Okumakla ‘bir yere’ gelemeyeceğini anladıktan sonra lise öğrenimini bırakıp AKP’de çalışmaya başlayan Kürşat Ayvatoğlu’nun görüntüleri ve sonrasında yapılan açıklamalar bir kez daha çürümenin yükselen değer olduğunu gösterdi.
Sıradan bir gencin AKP içinde yer aldıktan sonra 5 yıl gibi kısa bir sürede varsıllaşması, hızlı yükselişi, parti üst yöneticilerinin adamı olması ve lüks araç içinde “pudra şekeri” çekmesi basit bir Türkiye gerçeğidir.
Saray/ AKP/ MHP iktidarı buna benzer durumlarla çok karşılaştı/ yakalandı. Gerçekte, bu durumları üretti; toplumsal tepkiyi göğüsleyemez hale gelinceye kadar da göz yumdu, korudu. Konumuz bu değil.
Geçtiğimiz 10 gün içinde, bir kararname ile İstanbul Sözleşmesi’den çekilinmesi, Merkez Bankası başkanının hafta sonu bir kararnameyle görevden alınması, HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülüp tutuklanma kararının çıkması, HDP’ye kapatma davası açılıp 700’e yakın kişiye siyaset yasağı istenmesi, Gezi Parkı’nın belediyeden alınıp faal olmayan bir vakfa verilmesi, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine yönelik gözaltı ve şiddete tanık olduk. Bunlara işverenlerin ahlaksız bir tutumla işten çıkarma yasağını “tazminatla işten çıkarma yasağına” dönüştürüp kod:29 işçi çıkarmaya devam etmelerini ekleyebiliriz.
Bu saydıklarımıza dikkat edildiğinde Saray/ AKP/ MHP ve Vatan Partisi bloğunun kendi kitle tabanını oluşturan gerici, ırkçı çevreleri tutmak, sermayeyi ürkütmemek için atılan adımlar olduğu görülecektir. Tüm uygulamalar sonrası partilerden, cemaat ve tarikatlara kadar Saray’a teşekkür edenlere baktığımızda gördüğümüz şey; Saray/ AKP/ MHP iktidarının içe dönük bir tahkimata giriştiğidir. Öyle ki AKP’nin 2015’e kadar izlediği, hatta önemsediği görece çeşitli ve farklı kesimleri parti içinde tutma, partiye katma eğilimleri terk edilmiş durumdadır. Son AKP kongresi de bunun somutlaşmış örneğidir.
Saray/ AKP/ MHP iktidarı kendi kitle tabanlarını tutabilmek için semboller üzerinden toparlanmaya çalışırken bir yandan da kontrollü olarak gerilimi yükseltiyor. Özellikle Boğaziçi Direnişi, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi protesto eden kadınlar, kod:29 ahlaksızlığına karşı hakları için eylem yapan işçiler üzerindeki baskı ve şiddetin gerilimi artırmaya yönelik olduğu çok açıktır. Bundan sonra da başta emek mücadelesi, kadın ve öğrenci hareketine yönelik baskının artma olasılığı dikkate alındığında özgürlük, eşitlik, adalet ve laiklik talebi olan güçler olarak bir araya gelip ortak bir mukavemet hattı oluşturmamız yaşamsal önemdedir.
AKP KONGRESİ BİZE NE SÖYLÜYOR
Siyasal İslamcı çevrelerin yıllardır kendi içlerinde tartıştığı kültürel alanda yetersiz, etkisiz olma durumunu aşamamış olmaları AKP kongresinde de dile getirildi. Fakat bu kez “kültürel dönüşümü başardık” biçiminde ifade edildi. Yani kültür sanat alanında ‘dini’, ‘milli’, ‘yerli’, ‘ahlaki’ vb. değerlerin öne çıkarıldığı, toplum tarafından kabul gördüğü bir ortam yerine doğrudan toplumun kültürel olarak dönüştürülmesi dile getirildi.
Önümüzdeki dönemde özellikle Saray ve AKP’nin Milli Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere eğitim ve kültür kurumlarını, interneti, öğrenci yurtlarını bu kültürel dönüşüm için daha etkili/ baskın biçimde kullanacağını beklemeliyiz.
Saray ve AKP’nin böyle bir adım atması durumunda tarikat ve cemaatlerin daha pervasız biçimde özellikle çocuklara ve kadınlara yönelik gerici faaliyetlerinin artacağı kesindir.
AKP kongresinin sloganı ‘güven ve istikrar’dı. Geçmişte yapılan yollar, havaalanları, hastaneler (inşaat) dışında hikayesi kalmayan ve yeni bir hikâye yazmak bir yana buhrana dönüşmeye başlayan ekonomik kriz, işsizlik ve korona salgınıyla birlikte derinleşen yoksulluk karşısında çözüm üretemeyen Saray ve AKP tek yol olarak kendi kitle tabanına seslenebiliyor. “Bize güvenin, istikrarı biz sağlarız” sözünün sokakta ve geçmişte iktidara oy vermiş yoksul, işsiz kitle açısından bir anlamı yok.
Bu yüzden hem kamu kurumlarına hem parti içine yeni görevlendirmeler İslamcı ve ırkçı çevrelerin ‘hassasiyetleri’ dikkate alınarak yapılıyor. Yetmediği anlaşılıyor ki hem kamuda yeni kurulan, kurulması düşünülen kurumlara, hem de sayısı artırılan parti yönetim kadrolarına yerleştirmeler yapılıyor. Hoşnutsuzluk belirtileri gösteren, uzak duran, başka partilere gidebileceği düşünülenler bir göreve getiriliyor. Halka veya seçmene değil devlete sırtını dayamış ve devlet olmuş bir iktidar resmidir gördüğümüz. İktidarın devamı için nabza göre şerbet yetmezse, pudra şekeri veren, mafya suçlularını hapisten çıkarıp muteber kişi düzeyine yükselten bir iktidar.
“19 yıl hazırlık dönemiydi, bundan sonra sonuca yöneleceğiz” sözü, Meclis Başkanı Mustafa Şentop’un İstanbul Sözleşmesi’nden kararnameyle çıkılması konusunda “Cumhurbaşkanı isterse Montrö dahil çeşitli uluslarası sözleşmelerden çıkması teknik olarak mümkün” sözü Saray/ AKP/ MHP iktidarının resmi bir rejim değişikliğine hazırlık yaptıklarını düşündürüyor.
AİHM kararlarına rağmen Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala’nın serbest bırakılmamaları iktidarın iç hukukla birlikte uluslararası hukuku da ciddiye almadığını, daha doğrusu ancak hukuk dışı biçimde iktidarını sürdürebileceğini kavradığını gösteriyor. Yeni Anayasa, İnsan Hakları Eylem Planı, AB kriterleri gibi sözlerin ardından bile ikna edici bir hamle yapmıyor, yapamıyor oluşu Saray/ AKP/ MHP iktidarının karakterini göstermektedir. Hukuksuzluk!
Aynı hukuksuzluğu Hrant Dink davasında da gördük. Ceza verilen sanıkların aynı zamanda FETÖ davası sanıkları olduğu, tetikçilerin de FETÖ soruşturmasında dahil edildiği bir yargılama süreci gördük. Oysa Hrant öldürülmeden önce yazdıkları, kendisine karşı yürütülen linç kampanyaları vb. dikkate alındığında birçok kamu görevlisinin beraat ettirildiği çok açıktır. İktidar tüm suçu FETÖ’ye yıkarak bir ‘temizlik’ yapmaya çalışıyor. Dolasıyla bundan sonrası için yapacaklarını da göstermiş oluyor.
Benzer biçimde Cumartesi Anneleri’ne açılan davada da Saray/ AKP/ MHP iktidarının devlete yaslandığının, devlet olduğunun bir göstergesi olarak; failinin devlet olduğu, cinayet, kaybetme olayları karşısında alınan bu tutum suçluların korunması, kollanması, gizlenmesi için her türlü hukuksuzluğun yapılacağını gösteriyor.
UZAKTAN ÇALIŞMA
Salgın gerekçe gösterilerek kısmen özel sektörde uygulanan uzaktan çalışmanın önümüzdeki yıllarda Milli Eğitim’de kalıcı olacağı açıklandı. Ekonomik Reform Paketi’nde uzaktan çalışmaya yönelik düzenlemelerin yapılması da yer alıyor.
Sermaye açısından işyeri (binalar ve giderleri), çalışanlara karşı sosyal yükümlülükler gibi harcamalardan ve sorumluluklardan kurtulmak anlamına gelen uzaktan çalışmanın Milli Eğitim’de ‘uzaktan eğitim’ olarak uygulanması her şeyden önce öğrencilerin sosyal ve psikolojik gelişimini etkileyecektir.
Uzaktan eğitim alt yapısına ve olanağına sahip olmayan yüzbinlerce çocuğun eğitim/ öğretim alanından dışlanması, özellikle de kız çocuklarının eve veya dini kurslara kapatılmasıyla sonuçlanması anlamına gelecektir. 4+4+4 uygulaması kız çocuklarının ve mevsimlik işçi olarak çalışan ailelerin çocuklarının öğrenimden uzaklaşmasına yol açtığı düşünülürse ‘uzaktan eğitim’ varlıklı, dar bir çevrenin yararlandığı hak olacaktır.
Devletin bir sermaye şirketi gibi derslik, okul, öğretmen giderleri vb. hesap yapması kabul edilemez. Dolayısıyla bir yandan eğitim/ öğretim hakkını, bir yandan da bilimsel, laik eğitimi savunmak zorundayız. Sonradan dönüp telafi edemeyeceğimiz bir geri gidişe karşı bugünden ortak bir hat yaratmak zorundayız.
MONTRÖ ÖYLESİNE BİR SÖZ MÜ?
Yukarıda belirttiğimiz Meclis Başkanının sözü rast gele söylenmiş olabilir mi? Montrö Sözleşmesi Boğazlar’daki gemi geçişini, savaş gemilerinin nasıl geçeceği vb. konuları düzenleyen uluslarası bir belgedir. Çok sayıda ülkenin imzasının olduğu bu sözleşme özellikle ABD ve NATO savaş gemilerinin Karadeniz’e girişlerini de sınırlamaktadır.
ABD’de Biden’ın başkan olmasından sonra yeniden Rusya’ya (ardından Çin ve İran) yönelik soğuk savaş politikaları yaşama geçirildi. AB’nin bile Rusya ile ilişkilerini sınırlayan Biden S-400’ler konusunda taviz vermeyeceğini gösterdi. Bu arada Saray/ AKP açısından Halkbank davası çok büyük önem arz ediyor.
Türkiye’nin Montrö Sözleşmesi’nden çıkması durumunda Çanakkale Boğazı ve İstanbul Boğazı’ndan gemi geçişini düzenleyen bağlayıcı bir metin de ortadan kalkmış olacak. Böylece ABD, NATO veya başka ülkelerin savaş gemileri de uluslarası sınırlamalar yerine (belki) Türkiye’nin belirleyeceği sınırlamalara tabi olacak. Bu durum Rusya’nın Karadeniz’den çıkamaması, ABD veya Türkiye’nin de üyesi olduğu NATO savaş gemilerinin Karadeniz’e girmesi anlamına gelir ki bu Saray/ AKP/ MHP iktidarının Türkiye’yi uçuruma atması demektir.
Meclis Başkanı Mustafa Şentop’un bu sözü bilmeden, düşünmeden söylediğini ummakla birlikte bir savaşa yol açabilecek böyle sözler ve olası adımlara karşı da barışı savunmak zorundayız. Saray/ AKP/ MHP iktidarının çıkarlarıyla Türkiye halkaları ve bölge halklarının çıkarlarının ortak olmadığı gerçeğini ısrarla vurgulamak hepimizin görevi ve sorumluluğudur.
KONTROLLÜ DÖNÜŞ ÇABALARI
ABD Başkanı Biden AB ülkelerinden Türkiye’ye yönelik yaptırım kararlarının ertelenmesi istedi. Geçtiğimiz hafta yapılan AB toplantılarından Türkiye’ye ilişkilerin düzeltilmesi için zaman verilmesi, Suriyeli sığınmacılar için AB fonlarının gözden geçirilmesi kararları çıktı. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme ve hukuk kurallarının işlememesinden dolayı üzüntüler dile getirildi. Fakat Türkiye için ‘aday ülke’, ‘ortak’ gibi ifadeler yerine ‘komşu ülke’ tanımlaması diplomatik olarak Türkiye’nin şu anki durumu ve yönetimiyle AB’de yerinin olmadığı da ifade edilmiş oldu.
Afganistan ve Taliban arasındaki barış görüşmelerinde Türkiye’nin ev sahibi olmasını isteyen ABD yönetimi önümüzdeki günlerde liderler düzeyinde gerçekleşecek iklim zirvesine Tayyip Erdoğan’ı da davet etti. Gelmeyen telefona rağmen son bir ay içinde ABD’nin etkisiyle NATO ve AB düzeyinde Türkiye’ye yönelik yumuşama kontrollü geri dönüş olarak okunmalıdır.
Suriye’de ABD ile çalışma isteğinin açıklanması, Türkiye tarafından Libya’ya getirilen cihatçıların geri çekilmeye başlanması, Ege ve Akdeniz’de AB ve ABD’nin isteği yönünde davranılması Saray/ AKP/ MHP iktidarının ekonomik krizden çıkış yolunun batıdan geçtiğine ikna olduğunu gösteriyor. (İçeride tüm ekonomik, politik literatürü ters yüz eden, kaynakları inşaat çetesine aktaran ve bunu da kitle tabanını tutmak için kullanan iktidar krizden çıkmaktan öte 2023 veya olası erken seçim için harcama yapabileceği bir kaynak derdine düşmüş durumda.)
İktidar çaresizlik içinde en az hasarla yola devam etmek, ABD, AB ve uluslararası kurumlar ise iktidarın bu çaresizliğini kullanarak en fazlasını koparmak üzerine hesap yapıyorlar. Şu an ABD, AB ve uluslararası kurumların Türkiye’den ne kadar talepte bulunup yetineceklerini, Saray/ AKP/ MHP iktidarının Türkiye’yi ne kadar yükümlülük altına sokabileceklerini kestirmek çok zor.
Geçtiğimiz yıl BİST (Borsa İstanbul) hisselerinin %10’unu Katar’a satan iktidarın BİST yönetiminde Katar’ın da bir kişiyle yer almasının önünü açması para için yapabileceklerine bir ölçüt olarak görülebilir.
SÖMÜRÜYE VE GERİCİLİĞE KARŞI
21.02.2021 tarihli ‘Kara Kış Kapıda’ başlıklı yazımızda “… Türkiye genelinde 20’ye yakın işyerinde işten çıkarma ahlaksızlığına maruz kalan ve mağdur edilen işçilerin eylemleri de sürüyor. Geleneksel sendikacılığın işçilerin doğal reflekslerini de yok ettiği günümüzde bağımsız sendikaların ve konfederasyonlara rağmen direnen 2-3 sendikanın direnişleri yol gösterici özellikler taşıyor. Ancak yeterli dayanışma ilişkilerinin geliştirilememesi, bu direnişlerin birleşik hale getirilememesi önemli bir sorun….” demiştik.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, Gezi Parkı’nın mülkiyetinin belediyeden alınması, HDP’ye yönelik kapatma davası, İslamcı çevrelerin 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Kanunu’nun kaldırılmasını istemeleri, Milli Eğitim’de uzaktan eğitimin kalıcı olacağının açıklanması, iktidarın yol vermesiyle sermayenin kod:29’la işçileri açlığa mahkum etmesi, ücretsiz izin dayatması, çevresel yıkıma yol açan enerji ve rant politikaları, iktidarın dış politikaları birlikte düşünüldüğünde birbirlerinden bağımsız olmadığı görülecektir.
Saray/ AKP/ MHP iktidarı içerde gerici, ırkçı odaklarla, dışarıda emperyalizm ve uluslararası kurumlarla iktidarını sürekli kılmak için işbirliğini güçlendirirken emekçilere, kadınlara, Kürtlere, öğrencilere, çevre mücadelesi verenlere, toprağına sahip çıkan köylülere karşı topyekûn bir saldırı yürütüyor. Bu nedenle tüm muhalif yapıların ve bireylerin sömürüye, yoksulluğa, cinsiyetçi politikalara, doğanın talanına karşı ortak bir mukavemet hattı yaratması zorunludur. Özgürlükleri, eşitliği, adaleti, laikliği, yaşam hakkını öncelikli olarak hedefleyen, böylesi bir ortak mukavemet hattı için geciktiğimiz her gün geri dönülmesi daha da zor bir noktaya savrulmamızla sonuçlanacaktır.