son yıllarda günden güne artan bir kriz yaşıyoruz… bu kriz genel bir kriz değil elbette; kriz emekçiler, çiftçiler, işsizler için söz konusu. daha doğrusu benim anladığım iktidar enflasyon ve dövizi serbest bırakarak (yükselmesini önemsemeyerek) varsıllara sermaye aktarılmasının önünü açıyor… istatistiklere bakılırsa gelir dağılımındaki adaletsizliğin hızla bozulduğu, emek, tarım ve küçük esnafın gelirleri düşerken sermayenin (varsılların) gelirlerinin olağanüstü arttığı görülecektir.
hepimizin az çok bir biçimde yaşadığı bu duruma ilişkin söyleyeceklerimiz arasında mutlaka bu yoksullaştırılmaya karşı nasıl savaşım vereceğimiz de yer almalıdır diye düşünüyorum… durum tespitinin ilerisine gidip, nedenlerle birlikte sonuçları ve çözümleri de konuşmalıyız. sözünü ettiğim çözüm/ler salt iktidar değişikliğini içermiyor elbette… daha doğrusu üretim bölüşüm ilişkilerinde, (emek sermaye çatışmasında) emek ve sınıf örgütlerinin derlenip toparlanarak var olan sürece müdahale yol ve araçlarını yaratmayı, seçimlerde alınacak ortak tutumun belirlenmesi ve örgütlenmesi için yapılabilecekleri de içeren çözümlerden söz ediyorum…
bence elimizdeki hazır reçetelerin, geleneksel yaklaşımlarımızın çözüm olmadığı görüldü. sosyalist, devrimci iddialarımız ve referanslarımızı saklı tutmayı/ koruma isteğini de anlayışla karşılayacak bir ortak savaşım, sürece ortak müdahale yollarını aramamız gerektiğini düşünüyorum… birbirimize katlanabilmeliyiz (tahammül edebilmeliyiz) yani… yoksulluk değil tek derdimiz; özgürlükler, demokrasi, toplumun birbirine düşürülmesi gibi birbirinden ayrılamayacak ortak dertlerimiz, sorunlarımız var… Kazım Koyuncu’nun dediği gibi; “birbirimizi anlamamız için aynı dili konuşmamıza gerek yok, ezildikten sonra, hepimiz aynı şarabız”
zaman zaman düşünürüm; biz hep bir saldırı olduğunda veya ölümlerde mi bir araya geleceğiz? oysa kurmak istediğimiz ülke, savaşımını verdiğimiz düzen tüm insanlar için. değil mi? o zaman özünde ortak düşümüz, ortak savaşımımız olan sömürünün, baskının, ayrımcılığın olmadığı bir ülke ve dünya için bizim bir araya gelmemizi engelleyen nedir…? bizim bilerek veya bilmeyerek birbirimize karşı geliştirdiğimiz görmeme, duymama, ciddiye almama, (bazen yok sayma) biçimindeki davranışlarımız aynı biçimde karşılık bulurken, ne yazık ki çevremize de bulaşıyor… daha ne kadar duvara toslayacağız, en baştan görülen yenilgilerimizle daha ne kadar avunacağız…?
son günlerde İstanbul ve Ankara’da belediyelere ait halk ekmek büfeleri önündeki ekmek kuyrukları dikkatinizi çekmiştir sanırım… bir de eş zamanlı olarak bazı kentlerde kar oranı düştüğü için ekmek satmaktan vazgeçen büfe ve bakkalların sayısının arttığı haberleri düştü medyaya… yoksul halk, kitleler halinde 30 kuruş, 50 kuruş daha ucuza ekmek alabilmek için kuyruklar oluştururken, ekmek başına 30 kuruşu az bulup satmaktan ekmek satmaktan vazgeçen esnaf… örneğin; yoksulların ve emekçilerin temel besin maddesine dönüştürülen ekmek zammı ilişkin uzun sözler etmek yerine, Şeyh Bedrettin’in “ay ve güneş herkesin lambasıdır, hava herkesin havasıdır, şu herkesin suyudur. ekmek neden herkesin ekmeği değildir?” diye sormamız yeterli ve anlaşılır olacaktır. elbette günümüz kapitalist dünyasında suyun da paralı olduğunu belirtmemiz, ‘su neden herkesin suyu değildir?’ diye de sormamız gerekir…?
sahi; bu kapitalist sömürü düzenini gören, emperyalizmin tüm dünyayı kan ve gözyaşına boğarak küresel bir soygun düzenini yerleşik kılmaya çalıştığını bilen bizler neden bir araya gelemiyoruz… aynı gökyüzü altında, ortak evimiz yeryüzünde emperyalizme ve kapitalizme karşı göğümüzü ve ortak evimizi korumak için neden güçlerimizi aynı hedefe karşı birleştiremiyoruz…? yani Nazım’ın; “…Yolcu yollarda topraksız insanın/ve insansız toprağın feryadını duyar idi…” dizelerinde imlediği yolcu da, topraksız insan da biz değil miyiz? ve dahi insansız bırakılmaya çalışılan bu topraklar bizim toprağımız değil mi…? o zaman…?
o zaman; emekçilere, yoksullara, çiftçilere, işsizlere yaşadıkları sorunları anlatmak, göstermek yetmiyor, yetmeyecek… bir adım daha ileri giderek kendimizin de emekçilerin içinde emekçi, yoksulların içinde yoksul, çiftçilerin içinde çiftçi, işsizlerin içinde işsiz olduğumuzu görmemiz gerekiyor… anlatmaya çalıştığımız şey gerçekte bizim de hikayemiz, yazmaya çalıştığımız hikaye de öyle… biz kimiz…? biz anlatıcı olduğumuz kadar dinleyici, yazıcı olduğumuz kadar okuyucu, örgütleyici olduğumuz kadar örgütlenecek olanlarız…
o zaman;
örgütlenmesi gereken kitlelere daha en başta, ilk ilişki kurulduğunda iradesini açığa çıkarma, karar süreçlerine katılma olanakları, yolları, araçları önerilmediği, yaratılmadığı koşullarda varılacak sonuç edilgen, talimat bekleyen, verilen özgürlük kadarıyla, kendine açılan alanda hareket eden bir kitledir. bu durum bizim ‘kendimizi’ yeniden/yineleyerek örgütlememiz anlamına gelir. örgütlediğimiz kitle ne denli büyük olursa olsun ‘yığın’ olmanın ötesine geçemeyecektir…
önemli ölçüde bürokratizmi yaratan böylesi örgütlenmeleri reddederek kitlenin tüm bireylerinin ve bütün olarak kitlenin her türlü soruna, gelişmeye karşı tepki verebilmesinin, çözüm üretmesinin önü açılmalıdır. devrimci ve sosyalistler iktidarlar yaratmak için değil var olan iktidarları yıkarak kitleleri, halkı iktidara taşımaya kendi örgütlenmeleriyle başlamak zorundadır…
o zaman;
…
İlksöz
aynı güneşin altında/ bezlemişse bizi analarımız/ saban sürmüşse babalarımız/ kardeşiz biz kardeş/ kardeş büyüsün çocuklarımız
…