Sahip olma duygusu her zaman bir ihtiyaçtan kaynaklanmaz. Çoğu zaman ihtiyacımız olmadığı halde ya da ihtiyacımız olup olmadığına dahi bakmaksızın sahip olmak isteriz. Çünkü sahip olma duygusu arzuyu diriltir, bedeni hareketlendirir. Örneğin saçınızı o şampuanla yıkamak, o çikolatayı ya da dondurmayı aynı şehvetle yemek, o arabayı sürmek, o rezidansta oturmak, o otelde tatil yapmak istersiniz. Her yerden sahip olma arzusuna tutkulu bir çağrı yapılır. Sadece lüks tüketim mallarına değil, bir insana veya insanlara, bir duyguya, güç ve iktidara, bir kuruma, devlete, hatta bir çocuğa da sahip olunmak istenir.
Sahip olmakla sahip çıkmak aynı şey değildir. Bir insanın elinden tuttuğunuzda, yolunu açtığınızda ona sahip çıkmış olursunuz. Ama bir erkek bir kadının ırzına geçtiğinde “ona sahip oldum” der. Bununla kastettiği kültürel olarak değer atfedilmiş olan “namus”unu zedelemek yoluyla onu mülkiyetine geçirdiğidir. Türk filmlerinin klasik repliklerinde erkekler kadınlara der ya, “benim olacaksın”, “artık benimsin”, “sana sahip oldum” diye. Cinsel ilişki bir mülkiyet ilişkisidir. Onunla birlikte erkek kadının kullanım hakkını tekeline alır, bu nedenle kadın boşanmak istediğinde erkek bu hakla “ya benimsin ya kara toprağın” der. Veya çocuğumuz olduğunu belirtmek için, örneğin iki çocuğum var demek yerine iki “çocuk sahibiyim” deriz. Bir “koltuk” sahibiysek “bal tutan parmağını yalar” şehvetiyle önce kendimizi, sonra akraba çevremizi ve huluskarlarımızı bu koltuğun nimetlerinden faydalandırırız. Koltuğu ve yetkimizi yağmacı ve yıkıcı bir sahip olma duygusunun nesnesi haline getiririz. Aynı şekilde bir siyasi iktidar veya dini iktidar, yetki alanıyla yetinmez, daha fazla iktidar için devlete/dine sahip olmak ister. Devlet de din de benim der. Bir fabrika sahibi, tıpkı makineler gibi işçilerin de kullanım hakkına sahip olduğunu düşünür. İşçilerin zamanlarını ve emeklerini satın alır. Mola, tuvalet, yemek ve tatil saatleriyle ücretlerinin ne olması gerektiğine karar verir. Bu durum kullanım hakkı olmasının yanı sıra kullanıma ilişkin karar verme hakkıdır da. Ya sokaklar kimindir? İktidar veya ataerkil erkekler sokakları kimin ne zaman ve nasıl kullanacağına karar verme yetkisine sahiplerdir. Orayı değil ancak şurayı, şu saatlerde ve şu şekilde kullanacaksın derler. Koydukları kurallara uyulmazsa devlet yurttaşlarına güvenlik güçleriyle, erkekler de kadınlara şiddet uygulama tekelini ellerinde tutarlar.
Bauman’a göre (2017: 157-161), sahip olmak aynı zamanda bir dışlama ilişkisidir. “Bu benim” dediğimde, kastettiğim bunun senin olmadığıdır. Bu nedenle sahip olma, insanları farklılaştırır, insanlar arasındaki ilişkileri asimetrik hale getirir, sahip olunan nesneye erişme hakları ellerinden alınanları bağımlı bir konuma sokar. Sahip olan aynı zamanda sahip olduğu şeyi nasıl kullanacağına karar vermede özgür olur, dolayısıyla öteki insanlar üzerinde güç sahibi olur. Burada sahip olma ile güç arasında doğru ilişki, fakat sahip olanın kendiliği ile sahip olma durumu arasında ise ters orantı vardır. Marx’ın (2017: 129) dediği gibi, “kendin ne kadar azalırsan, o kadar çoğa sahip olursun.” Öte yandan Bauman’a göre, her sahiplik ilişkisi güç üretmez. Hayatımızı kolaylaştırmak, bireyselliğimizi zenginleştirmek, bilgi ve görgümüzü artırmak veya hayatı eğlenceli kılmak için bazı tüketim nesnelerine ihtiyaç duyarız ama bu başkalarının üzerinde iktidar kurmak için değildir. Örneğin evimizde çamaşır veya bulaşık makinesinin bulunması, fotoğraf veya video çekmek için iyi bir kameramızın veya cep telefonumuzun olması, kitaplarımızın olması bu türden tüketim nesneleridir. Öteki insanların denetimindeki şeyleri kullanma hakkından ne kadar muaf olursak onlar tarafından konulan kurallara daha az uymak zorunda kalırız. Buradaki sahip olma yetkinleştiren bir özellik taşır ama dengeli ve sınırlı tutmak kaydıyla.
Sahip olanlar, sahip olmayla ilgili karar verme ve güç kullanma haklarını Tanrı’ya, doğaya (doğuştanlığa ve içgüdülere), soylarına, ırklarına, dinlerine, cinsiyetlerine veya demokrasilerde halk çoğunluğuna (çoğu zaman bu çoğunluğun diktatörlüğüdür) dayandırarak meşrulaştırırlar. Bu haklarını ayrıcalıklı haklar haline getiren düzeni, söylemi ve kavramları doğal, kutsal ve değişmez gösterirler ki herkes yerini bilsin ve boyun eğsin diye. Kadınlar erkeklere, işçiler patronlara, çocuklar narsisist ebeveynlerine, halk baskıcı siyasi iktidara, yurttaş otoriter devlete, müritler dinbaz cemaatlere bu yolla boyun eğdirilir.
İhtişamlı kiliseler, camiler, saraylar, kaleler, piramitler vb. yapılar, onları yaptıran iktidarların ve mimarlarının adı ile bilinir, sanki tek başlarına bu yapıların yapılması için yeterli oldukları düşünülür. Ancak bunların yapımlarında çalıştırılan işçilerin haklarının verilip verilmediği, kaçının bu esnada hayatını kaybettiği, kaçının yasının tutulmadığı, yapıların ihtişamı kadar kimsenin dikkatini çekmez. Mega yapıların arkasında daha ziyade onurlu yaşam imkanları ellerinden alınmışların kanı ve alın teri olduğunu hesaba katmak gerek. Şimdilerde de modern kölelik sisteminin “Getir” yemek gibi şirketler yoluyla kurulduğunu görüyoruz. Parası olana tanınan “getir!” deme yetkisiyle kendini bir sultan ya da bir kral/kraliçe gibi hissettirme gayesi güden, dolayısıyla bir şişe su, bir sakız için bile “getir!” diyebilme keyfiyetini doğal hak olarak tesis eden modern bir kölelik sistemi.
Var olan ve etkin bir değer kavramı olarak paraya ve hep parayla satın alınabilecek şeylere mi ihtiyaç duyarız? Temiz hava, su ve toprak veya güven, saygı, sevgi ve haysiyet gibi duygular satın alınabilir mi? Gerçi Marx burjuva toplumunda paranın, kişinin bütün yeteneksizliklerini ve kusurlarını karşıtlarına dönüştürme gücünden bahseder ama dünyayı ve diğer insanları gerçekten hissetmek ve yeteneklerimizi geliştirmek için para değil emek vermemiz ve sahici olmamız gerektiğini söyler: “İnsanı insan olarak, dünyayla ilişkilerini de insani ilişkiler olarak kabul ederseniz, sevgiyi yalnız sevgiyle, güveni yalnız güvenle, vb. değiştirebilirsiniz. Sanatın tadına varmak istiyorsanız, sanat kültürü almış biri olmalısınız; başkalarını etkilemek istiyorsanız, başkalarını gerçekten canlandıran ve yüreklendiren biri olmalısınız. İnsanla -ve doğayla- ilişkilerinizin her biri, gerçek bireysel hayatınızın belirli bir şekilde kendini göstermesi olmalı, istemimizin nesnesine uymalıdır.” (2017: 152-153).
Bir toprak parçasını satın aldığımızda ne kadarının kullanım hakkına sahip oluruz? Siyasi bir iktidar o ülkenin sadece yurttaşlarının değil (toprağının, havasının ve suyunun) doğasının da mı iktidarı olur? Evet, doğayı da toptan sömürgeleştirecekleri, boyun eğdirecekleri bir halk gibi görüyorlar. Bir ülkede doğaya nasıl davranıldığı emekçiye, işçiye, yoksula, çocuğa, kadına nasıl davranıldığıyla eş güdümlüdür. Halka ait müştereklerden olan müzeler, tarihi yerler, doğa parkları ve plajlar da ekonomikleştirilir. Bizden önceki devirlerde yaşayan insanların gündelik hayatlarını, yaşam zenginliklerini görmek için gittiğimiz müzeler, doğal güzellikleri görmek için gittiğimiz doğa parkları, kitaplardan faydalanmak için gittiğimiz kütüphaneler iktidara mı yoksa halka mı aittir? İktidar kullanım hakkına sahip olduğu için ötekilerin buraları nasıl ve ne zaman kullanabileceğine dair karar verme hakkına da sahip olmaktadır. Bu durumda iktidar toprağı, suyu ve havayı da kullanım hakkına ve tek başına onlarla ilgili karar verme hakkına sahiptir. Termik ve hidroelektrik santralleri, taş ve mermer ocakları, altın ve değerli taş madenleri orada yaşayan halkın habitatını olumsuz etkilemektedir. Uzun zamandır halk yaşadığı yerdeki toprağına, suyuna ve havasına sahip çıkarken iktidarın ve istilacı şirketlerin sahip olma, zenginleşme ve güç elde etme arzusuna karşılık bunların müşterekleri olduğu haklı duygusuyla hareket ediyor. İster insan eliyle yapılmış olsun ister doğal olsun toprağın altındaki ve üstündekiler halkın müşterekleridir, iktidarların veya huluskarlarının kendi çıkarlarına kullanacakları malları değil. Bu nedenle doğanın zenginliğini ve verimliliğini azaltmayacak şekilde, halkın katılımıyla, elde edilen gelirlerin kamu yararı güden işlerde ve adil bir şekilde paylaştırılması kaydıyla ancak bu müşterekleri kullanmak doğru olur.
Jay Walljasper (2015), “müşterekler” kavramını, doğanın ve toplumun hepimize ait olan, paylaştığımız ve gelecek kuşaklar için korunması gereken yaratımları olarak tanımlar. Müşterekler halkın hafıza alanları olduğu kadar ortak deneyim alanlarıdır; insanların biriktirdiği bilgidir; üzerinde yürüdüğü yollar, kaldırımlardır; altında soluklandığı ağaçlar, meyvesinden yağ çıkardığı zeytin ağaçları, ektiği tarlalardır; birlikte iş yapma halidir… Müşterekleri korumak yoluyla halk birbirine sahip çıkar, sadece insanlarla değil doğayla da birlikte kurulan bir yaşamı, o birlikteliği mümkün kılan bağları korumak ister aslında. Müşterekler bizi birbirimize ve doğaya bağlayan bağlardır. Bizatihi bu bağlar bize yaşamak ve eylemde bulunmak yetisi kazandırır. Aynı zamanda paylaştığımız hayatı karşılıklı bağlılıklarla mümkün olan bir şey olarak deneyimlediğimizde, bizzat bu deneyim bize bunun etik yükümlülükleri olduğunu da gösterir. Bugün Türkiye’nin dört bir yanında iktidarın ve huluskarlarının insanı ve doğayı ekonomikleştirmek yoluyla sömürmelerine karşı, belli riskleri göze alarak “biz buradayız ve bizi birbirimize ve doğaya bağlayan bağlılıklarımızı, emeğimizi ve yaşamamızı koruyacağız” deme etik yükümlülüğünü ve eylemliliğini gösteren halk protestoları bize müşterekleri savunmanın aynı zamanda halk iradesine dayalı gerçek bir demokrasi savunusu/duyarlılığı ve mücadelesi olduğunu göstermektedir.
Kaynakça
Bauman, Zygmunt (2017). Sosyolojik Düşünmek, Çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul, Ayrıntı Yay.
Marx, Karl (2017). 1844 El Yazmaları, Çev. Murat Belge, İstanbul, Birikim Yay.
Walljasper, Jay (2015). Müştereklerimiz-Paylaştığımız Her Şey, Haz. Bengi Akbulut, İstanbul, Metis Yay.