“Bence edebiyat bütün çeşitleriyle masalla başlar, masalla biter. Ama gene de masal şiire yakındır en çok. Ritmiyle, tekrarlarıyla, lakonikliğiyle, hayaliyle, hasretiyle, dramıyla, trajedisiyle, eşyası ve insanı işleyişiyle, tabiatta ve cemiyette eşine rastlanmayan, ama umutlarımızı, korkularımızı, sevinçlerimizi bütün derinlikleri, bütün genişlikleriyle taşıyan yeni eşyalar, yeni insanlar, yeni hayvanlar yaratışıyla masal elbette ki en çok şiire yakındır.” (Nâzım Hikmet)
1950’li yıllar… Nâzım Hikmet, “Sevdalınız komünisttir/ Yatar Bursa kalesinde” diyerek “Yusuf Makamı” ya da “Yusuf Kuyusu” da denen zindanda yatmaktadır. Saatlerin uzun günlerin kısa; günlerin uzun, haftaların kısa; haftaların uzun ayların kısa; ayların uzun yılların kısa olduğu zamanlardır. Kendileriyle aracısız konuşan mahpuslar, ben ile biz, içeri ile dışarı, siyaset ile sanat, masal ile gerçek, her şeyi yeni bir kalıba dökmekte, heves ile nefesi, sabır ile sırrı, mekân ile makamı denkleştirerek eski kendilerinden yeni kendilerine taşınmanın derdindedir.
Nâzım, “Öğrenmenin yaşı çok!” diyerek Tevrat’ı okumaya başlar. Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin’e bir kitapta rastladığında yaptığı gibi pencerenin önündeki ranzada okumaya başlar. Okuduğu, bildiği Yusuf Kıssası’ndan çok farklıdır. O heyecanla 1950’de “üvey oğlu” Mehmet Fuat’a yazdığı mektupta hâl beyanında bulunur:
“… Birkaç zamandır Tevrat’ı okuyordum. Çeşitli insan ihtiraslarını gayet basit, hatta çocukçasına, fakat bütün azametiyle hikâye ediyor. Tevrat’ın içinde kaynaşan insan kalabalığının çırılçıplak iç dünyalarını başka bir kitapta bulmak zor olsa gerek. Mesela, en orada yepyeni bir YUSUF keşfettim. Tarlada kendi buğday demetinin önünde başka demetlerin eğildiğini gören, güneş ve ay ve on bir yıldızın ayaklarına kapandığını gören bir YUSUF. Kendisinden bu rüyaların sahibi diye bahsedilen YUSUF. Kardeşlerinin sözlerini babası Yakup’a fitleyen, atıldığı zindanda muhafız reisinin gözünde lütuf bulan ve nihayet Firavun’un baş veziri olan, bütün Mısır’a hükmeden ve kıtlık yıllarında Mısır halkının öküzünü, toprağını Firavun’un üstüne yapıp, nihayet kendilerini de Firavun’a köle eden bir YUSUF (…) İşte bu YUSUF’tan bir piyes yapmaya çalışıyorum.”
Nâzım o heyecanla, başka hapishanede yatan tuz-ekmek, tuz-zindan dostu Kemal Tahir’e de bir mektup yazar: “Bu Yusuf beni epey oyaladı, bir taraftan Mısır tarihini yeni baştan okudum, bir yandan Tevrat’ı bir kere daha devrettim. Tabii, aşk sahnelerinin sözlerine Süleyman’ın Neşideler Neşidesi’nden parçalar almağı unutmadım. Hazreti Süleyman ayarında lirik, sevda şairi ne gelmiş, ne gelecek.”
Aradan yıllar geçer, Nâzım tahliye olup, sürgün yıllarını yaşayacağı Sovyetler Birliği’ne firar eder…
“Şolom Aleyhum! Selam Aleyküm!”
“(…) Sovyetler Birliği’nde antisemitizm çeşitli boyutlarda hep olmakla birlikte, sıçrama yapması İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve İsrail’in kuruluşuyla birliktedir. Her ne kadar Stalin, zamanında İsrail’in kuruluşunu desteklemiş ve Yahudi yerleşimcileri silahlandırmış olsa da, ülkenin Sovyet yörüngesine girmeyeceği ve Sovyet cumhuriyetlerinde yaşayan Yahudilerin yeni devletin coşkusunu paylaştığı belli olduktan sonra işin rengi değişir. Sovyet devletinin Yahudilere karşı olumsuz tavrı bir dizi sansasyonel olayla kendini belli eder: Antifaşist Yahudi Komitesi politbüro kararıyla dağıtılır, ‘kozmopolitizmle’ mücadeleye girişilir, Stalin’in hayatına kastettikleri gerekçesiyle ağırlıklı olarak Yahudi doktorlardan oluşan bir grup işten atılır, tutuklanır, kamplara sürülür veya idam edilir.” (Mustafa Yılmaz)
Yahudi yazarların eserlerine uygulanan bu furyadan, Şolom Aleyhem de nasibini alır, yasaklanır. Stalin’in ölümünden sonra görece özgürlük ortamında Solomon Mihoels gibi sanatçıların itibarları iade edilir, “Doktorlar Davası”nda tutuklananlar serbest bırakılır. 1954 yılında Şolom Aleyhem’in Küçük Motl’u (Malçik Motl) İlya Ehrenburg sayesinde yayımlanır. Şolom Aleyhem severler 1959’da yazarın doğumunun yüzüncü yılını kutlamak ister. İşin perde arkasındaki Barış Meclisi Başkan Yardımcısı Ehrenburg’un marifetiyle16 Mart 1959 tarihinde yazarın 100. doğum gününün devlet eliyle kutlanması sağlanır. Barış Meclisi üyesi Nâzım Hikmet de davetliler arasındadır. Etkinliğe katılayan Nâzım, ironik bir mesaj gönderir:
“Sevgili Dostlar. Gene beklenmedik bir şekilde hastalandım ve bu illetim sizinle beraber olup Şolom Aleyhum’a olan sevgimi ve sadece Musevi klasiklerinin değil dünya edebiyatının yeni akımlarının öncüsü olmuş ve gerçek bilgeliğe, ince hüzne ve derin iyimserliğe olan hayranlığımı bildirme mutluluğundan beni mahrum etti. Bu büyük hümanist yazar, insanoğlunun olduğu her yerde beğeniyle karşılanmakta ama sosyalist dünyada insanlar onu, başka bir içtenlik, özel bir kavrayışla okuyorlar. Saygıyla önünde eğiliyorum, Şolom Aleyhum! Selam Aleyküm, Şolom Aleyhum, Selam Aleyküm!”
Hz. Süleyman’ın “Ezgiler Ezgisi”nin, Nâzım Hikmet’in dikkatini Bursa Hapishanesi’nde çektiğini söylemiştik. Nâzım, Şolom Aleyhem’in Yidiş dilinde yazılmış “Ezgilerin Ezgisi” (Şir ha Şirim) romanını 1957 tarihli “Pesn’pesney” Rusça çevirisinden okuyunca, hapishane yıllarına giderek Tevrat’ı, Hz. Süleyman’ın Neşideler Neşidesi’ni yeniden düşünür. Kitaptaki lirizm ve insancıllık onu öyle sarsar ki, 7 Mart 1958’de geri dönüşümlü “Masalların Masalı” şiirini yazar.
“Masallar Masalı” (Skazka Skazok)
1976… Mart… Yuri Norşteyn, arkadaşı Ludmilla Petruşevskaya’yı telefonla arayarak, savaş zamanında geçen çocukluğuyla ilgili yapmak istediği çizgi filmin senaryosunu yazmasını ister. Doğumuna bir ay kalmış Petruşevskaya üzülerek teklifi geri çevirir. Doğurduktan üç sonra Petruşevskaya arkadaşının kapısına dayanıp dillenir: “Yura! Hatırlar mısın bana şiir kitapları getirmiştin. Hepsi de romantik yazarlardı, Garcia Lorca, Pablo Neruda, Nazım Hikmet. Ve de bir Picasso albümü… Hatırlar mısın Nâzım Hikmet’in bir şiiri seni esir almıştı: Masalların Masalı… Bunun filmini yapmak istiyordun. Tamamen şiirle doluydun… Peki ya ben? Bense tamamen sütle… Ve aklımda sadece çocuklar vardı…
İki arkadaş filmi kurgulamaya başlarlar. Petruşevskaya, filme bir kahraman daha gerektiğini bunun Rus masallarındaki kötü karakter “kurt” olmasında ısrar eder. Çok ünlü bir ninninin ‘kötü karakteri’ olan, uyumayan çocukları ‘çalan’, küçük boz bir kurt böylece filmin iyi kahramanı olur… Filmin ismini “Pridyot serinkiy valçok” (Küçük Boz Kurt Gelecek) olarak düşünürlerse de isim, “tehditkâr” bulunarak sansüre takılır. Norşteyn’in alternatifi çok sevdiği Nâzım Hikmet şiirinin adıdır: Masalların Masalı. Bu çizgi filmi anlamamız için Petruşevskaya’nın mektubuna dönelim: “Bütün bunlar nasıl birleştirilir ki, şair, kurt, benim çocuğum, savaş, Hikmet’in dizeleri, çınar, su, kedi, sonra Picasso’nun grafikleri? Nasıl? Yura, senaryoya savaş yıllarında geçen çocukluğunu da eklememi istemiştin!”
Filmin müziği ise 1930’lu yıllarda Polonya’da ve Sovyetler Birliği’nde çok sevilen Peterburgskiy bestesi eski bir tangodur. “Utomlennoe Solntse”, “Yorgun Güneş” adlı tango, savaş öncesi tedirgin bekleyişi ve savaşın bittiği günkü buruk sevinci, o günü çok net hatırlayan Petruşevskaya’nın anlatımını betimler:
“Savaşın bittiği gün, Yura, sen dört yaşındaydın. Bense neredeyse yedi. Savaşın yarattığı yarı dilenci, başıboş gezen çocuklardan biriydim. Ninemle ve teyzemle ışıksız bir yerde yaşıyorduk ve kırıntılarla besleniyorduk. Her şeyi gördüm. 9 Mayıs 1945 gecesi saat dörtte, karanlık aydınlanırken aşağılardan gelen çığlıkları ve silah seslerini duydum. Çıplak ayakla sokağa fırladım. İnsanlar yarı karanlıkta koşuyordu. Bütün gün şarkılar söylendi, dans edildi, içildi ve gözyaşı döküldü. Hastanelerde yatan yaralılar bandajlar içinde, omuzlarda taşınarak sokağa çıkarıldı. Her yerde akordeon, gramofon ve orkestra sesleri. Akşama doğru Volga kıyısında havai fişekler atıldı.”
Norşteyn filme birkaç “sır”gizler: Bebeğin süt emme sesleri bir köpeğe aittir. Küçük kurdun, bir dergiden alınan nevrotik gözleri bir kazadan kurtarılan bir kediye aittir. Asıl tutkusu resim yapmak olan Norşteyn “planı parmaklarının ucunda hissetmeden” çalışamayan bir canlandırmacıdır. Bu nedenle bilgisayar tekniklerinden yararlanmaz ve her şeyi eliyle yapmayı tercih eder. Filmde Rus folklorunun uyumayan bebekleri kapıp götüren küçük bozkurt, zorlukla beslenen, oyuncağı bir singer dikiş makinesi olan bu kurt çocukları kaçıran kurt değil, sorumluluk sahibi bir kurttur. Çınarın altında yatan şiir eleştirmeni kedi gibi, kardeşine bakması için ablayı uyaran boğa gibi insancıldır, sanattan anlamakta ve şiirin ışıltısından etkilenmektedir. Savaşın danslı eğlenceyi sonlandırması, gramofonun her takılışında bir koca, bir kardeş, bir oğul eksilmesi olarak gösterilir. Elma yemeye bayılan ve bilinenin aksine küçük kurtlardan ve kargalarla takılmaktan hoşlanan bir savaş zamanı çocuğu… Ve tabii su başındaki çınar… Picassovari çizgilerle çizilmiş, “çok şükür”, yaşayanların mutluluğu… Huzur… Son olarak Norşteyn’in deyimiyle, çocukluğun bitişini imleyen bir köprü.
Festivallerde önemli ödüller kazanan Skazka Skazok (Masalların Masalı) adlı canlandırma, birçok eleştirmen tarafından gelmiş geçmiş en iyi canlandırmalardan birisi, hatta kimilerine göre en iyisi olarak gösterilir. Masalların Masalı, Türkiye’de de 2006 Kasım’ında Gezici Festival programında, çeşitli illerde izleyicilerle buluşur.
Bu bilgilerden sonra, şiiri birlikte okuyalım:
MASALLARIN MASALI
Su başında durmuşuz/ çınarla ben./ Suda suretimiz çıkıyor/ çınarla benim./ Suyun şavkı vuruyor bize/ çınarla bana.
Su başında durmuşuz/ çınarla ben, bir de kedi./ Suda suretimiz çıkıyor/ çınarla ben, bir de kedinin./ Suyun şavkı vuruyor bize/ çınara, bana, bir de kediye.
Su başında durmuşuz/ çınar, ben, kedi, bir de güneş./ Suda suretimiz çıkıyor/ çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin./ Suyun şavkı vuruyor bize/ çınara, bana, kediye, bir de güneşe.
Su başında durmuşuz/ çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz./ Suda suretimiz çıkıyor/ çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün.// Suyun şavkı vuruyor bize/ çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.
Su başında durmuşuz/ Önce kedi gidecek/ kaybolacak suda sureti./ Sonra ben gideceğim/ kaybolacak suda suretim/ Sonra çınar gidecek/ kaybolacak suda sureti./ Sonra su gidecek/ güneş kalacak,/ Sonra o da gidecek.
Su başında durmuşuz/ çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz./ Su serin,/ Çınar ulu,/ Ben şiir yazıyorum/ Kedi uyukluyor/ Güneş sıcak/ Çok şükür yaşıyoruz/ Suyun şavkı vuruyor bize/ Çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.
Nâzım Hikmet
(7 Mart 1958, Varşova)
Kaynak:
1-) Mustafa Yılmaz “Masalların Masalı, Ezgilerin Ezgisi”
2- Mustafa Kemal Yılmaz, Skazka skazok – Masalların Masalı