu. Adamlar bu ülkenin yakın, uzak her türlü tarihiyle kavgalılar. Vahdettin ve ailesini Malta’ya götüren Malaya adlı İngiliz gemisinin resmini önce Atatürk portresinin yanına asmaya kalktılar. Ancak bu eşyanın tabiatına aykırı bir şeydi. Bu yaşamsal ikilem içinde debelenirken sonra birden sözüm ona Ulu Hakan Abdülhamit Han’ı fark ettiler.
Sözüm ona kelimesini kullanmanın tarihsel arka planı şöyle bir hezimet tablosu ortaya koyuyor: En çok toprak Sultan Abdülhamit döneminde kaybedilmişti. Donanma onun zamanında tasfiye edilmiş, Kıbrıs ve On İki Ada onun saltanatında düşmana mukavemetsiz teslim edilmişti. Duyun-u Umumiye de onun zamanında kurulmuştu. Tanrı aşkına siz söyleyin, şimdi böyle bir siyasi portrenin Atatürk’ün yanına yakışması mümkün müdür?
Resmi tarih, “ya İstibdat ya Hürriyet” ikilemi arasına sıkışmış özneyi İstibdat adına Malaya gemisinden önce kaparken, emperyalistlerin toprak iştahını kursaklarında bırakan Mustafa Kemal’i hep göz ardı edip onu istibdadın mitleriyle uzlaştırmayı denedi.
***
Artan intihar vakalarıyla birlikte ülke resmen bir sosyal dramalar sahnesine döndü. Halkın bu intiharlara karşı kayıtsızlığı, bana, Nazilerin gaz odalarına az sonra göndereceği kurbanlarla futbol maçı düzenleyip, pogroma, maçı izleyen seyirciler üzerinden normallik kazandırma çabasını hatırlattı.
İşte bu ölümcül kanıksatma ve yeni “normallik” mizanseni üzerinden rejimin, 2023’te laikliğin son tortularını da süpürmesi olasıdır.
Bu ölümcül kanıksatmanın ayırdında olup ona karşı çıkanların direnişini, rejim, daha tohumlanma aşamasında boğmak istiyor, baskıcı aparatıyla protestoyu tomurcukta engellemeye çalışıyor. Oysa gürültü olmaması her zaman sessizlik anlamına gelmiyor.
“Ölümcül kanıksatma” kavramı bana Kavafis’in “Duvarlar” adlı şiirini anımsattı:
“Düşünmeden, acımadan, utanmadan kocaman yüksek duvarlar ördüler dört yanıma.
Ve şimdi oturuyorum böyle yoksun her umuttan.
Beynimi kemiriyor bu yazgı, hep bu var aklımda; oysa yapacak bunca şey vardı dışarıda.
Ah, önceden fark etmedim örülürken duvarlar.
Ama ne duvarcıların gürültüsü ne başka ses.
Sezdirmeden, beni dünyanın dışında bıraktılar.”
***
Tüketim kapitalizminin birer metasına dönüştürülen ve yılda bir kutlanan tüm bayramları, ben kendi adıma, “tüketici öznenin mastürbasyon günleri” olarak addetmişimdir. Yine de bu vesileyle şu “Sevgililer Günü” için şairce bir iki romantik laf edeyim:
Bence Kuğu, bugünü sembolize eden en iyi imgedir. Da Vinci’nin eserlerinden biri olan “Leda ve Kuğu” resminin hâlâ kayıp olması, masumiyet kaybına, samimi ve hakiki aşkın sonsuza kadar yitimine dair çağrışımlar taşıyor.
Kuğular kar beyazı saflıklarında, insanın ahenkli birlikteliğe olan ebedi özlemini somutlaştırırlar.
Bence sevgiliye bir hediye alınacaksa, bir kuğu resmi ya da heykelciği alınabilir. Çünkü Kuğu, yalan ve hilekârlık barındırmayan gök fırtınası kıvamındaki aşkın sembolüdür.
Kuğu, aşıklara sonsuz sadakat vaat edip, zarafetin şövalyelerini suya çekerken ruhları ahiretteki sonsuz yanılsamaya yönlendirir. Masumiyetini kaybetmiş bir çağda bence çoğumuzun kuğu yanılsamalarına ihtiyacı var.
***
Gâra, Kuzey Irak’ta sınırdan kırk km. derinlikte bir PKK arka üssü. Oraya düzenlenen askeri operasyon sırasında ordu, on üç esirin cesedine ulaştı.
Resmî açıklamalara göre, tutuklular PKK’lılar tarafından kafalarına kurşun sıkılarak infaz edildi. Ancak örgüt, ölümlerinden askeri operasyonu önceleyen Akar’ı sorumlu tutuyor. Bu çelişkili iddiaları doğrulayacak bağımsız bir kaynak ne yazık ki bulunmuyor.
Çoğu asker ve polis olmak üzere örgüt tarafından alıkonulan on üç tutsağın ölümünden sonra duygu seli doruğa ulaştı.
Soylu, Karayılan’ı bin parçaya böleceğini söylerken, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu vesileyle ABD’ye ve AB’ye saldırdı.
Çünkü Washington’un yazılı açıklamasında göze çarpan “eğer bu bilgi doğrulanırsa” şeklindeki koşul cümlesi, yetkililerin versiyonuna şüphe çekincesi koyuyor.
Washington’un tepkisinin koşul kipinde olması nedeniyle iki ülke arasındaki ilişki, giderek diplomatik bir kriz görünümüne bürünmeye başladı.
Ancak kamuoyundaki bu öfkenin gerçek nedenlerini anlamak için, Orta Doğu’nun bu bölümünde birbirine dolanmış karmaşık güç denklemini mercek altına almak gerekiyor.
Avrasyacı ve siyasal İslamcı havuz medyasında sıkça dolanıma sokulan Kuzey Irak’tan Kuzey Suriye’ye giden askeri teçhizat konvoyları, kamuoyundaki ABD düşmanlığının sosyal alt yapısını inşa etmeye yaradı.
İŞİD’e karşı cephede Amerikalıların müttefiki olan bu savaşçılar, iktidarın gözünde PKK’nın yalnızca bir uzantısı anlamına geliyor.
Washington da daha önce PYD ile PKK arasındaki ideolojik bağlantıyı kabul etmiş, teçhizatın, Suriyeli Kürt savaşçılara sadece “konjonktürel” bir askeri destek anlamına geldiğini belirtmişti.
Ekonomik, siyasi ve içtimaî birkaç cepheyle aynı anda meşgul olan kamuoyunda, Kürt sorunundan kaynaklanan çatışmalı ilişkiler kadar başka hiçbir sorun bu denli tutku ve hamaset uyandırmıyor.
Mesela İŞİD tarafından diri diri yakılan askerler ya da Ruslar tarafından katledilen otuz sekiz asker vakalarında tepkiler saman alevi gibi sönümlenmişti.
Başarısız operasyonun yanıtı aranan soruları arasında en çarpıcı olanları, “2015’ten beri örgütün elinde olan bu insanların kurtarılması için neden bu kadar beklenildiği ve ‘imkânsız’ topografyada neden askeri seçeneğin tercih edildiği” sorularıydı.
Akar’ın ayrıntılı mağara krokisi altında, hasarı sınırlama gayretini, sadece HDP’yi siyasi denklemden çıkarma isteğini değil ama aynı zamanda ona en ufak bir sempati gösterecek herkese karşı bir “casus belli”yi, dördüncü sıradaki bir mikro parti üzerinden aşırı milliyetçilerin kullandıkları iktidarın makro boyutlarını, muhalefetin siyaset yapma alanlarını daraltmaya ve kutuplaştırmanın oy karşılığını test etmeye yönelik niyetler gizliyor.
Kısacası bu coğrafyada sayıların iktidarı bir kez daha hayata ve vicdana galebe çalmayı başardı.