Pazar, Aralık 22, 2024
spot_img

Öfkenin Melez Kaynaklarına Karşı Bilgece Umut

“Öfkeli olduğumu söylüyorlar, öfke de bir hitabet sanatıdır.” R.T. Erdoğan

“Ha buna öfke diyorsanız evet öfke” R.T. Erdoğan

“Akıl umut olmadan serpilemez, umut akıl olmadan konuşamaz,

ikisi Marksist birlik içindedir-

başka türlü bilimin geleceği yoktur,

başka bir geleceğin bilimi yoktur.”

(M.Bloch,Umut İlkesi)

 

UZLAŞMADAN ÖFKE SARMALINA

The Guardian gazetesinde çıkan bir yazıda;Türkiye’nin “Otoriterleşmeye doğru son zamanlardaki kayışından, lider Recep Tayyip Edoğan’ın giderek ölçüsüzleşen öfkesinden bahsediliyor.[1] Ölçüsüzleşen öfke ifadesi yetersiz kalıyor.  Duygu ve korku ile birlikte artarak çoğalan öfke sadece Cumhurbaşkanı’na ait değil, tüm toplum bir korku-öfke sarmalı içinde/içine çekiliyor. Umutlar yerini öfkeye bırakıyor. Öfke farklı kaynaklardan besleniyor, çeşitleniyor. Ama çeşitlenen spontane öfke halleri siyasi iktidar tarafından sıkça işaret edilen öteki-düşman olarak tanımlananlara yöneliyor. Siyasi iktidar toplumun kültürel bilinç dışını kullanarak öfkeleri belirli yönlere çekiliyor, kontrol ediliyor. Uzun zamandır siyasetin temel dinamiği olan uzlaşmazlıklar, uzlaşma kültürü içine çekilip toplum de-politize ediliyordu. Siyasetin tanımlanmış kontrol edilen kodlar üzerinden yürütülerek daralan alanda gerçekleştirilmesi uzlaşmazlıklara yol açan koşulları ortadan kaldırmadığı için, yine güç-meşruluk olanakları ile de-politize olmayanlar hızla marjinalleştirilerek siyasetin dışına atılıyordu. Uzlaşma kültürünü sadece siyasi iktidar üretmedi, kent orta sınıfı daha çok temsil eden yetmez ama evetçi olarak tanımlanan kesimlerce de desteklendi. Artık uzlaşmayanlar için marjinal sol, şiddet eğilimli sol, kabadayı sol gibi ifadeler kullanılarak siyasi iktidarın şiddetini de meşrulaştırılan bir ortam yaratıldı. Gerilimi azaltmak için kullanılan uzlaşma kültürü, uzlaşmazlıklara yol açan mekanizmaların daha bir yoğunlaştığı dönemde kullanıldı. Ama uzlaşma siyaseti ve kültürü var olan gerilimleri ortadan kaldırmadığı ölçüde, siyasetin çok daha spontene bir dizi biçim almasına neden oldu. Yaşadığımız bu süreci uzlaşma kültürü üzerinden bastırılan/ötelenenin öfke, korku ve umutsuzluk biçiminde geri dönüşü olarak tanımlamamız mümkün.

ÖFKE İÇİN İÇE DOĞRU PSİKANALATİK ANALİZ

Peki, bu duygu yoğun halleri nasıl analiz etmeliyiz?  S.Freud’un işaret ettiği gibi korku, kaygı, öfke gibi kavramlar duygularla bağlantılı olduğu ölçüde  “bilimsel olarak ele almak  pek kolay değildir. Freud işin zorluğunu işaret ettikten sonra, bu duygu hallerin fizyolojik belirtilerinden hareket edilerek analiz yapılacağını işaret eder. Freud duygu halini yaşayana yönelir,  kendilik duygusunun çok sağlam görünmesine rağmen bu görüntünün aldatmaca olduğunu işaret eder. Freud bu aldatmacayı aşmak için içe doğru bir yolculuğa çağırır bizi.  Yolculuğun rehberi psikanalitik olacaktır.[2] İçe yönelik analizler dendiğinde ise ilk elden duyguları ile toplumsal olan üzerinde etkili olan önemli kişilerin psikobiografik  analizleri ile karşılaşıyoruz. Hitler, Stalin, Mussolini ve tabiki R.T.Erdoğan.  Bu konuda E.From’un Kıyıcı Saldırgan olarak A.Hitler’in analizi oldukça önemlidir. Hitler’in annesi Klara ve babası  Alois’in özelliklerinden hareketle nasıl bir ölü sever davranış değil karaktere sahip olduğunu anlatır.[3]

Türkiye’de artan korku ve kaygının temel nedenleri analiz edilirken “öfke diyorsanız evet öfke” diyen R.T. Erdoğan’a özel bir önem verildiği ve hatta merkezi bir konuma sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu yapılırken sadece içe yönelik ve çocukluğa yönelik bir analiz değil, ama aynı zamanda çevresel koşullara da bakılıyor. Bu konuda Cemal Dindar’ın Biat ve Öfke / Recep Tayyip Erdoğan’ın Psikobiyografisi önemli ve cesur bir çaba. Cemal Dindar çalışmasında bir yandan Erdoğan’ın babasından bahseder;  “Aşırı cezalandırıcı, Şef kişiliğine yaklaşan babaların varlığında ev içinde erkek çocuk anne ile ruhsal bütünleşme yaşar ve sıklıkla bu annenin kurtarıcısı, kahraman oğul rolüne yaklaşır.” Diğer yandan Freud eşliğindeki bu yolculuk yaşam ortamını da psikolojik bir dil üzerinden kuran çabaya dönüşür. Burada da karşımıza “Anadolu ruhsallığı”  ifadesi karşımıza çıkıyor. Neredeyse doğallaşmış bir ruha sahip Anadolu “bozkır-göçebe birikimi” ile “Mezopotamya Uygarlığı” arasında gerilimli bir ortamdan bahsedilir. Burada babanın yerini toplumun üzerinde yetki ve yetkisi oldukça da zalimleşen bir şef kültüründen bahsediliyor.[4] Öfke ve kaynaklarına yönelik bu gerek birey ve gerekse yaşanan ortama yönelik iç yolculuk, hiç kuşkusuz bizim donanımızın dışında ve analiz.

Bu aşamada Ortega y Gasset’in; “Ben, benliğimle ortamının toplamıyım” ifadesini daha çok ortam üzerinde durarak analize devam etmek istiyorum. Ortam ifadesi derken günümüzdeki abluka koşullarını sonuç,  ama bu ablukaya neden olan işleyişin önemli olduğunu düşünüyorum.

Organize Korku ve Öfke Üretme Mekanizmaları

Edgar Alan Poe’nin Kuyu ve Sarkaç adlı öyküsü[5] üzerinden yaşanan süreç/ortamı anlatmaya çalışacağız. Öykü, engizisyon mahkemesinin yargıladığı bir mahkûmu anlatır. Öyküden engizisyon mahkemesi dolayısıyla karar alıcıların öfkesini verilen cezayı incelerken anlamış oluyoruz. Mahkûm abluka altında korku ve kaygıyı yaşar. Korku ve kaygıyı yaşarken umut vardır, ama kendisine cezanın bu şeklini verenlere karşı bir öfkesi yoktur. Ya da yazar bunu bizimle paylaşmaz. Egemenin öfkesini verdiği ceza ve ceza ortamını okurken anlarız. Ama abluka altına alınan mahkûm için ceza korku-kaygı anları başlar: “Sonsuz gecenin karanlığı her yanımı kuşatıyordu. Karanlığın kalınlığı sanki üstüme bastırıyor, beni boğuyordu.” Fakat mahkûm içine atıldığı ortamı anlamaya çalışırken, fark eder ki, korkması gereken sadece karanlık değildir. Kendisini giderek sıkıştıran iki tehdit daha vardır hücrede. İlki ve daha zor anladığı, kapatıldığı zindanın demirden duvarlarının yavaş yavaş içeriye doğru kendini içine alacak şekilde daraldığı, ikincisi de yukarıdan aşağıya inen bedenini ikiye ayıracak bir sarkaç. Mahkûm her yanından kuşatılmış haldedir. İşte bu hücre bugün bizim içinde bulunduğumuz durumu anlatan en iyi betimlemeden biridir. Bu metafor aynı zamanda bizim “sermaye birikim mekanizması” ile “ulus-devlet” ve onun somut işleyişi olan siyasi iktidarla özdeşleştirdiğimiz korkunun iki önemli kaynağına da işaret ediyor. Ve üstüne üstlük mahkûmun hareket yeteneğini azaltan ortada bir de kuyu vardır.

UMUT HER TÜRLÜ İŞKENCENİN ÜSTÜNDE

Sermaye birikim mekanizması, üretim-dolaşım ilişkileri içinde her geçen gün bizleri içine aldıkça kaygı-korkumuz artıyor. Hangi kaygılarımız mı, iş bulamama, işini kaybetme, borcunu ödeyememe, yeteri kadar kazanamama, çalıştığın yerde yükselememe, yeteri kadar tüketememe. Bu kaygılar aynı zamanda öfkenin önemli nedenleri olarak düşünmemiz gerekiyor. Sermaye birikimi ya da kapitalizm koşullarına öfke duymamak mümkün değildir, çünkü artık ayakta kalmanın tek koşulu kendi emeğini satma, ayakta kalmanın ötesinde sürekli pazarlanan arzulara ulaşamamanın yarattığı gerilim –öfke vardır. Emek-gücünü satmadan ayakta kalamayacak olan ücretliler, yeteri kadar ücret alamadığında, iş bulamadığında, iş kazası ile yüzleştiğin de tabi ki öfkesi olacaktır. Ama bu öfkenin referans noktasını ilk elden sermayeye ama daha çok işleyişe karşı olmalı. İşleyiş dediğimizde de ücretlilerin öfkelerini sendika ve partiler üzerinden organize bir biçime dönüştürmeleri gerekiyor. Bu gereklilik yerine getiriliyor mu? Hayır. O zaman iş ortamının yarattığı gerilim-öfke nereye akıyor?

Ulus-devlet ve siyasi iktidar ise yasalarıyla, mahkemeleriyle, askeriyle, polisiyle korkularımızın-kaygılarımızın kaynağı olarak orta yerde duruyor. Günümüzde bu baskı abluka biçimini almış durumda. Olağanüstü haller, KHK’larla, polis baskısı ablukanın ilk belirleyenleri. Ulus-devlete yönelik artan öfkemizi açığa çıkaracak dernek, sivil toplum örgütü, partimiz var mı? Hayır. O zaman bu baskının yarattığı gerilim-öfke nereye akıyor?

Poe, diğer yandan zindandaki kemirgen farelerden bahseder. Evet fareler. Fareler de aynı ortama mahkûmlar ama ama onların hareket alanı, öfkeleri ceza alana mahkûma yöneliktir. Fareler neyi temsil eder? Neyi temsil etsin? Poe’nun öyküsünde bir de umut vardır; “Umut neden oluyordu buna, sinirlerim onun yüzünden geriliyordu- ben onun yüzünden büzülüyordum. Umut-her türlü işkencenin üstünde ötesinde olan umut.” Gerçekte de umut öykünün sonunda devreye girer; “baygın halde kuyunun içine düşeceğim sırada uzanan bir kol kolumu yakaladı.” (Poe, Kuyu ve Sarkaç).

Evet, öykünün sonundaki “bir kol kolumu yakaladı” ifadesi aslında karar alıcının yani engizisyonun sonu anlamına geliyor. Yani mahkûma yönelik öfkenin kaynağı, doğrudan karar alıcıların korkusu olduğunu görüyoruz.

MELEZ ÖFKELER

Poe’nun öyküsü, engizisyonun mutlak egemen olduğu dönemi ve onu düşüşünü anlatıyor. Ama bu öykü aynı zamanda hızla değişim sürecinde olan Türkiye’nin de öyküsü. Türkiye’nin öyküsünde dünya kapitalist sistemine eklemlenen sermayenin mekân-zamanı ile (hızla içe ve dışarı doğru patlayan demir duvarlar)  ulus-devletin mekân-zamanın (sarkaç) değişim sürecinde açığa çıkardığı çelişkilerin birikmiştir. Günümüzdeki olağanüstü hal ya da Abluka, üzerimize çöken sermaye mekanizması ile ulus-devletin zaman içinde birikmiş koşullarının gerilimli sonucu. Bu sıkça övgüyle dile getirilen güçlenen Türkiye (sarkaç) ile büyüyen Türkiye’nin (demir duvarlar) birikimli sürecinin sonucu.  Bu yükü, bu tarihsel süreç içinde kim taşıyacak? Siyasi iktidar ve dahası değişim sürecinde merkez kaç kuvvetle güçlenen belediye başkanı, parti başkanı, başbakan, cumhurbaşkanı ve başkan olmak isteyen tek lider tabi ki.

Ama bu iki değişkenin içinden geçtiği Türkiye ve Türkiye gibi geç-kapitalist, geç-ulus devlet oluşumları iki değişkeni iç içe yaşarlar. Bu yüzden toplumsal alan hep kendi meşrebinde bir dizi biçim alır. Öfkelerde kendi meşrebinde melez biçimler olarak karşımıza çıkar. Tarım toplumuna özgü bütünlüklü yapısal değişimden kapitalist-sanayileşme kentleşme olgusuna ve ama aynı zamanda kapitalizme ve ulus-devlete özgü yapı-içi dönüşümler yaşanır. Bu süreç hem sermaye düzeneği ve hem de ulus-devletin manevra alanlarını genişletir. Örneğin Soma Maden cinayetinde sermaye ve devlet hem bir önce ki topluma ait özellikleri kullanmış (tarımsal faaliyet tam olarak çözülmeden işçileşme, iş bulmanın dayı başları tarafından yapılması ve benzeri) hem de kapitalist ulus-devletin işleyişi (burada da rödavans gibi bir tarım toplumuna özgü düzenek, kaynak yaratma ihtiyacında olan devlet tarafından)  eş zamanlı kullanmıştır. Peki ölen 301 maden işçilerinin  açığa çıkarttığı öfke neye yönelmiştir.

Bizim gibi toplumlarda öfkenin açığa çıktığı kaynaklar ile öfkenin yöneldiği, suçladığı toplum kesimleri melez biçimler alır. Aslında güçlü Türkiye’yi istemeyen iç ve dış düşmana yönelir/yöneltilir ülke.  Konjonktüre göre iç ve dış düşmanlar hızla değişir, toplumdaki öfke kutuplaşma yaratılarak esas kaynaklarından uzaklaştırılır. İşyerini kaybeden bir esnaf, işini kaybeden bir ücretli öfkesini tanımlanan, işaret edilen alanlara yöneltilir. Özellikle değişim sancılarında bu alanlar desteklenir, beslenir. Örnek olarak “milli refleks”, “halkın doğal tepkisi” “yüzde 51’in evde zor tutulduğu ve benzeri. Ama o zaman bu melez ortamı nasıl tanımalı?

ULUS-DEVLETLER DEĞİŞİM SÜRECİNDE

Bugünlerde ülkede sıkça referans edilen Alman Hukukçu Carl Schmitt, egemen kimdir sorusuna açıkça cevap vermiştir; Egemen “İstisna haline karar veren kişi”dir.  Egemenin artan gücünü tanımlayan en önemli değişim, egemene yönelik geliştirilen gerçekçi olmayan destek mekanizmalarıdır. Faşizmin adım adım gelişini günlüklerinde izleyen Horkheimer inanılmaz önemli bir tespitte bulunur; “Sağlam olmayan idolleri savunurken gösterilen hırs ve saçılan dehşetin derecesi alacakaranlığın ne denli ilerlemiş olduğunun göstergesi”dir. (Horkheimer, Alacakaranlık). Türkiye’de medya, akademi, yargı ve yürütmenin egemen olana oynamasının akıl almaz süreçlerini yaşıyoruz. Bu sürecin üzerimizde yarattığı-kaygı ve korku alacakaranlığı sadece egemene bağlamak olacaktır. Oysa dünya kapitalist sistemine eklemlenen-eklemlenmesi istenen tüm ulus-devlet ve sermayeler farklı ölçeklerde hızla değişim sürecine girmiştir.

Ulus-devletin (sarkacın) sahaya inerek, sermaye için (demir perdeler) uygun ortamı hazırlanması istenmiştir. Ama ulus-devlet belirli zamanda belirli siyasi iktidarlar aracılığıyla sahaya indikleri için, sermayenin mekân-zamanı ile örtüşmeyen sermayeler arası çatışma-ittifaklarla bazı siyasi iktidarları sahada etkin olmaya ve dahası sahada bizzat oyuncu olarak kalmalarına neden olmuştur. Dünya ölçeğinde sermayenin çıkarlarına uygun davranması beklenen siyasi iktidarlar için hızlı karar alma ve kararları hızla hayata geçirmek için yürütmenin önü açılmış, yürütmenin önündeki yasama-yargı engelleri bir bir kaldıracak yasal düzenlemeler gerçekleştirilmiştir.  Olağanüstü hal dönemindeki KHK’ları düşünmek bile yeterli.

Yürütmenin artan yetki ve donanımı sadece ulusal düzeyde değil, dünya ölçeğinde çelişkilerin yoğunlaşarak artmasına da neden oluyor. Gerek birikim ve gerekse siyasal düzeyde krizin yoğunlaşıp çeşitlenmesi, beklendiği gibi gücün azalmasına deği, aksine en azından zaman içinde artmasına neden olmuştur. Yani “güç ile kriz güç birbirine karşıt değildir” (Filippo Del Lucchese,Machiavelli ve Spinoza’da… s 9).

DEVLET RUHLARA YÖNELDİĞİNDE ŞİDDET UYGULAR

Sarkacın salınımlarının hızlanıp, daha geniş alana yayılması zorunluluğu bir dizi mekanizmanın devreye sokulmasını gerekli kılmıştır.  İlk mekanizmayı Spinoza gayet net açıklar ve bu açıklama Türkiye için de çok uygundur. “Yönetenler ya da egemenlik erkine ona sahip olanlar, zorba tutumlarını her zaman yasallık kisvesi altında tutmaya ve insanları iyi niyetle yola çıktıklarına ikna etmeye çalışırlar”[6]. İkna süreci Türkiye pratiğinde birçok kaynaktan beslenmiştir. Ama en önemli kaynak, kapitalist ilişkilere dâhil olma sürecinde kaybeden geleneksel kesimler, yani esnaf ve tarım kesimindeki çözülmeler ile açığa çıkan kompozisyondur.

Bu çözülme ve kaybetme retoriği, kalkınma yani siz de süreçten olumlu etkileneceksiniz ve dolayısıyla hızla gelişimin sınıfsal eşitsizliği sonucu açığa çıkan adaletsizliğe karşı adalet gerçekleşecek beklentisine dönüştürülmekte, bu kesimler yeniden güçlü biçimde sisteme yeniden dâhil edilmektedir. Aynı işleyiş kapitalist ilişkilere dâhil olan ve artan borçlanma ile ayakta kalma sorunu yaşayan küçük ve orta boy işletmeler ve kaderlerini onların ayakta kalmalarına bağlayanlar için de geçerlidir.

İKTİDAR GERİLİMİN MEYVELERİNİ TOPLUYOR

Toplumun geniş kesimi ve büyük oy tabanı olan bu kesimlerin korkusunu azaltacağız yönündeki sözler/uygulamalar iktidarın güçlenmesinde çok ama çok önemli olmuştur. Tabi bu teşvik ve sosyal yardımlar için de devletin finans kaynağına ihtiyaç var. AKP iktidarı bu konuda da devletin sahip olduğu KİT’lerin özelleştirilmesi ve henüz metalaşmayan alanların hızla metalaşması ile aslında birikimi hızlandıracak uygulamalarla, birikimden kaybedenlerin desteğini kazanacak çelişkili bir süreci başlatmıştır. Sarkaç ve demir duvarlar arasındaki içsel bağlantıları artıran ama aynı zamanda gerilimleri açığa çıkartan bir uygulama. İşleyiş gerilim yaratmasına rağmen, iktidar gerilimin meyvelerini toplamakta başarılı oluyor.

Dinsel değerler ve diğer birçok mekanizma ile ikna süreci yetersiz kaldığında (ki kalıyor), siyasi iktidar hızla son zamanlarda belirleyici olan uygulamaya geçiyor. Yine Spinoza’ya başvuracak olursak; “Şayet ruhlara hükmetmek dillere hükmetmek kadar kolay olsaydı, bütün hükümdarlar güvenli bir şekilde hüküm sürerdi ve zalim diye bir şey olmazdı. İşte bu yüzden diyoruz ki devlet ruhlara yöneldiğinde şiddet uygular…” (Spinoza, Tanrıbilimsel Politik İnceleme.)

HERKES POTANSİYEL DÜŞMAN

Şiddetin meşrulaştırılması için seçilen yol Schmitt’in işaret ettiği “egemenlik ediminin, hatta en mükemmel haliyle siyasi edimin, düşmanı saptama edimi” olmuştur. S.Buck-Morss’un haklı şekilde işaret ettiği gibi “Düşmanı tanımlamak aynı zamanda kolektifi tanımlamaktır. Hatta düşmanı tanımlamak, kolektif ortaya çıkan edimdir.

İmdi, egemenlik demokrat olduğunu iddia ettiğinde, kolektifin kendisinin edimde bulunduğu söylenir. Halkın çıkarlarının egemende dolaysız, saydam biçimde yansıdığı, onun bu nedenle mutlak iktidara sahip olduğu söylenir. Ama bu savdaki mantık hilesi, sözde demokratik egemenliği kuran “halk” kolektifinin, söz konusu egemenlik kuruluncaya kadar var olmamasıdır. “Demokratik” egemen –tam da ortak düşmanı adlandırma edimiyle- söz konusu kolektifi yaratana kadar kolektif yoktur.” (Buck-Morss, Rüya Alemi ve Felaket).

Bu durumda artık egemen mutlak olarak düşman yaratma ve düşmanı yok etme olanağını bizzat olmayan halk için, halk adına gerçekleştirecektir. Türkiye’de merkezi siyasi iktidarın “halk iradesi” adına ne kadar hızlı seri düşman yarattığını görüyoruz, şahit oluyoruz. İçeride, dışarıda: Düşman her yerde. Düşmanlar çeşitlenip sayısı arttıkça hem siyasi iktidarın (sarkacın) artan şiddeti ve onun yarattığı kaygı ve korku ve hem de düşmanla çevrilen ortamda halkın tedirgin-korkusu. Olası herkes potansiyel düşman. Öfke spontene ama organize ediliyor, kanalize ediliyor. Ortam tedirgin. Sarkaç ile duvarlar daha bir çalıştıkça daha bir nevrotik vatandaş halleri ortaya çıkıyor. Toplumsal travma artıyor. Eyleyemeyen ama eylemek için hazır bekleyen ve dahası eyleme hakkını ulus-devletin baskı aygıtlarından bekleyen bir kitle-ortam oluşuyor. İşte bizi gündelik hayatımızda her yerde tehdit altında hissetmemize yol açan şey de tam da budur. Kuşatılmış olmamız.

CEHENNEMİN ORTASINDA CEHENNEM OLMAYAN KİM

“Thomas Hobbes’un modelinde, erkleri hükümdara aktaran sözleşme, herkesin birbirinden korkmasını ve herkesin birbiriyle savaşta olmasını gerektirir: Devlet de tam olarak korkuya son vermeye gelendir. Güvenlik Devleti’nde bu şema tersyüz olur: Devlet kalıcı bir biçimde korku üzerine kurulur ve ne pahasına olursa olsun onu ayakta tutmalıdır; zira esas işlevini ve meşruiyetini bundan alır.” (Agemben)  Bu korku ortamı, bu iki işleyişin yarattığı cehennemde aslında acı çekiyoruz hepimiz, ama iki farklı şekilde; “Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: Cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek, ikinci yol riskli, sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.” (Calvino, Görünmez Kentler) E. De La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’inde ikinci yolu seçenlere epey kızgın; “Fakat, akıllıca bir çift söz söylenecekse, istediği an kötü olma erkini sürekli olarak elinde bulundurduğundan dolayı iyi olabileceğine hiç bir zaman güvenilmeyecek bir efendinin kulu olmanın ne kadar büyük mutsuzluk olduğunu belirtmek gerekir.”[7] O zaman öfke duymamak mümkün değil, ama öfkenin kaynakları daha iyi tanımlamalı, umut bilinçlendirilmeli. Öfke bilinçlendirilmeli.

SİYASİ ALAN DARALTILIYOR

İradenin iyimserliği ile yaşanmışların gösterdiği yani bilişsel umudu besleyenlerimiz de var. Yine Spinoza’dan bir alıntı ile “Violenta imperia nemo continuit diu” yani hiç kimse uzun sure zorba bir devlet başkanını yerinde tutamaz” (B.Spinoza, Tanrıbilimsel Politik İnceleme, s.301)  Çünkü “Olağanüstü” yöntemler sorunları çözmez, aksine onları yalnızca kötüleştirir ve içinden çıkılmaz bir hale getirir.” (Filippo Del Lucchese,Machiavelli ve Spinoza’da.. s 98). Olağanüstü koşullarda, olağanüstünü ilan eden, karar veren egemen, şimdi olağanüstü hali olağana çevirmek istiyor. Korku ve kaygısını azaltacak bir düzenek için, korku-kaygı artıracak mekanizmalar geliştirmeye çalışıyor. Öfke yönetiliyor. Yaratılan korku-kaygı iklimi hızla insanların gündelik yaşamlarını daha bir etkiliyor, sarkaç ve sermayenin duvarları daha bir işliyor, uzlaşmazlıklar daha bir artıyor. Siyasi iktidar ise her geçen gün yukarıdan siyasal alanı, aşağıdan ise yandaşları ile toplumsal alanı daraltıyor.

KEDERE MUKAVEMET OLMAK İÇİN ‘HAYIR’

Oysa sarkaç ve duvarlar hızla yeni uzlaşmazlıklar-çelişkilere neden oluyor, yani siyasal olanın içeriği yoğunlaşıp, yeni siyasal alanların varlığına neden oluyor (doğanın metalaşma sürecine çekilmesi ile açığa çıkan ekolojik hareket, kamu hizmetlerinin metalaşması ile kamu çalışanlarının yükselen mücadelesi, ulus-devlet ve sermayenin yeniden baskıları karşısında gelişen Kürt mücadelesi, ataerkil düzenekle eklemlenen sermaye ve ulus-devlet ilişkisinde kadınların özgürleşmesi, güvencesiz çalışma ortamında artan işçi sınıfı mücadeleleri ve benzeri).

Organize kötülük yaşamın tüm alanlarını içine alıyor ve ama bu spontane bir durum da içeriyor. Yani spontane işleyiş korku-kaygıyı dolayısıyla iktidarı beslediği kadar, arkasında muazzam negatif bir enerjiyi açığa çıkarıyor. Öfkeyi açığa çıkarıyor. Yani keder-kederliler üretiyor. O zaman kederlilerin ortak dayanışma ağlarını yaratmak gerekiyor. Öfkelerin kendi kaynaklarında hiyararşik bir öncelik olmadan, ücretlilerin öfkesi, ekolojistlerin öfkesi, kadınların öfkesi ve daha da önemlisi bunlar arasında öfkeler arası çapraz dayanışma ağları kurulmalı. Öfke ya da Spinoza’dan hareketle potansiyel olarak “keder (tristitia) ne kadar büyükse, insan kederi ortadan kaldırmak için o denli büyük bir etkinlik gücüyle; yani, o denli büyük bir arzu ya da iştahla kederden kurtulmaya çalışacaktır.” (Spinoza, Etika) Öfkeyi işaret edip kaynaklarını açığa çıkartmalı (bilişsel umut), açığa çıkartmak yetmez öfkeliler arasında bağlantıları kurmalı (iradi umut).*

 

*Yazı Mukavemet Dergi 2. sayısında yayımlanmıştır.

 

Kaynaklar

[1]www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/289043/The_Guardian__Ofke_dolu_ve_aksi_Erdogan__kendisini_elestirenlere_zulmediyor.html

[2] S.Freud (2004) Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis yayınevi, İstanbul

[3][3] E.From (1995) İnsanda Yıkıcılığın Kökenleri, cilt II, İstanbul Payel Yayınevi.

[4] Haber Tempo dergisi içinyapılan söyleşi;  “Biat ve Öfke… Erdoğan’ın bilmediğiniz psikolojisini yazdılar! “www.habertempo.net/siyaset/biat-ve-ofke-erdoganin-bilmediginiz-psikolojisini-yazdilar-h7189.html

[5][5] E.A.Poe (2002)Morgue Sokağı Cinayeti, İstanbul, Adam Yayınevi.

[6] Spinoza, Tanrıbilimsel Politik İnceleme, sayfa: 301)

[7] Le Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, s. 17

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR