Pazar, Aralık 22, 2024
spot_img

Namertlerde Gölge Olmaz, Ar Olmaz*

Yaşadığımız toprakların tarihinde, zalim muktedirlerin ve açgözlü bezirganların eksikliği hiç çekilmemiş. Biri gitse, ikisi doldurmuş yerini. Hazine Bakanı Damat Berat Albayrak’ın istifası eski bir hikâyeyi anımsattı bana; Anadolu insanının, yaşadığı zulmü incecik nüktelerle yerdiği binlerce anlatıdan birisini yeniden yazdım, okuyun, beğeneceksiniz…

Vakti zamanında Anadolu’nun uzak bir köşesinde kendine göre varlıklı sayılabilecek bir adam yaşıyormuş. Çevresindekilerin deyişiyle zeki, esprili ve mukallit bir adammış. Gel zaman git zaman yaşı ilerlemiş, hastalanmış. Tek oğlu Hasan’ı yanı başına çağırmış.

“Ey oğul, bana ecel vakti göründü, Azrail kapı önünde bekliyor, beni almadan da gitmez uğursuz. Şimdi beni iyice dinle. Benden sonra bütün malım, mülküm, toprağım senin olacak. İzin vereler, iki torba altın almadan şuradan şuraya gitmem, öbür yanda giriş akçası sorarlarsa ne ederiz bilmem, lakin gideceğimiz yer toprak, ondan ötesi kara toprak. İmdi, şurada gördüğün bir kese altındır. İçinden teki bile sana helal değildir. Vasiyetim odur ki, bu keseyi alıp İstanbol’a varacaksın, orada insanları iyiden iyiye inceleyeceksin, içlerindeki en aptalını bulunca bu keseyi ona takdim edip buraya dönecek, benim malıma mülküme sahip olacaksın. Dediğimi harfiyen yerine getirmezsen iyi saatte olsunlara karışırım, rüyalarında hortlar, hayatı sana zindan ederim.”

Sözlerini tamamlayınca usulca ölmüş, ölümünden sonra bile yüzünde hınzır bir gülümseme varmış. Oğlu babasına karşı tüm vazifelerini yerine getirmiş, cenaze toprağa verilmiş. Verilmiş verilmesine ama Hasan’ın kaygısı, tasası yeni başlıyor. Bir yandan kendi kendine dertlenir, öte yandan söylenirmiş.

“Eh buba, gitmeden ettin edeceğini, bura nire, İstanbol nire, yol bilmem iz bilmem, yollarda kurda kuşa meze olacak bedenim. Hem sonra İstanbol’un taşı toprağı altın imiş, kim ne etsin benim bir kese altınımı.”

Böyle dermiş ama babasının ne denli akıllı ve becerikli olduğunu bildiğinden hortlayıp düşlerine ineceğinden de çok korkarmış. Sonunda keseyi ceketinin astarına diktirip yola koyulmuş. Yol uzun, günler ve haftalarca yol almış, her menzilde bir han, her handa Faruk Nafiz’in bir duvarına rastlamış. Sonunda İstanbul’a varmış. Aklı bir gitmiş bir gelmiş Hasan’ın; hınca hınç insan, bir yanda heybetli binalar, Osmanlı’nın ihtişamlı konakları, öte yandan bir yanına yatık ve üzerindeki yoksulluğun ağırlığından çökecekmiş gibi duran viran evler.

Hasan İstanbul’a varır varmaz ucuzundan bir oda kiralamış, her gün semt semt gezip koca şehrin en aptalını arayıp sormaya başlamış. Kolaysa bul en aptal insanı, tam “işte en aptalı bu” diyecek, bir başka daha aptal buluyor. Köylerine gelen çerçilerin bohçasından daha karışmışmış aklı, her geçen gün umudu daha da kırılmış.

Haftalar sonra yolu büyük bir meydana düşmüş, meydanda bir büyük çeşme ve bir dolu insan varmış. Çeşmeye gözleri takılınca titremiş korkudan bacakları, kelli felli, güzel sakallı bir adamın kesik kafası çeşmede durup duruyor. Bir anda kalabalık dalgalanmış, gürültülü, kılıç şakırtılı bir insan topluluğu ağır ağır meydana doğru ilerliyor. Meydana girenlerin hepsi gösterişliymiş ama başlarındaki zat hepsinden azametli. Şalvarı şaltak, eyeri kaltak bir Osmanlı paşası ağır ve sert bakışlarla etrafı süzüyormuş. Hasan’ın sağındaki solundaki adamlar çekiştirmişler elbisesinin eteğini, “eğil hemşerim, eğil, kelleni taşımaktan yoruldun herhal” demiş biri. Hasan şaşkın, eğilmiş, bir yandan fısıltıyla sormuş yanındakine, “buraların yabancısıyım, de bakalım kimindir o kesik kafa, kimdir bu heybetli paşa.” Yanındaki adam aynı fısıltılı ama duruma alışkın bir ses tonuyla cevap vermiş.

“Hemşerim kim olsun istersin, kesik kafa eski vezirdir, o gördüğün paşa da yeni vezir.”

Hasan, garip Hasan, içinden bir sevinç çığlığı kopmuş, sökmüş elbisesinin astarını ve koşup çökmüş yeni vezirin atlarının ayaklarına.

“Haşmetli paşam, bu keseyi rahmetli bubam size armağan gönderdi, kabul buyurun.”

Hasan vezirin elbisesinin eteklerini öperken, yüzünde babasının ölürken ki o hınzır, muzip ifadesinin tıpkısı varmış. Hiç oyalanmadan memleketinin yoluna düşmüş, dudaklarında ise fıkır fıkır bir Karacaoğlan türküsü:

“Yiğit olan yiğit biner atlanır

Kötüler de her cefaya katlanır

Yiğit gölgesinde yiğit saklanır

Namertlerde gölge olmaz ar olmaz*”

 

Kaynak: Bu öykü, Emekli tarih hocası babam Aydoğan Demir’in Osmanlı dönemine ait anlattığı pek çok hikâyeden biridir. Ben yeni bir dil ve tarzla yeniden yazdım.

Bir Cevap Yazın