Uzun zamandır yapılagelen bir analiz var. Toplumda, parça parça, bölünmüş toplumsal mücadeleler var. Bu mücadeleler ile ilgili de çokça “çoban ateşleri” benzetmeleri yapılıyor. Dağlarda yanan ve bir türlü topluca bir itiraza dönüşemeyen çoban ateşleri…
Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, hakikaten mızrak çuvala sığmıyor. Elimizdeki “siyasal” mekanizmalar da “hukuki mekanizmalar” da, çağın ihtiyaçlarına asla cevap vermiyor. Dünyanın her yerinde göçler, iklim krizi ve yangınlar, ağır yoksulluk, gıda krizleri, insanlık krizleri. Bunların karşısında kapitalizmin yıkıcılığını asla frenleyemeyen uluslararası sözleşmeler, insanlığın kıymetli mirası haklar külliyatı, uluslararası mekanizmalar. Hiçbiri beş para etmiyor hem de hiçbiri…
Memlekette de sürekli bir infial halindeyiz. Yangına müdahale etmek için para toplayıp helikopter kiralayan pop yıldızları; her afette, hızlıca örgütlenmeye çalışılan dayanışma ağları, ciğerimizi yakan her cinayet ya da istismar davasında adalet arayan twitter kampanyaları, emekçilerin, kadınların, Boğaziçili gençlerin direnişleri, ekoloji mücadeleleri, askıda ekmekler, askıda faturalar… Sürekli bir kendi yarasını kendi sarmaya çalışma, sürekli bir hayatta kalma savaşı. Devlet mi? Herkeste aynı duygu aynı bıkkınlık; gölge etmesin yeter… İşleyen ve ihtiyaçlara cevap verebilen bir devlet mekanizmasının yapması gereken her şeyi sırtlanmış bir şekilde, zaten zor olan hayatlarımızı sürüklemeye çalışıyoruz.
Ayağımızı basmaya çalıştığımız, alışık olduğumuz hiçbir zemin sağlam değil. Unufak dağılıyor. Çöken devlet ve siyaset mekanizmasının yanında, değişen hayat ve toplum da ezberlerimizi çürütüp dağıtıyor. Bu durum bir yandan üzerinde çokça kafa yorulması gereken bir “ev ödevi” yüklerken, bir yandan da büyük fırsatlar sunuyor diye düşünüyorum.
Hiç bir şekilde işlemeyen bir siyasal düzende, her türlü ezberin çöktüğü bir zamanda, her şeye rağmen sivil dayanışma pratiklerini ayakta tutmaya çalışıp, ayakta kalmayı başaran bir insan topluluğu belki de bize en önemli ipucunu veriyor. İlk defa, gelip kendisini bu karanlıktan çıkaracak bir kurtarıcıdan nihayet umutlar kesilmiş gibi. Türkiye toplumu için sorumluluk alıp, yetişkin olma vakti…
Öyle ya, örneğin, artık ne bizim için laikliğin bekçiliğini yapmasını isteyeceğimiz bir asker, ne de yıllarca itilip kakılmış yoksul ve mazlum Anadolu Müslümanlarının hamisi olacak bir siyasal İslam’dan umudumuz var. Hiç birinin derdimize derman olmadığı; birbirimize tutunmaktan başka çaremiz olmadığı ortada değil mi? Her türlü ezberi bir kenara bırakıp, mahalleden abilerimizi çağırıp bacaklarının arkasına saklanmadan, konuşarak birbirimize derman olmanın zamanı değil mi?
Laikliğin, hem inancını hem de özgür ve eşit bir birey olarak hayatını yaşamak isteyen kadın için de, kendisini hiç bir zaman Müslüman olarak tanımlamamış insanlar için de eşit derecede elzem olduğunu sivil bir yerden tartışmak mümkün. Ya da gücün tek merkezde toplanmadığı bir yerinden yönetimin, güçlü bir demokrasinin, hem Karadeniz’de deresini savunan kadınlar hem de Diyarbakır’da anadilinde eğitim hakkı için mücadele eden Kürt için eşit derecede elzem olduğunu. Hukukun üstünlüğünün hem örneğin Selahattin Demirtaş için hem de Çorlu tren katliamında can verenlerin aileleri için hayati olduğunu.
Artık ne postallı, “vatan için kurşun sıkan, kurşun yiyen” ceberut devlet, ne çivisi çıkmış vıcık vıcık siyasal İslam’ın bize bir hayrı olmayacağı büyük bir çöküşle anlaşılmışken, şimdi peşine düşmemiz gereken, insanların inisiyatif alıp, karar mekanizmalarına katılabileceği, birbiri ile doğrudan temas edeceği yeni bir düzen. Hantallaşmış siyasi parti mekanizmalarına ve köhne siyaset biçimlerine teveccüh göstermeyen ve/fakat bu kaotik ortamda bir şekilde dayanışmanın ve mücadele etmenin yollarını çekip çıkaran, belki de ilk defa sivil alanın güçlenmesine olanak veren mücadele özneleri ile karşı karşıyayız. Bu öznelerin, birbiriyle bir ağ örerek teması ile, birlikte geleceğe dönük ortak bir tasavvurunu sağlamaya çalışmanın, bu yönlü fikir üretmenin zamanı. İnsanların çaresizlik yüzünden, iş başa düşünce alınmak zorunda kaldığı inisiyatifi, bir kurucu güce dönüştürmek olanağı belki de en doğru hareket noktamız olacak.
Neden bütün “birleşik mücadele” denemelerimiz heba oluyor diye düşünüyorum. Belki de birleşik mücadeleyi kurmaya çalışan “kurumlar” ve “temsilcilerinin” siyaset yapma biçimlerinden kaynaklanıyor olabilir mi? “Biz ve onlar” karşıtlığını hep eksik ve hatta yanlış yerlerden tarifleyen bir dil… Ezberlerden, ön kabullerden sıyrılamayan mücadele yöntemlerimiz, hep hedefi belli olmayan bir kavgaya çağıran haller, hiç umut vermeyen, gerçek bir alternatif sunmayan söylem ve sloganlardan yorulmadık mı? Biraz konuşmaya ara verip, toplumdan gelen, hak öznelerinin kendilerinden gelen seslere kulak kabartsak mı? Ki herkes kabul edecektir ki, toplumun içinden yükselen bu sesler, falanca partinin grup başkan vekilinin açıklamasından çok daha sahici ve etkili. En çok aklımızda kalan, bizi en çok sarsan, günlerce konuştuğumuz sözler hep onlara ait.
Ne demişti geri dönüşüm işçileri açıklamasında: “Göçmenlerin geri dönüşüm sektöründe çalışması bizim de gelirlerimizi aşağıya çekiyor ama biz yoksul insanlarız, göçmenler de bizim gibi yoksul insanlar. Yoksulun halinden en iyi yoksul anlar. Göçmenlerin bu alanda çalışmasının sorumlusu biz değil, mevcut göç politikalarıdır… Biz bu ülkenin yoksullarıyız, ne doğduğumuz yerleri, ne milliyetimizi, ne de yoksul ailelerin çocukları olmayı biz seçmedik. Dünyaya böyle geldik. Yaşadığımız tüm çilelere ve zorluklara rağmen doğduğumuz topraklarla da, yoksul ama namuslu ailelerimizle de gurur duyuyoruz.”
Ne demişti Boğaziçi Üniversitesinde direnen Müslüman gençler? “Bu eserin değerlerime aykırı olduğunu düşünüyorum. (Kabe’ye saygısızlık ettiler diye kıyamet kopardıkları eseri kastediyor) Bu düşüncemi okul ortamında dile getirdim. Homofobik söylemler yargılanmıyorken, arkadaşlarımın tutuklanmasını adaletsizlik olarak görüyorum. Öğrencilerin kimlikleri üzerinden şeytanlaştırılmasını ve tutuklanmasını kabul etmiyorum.”
Ne demişti doğası için direnen Havva Ana: “Mahkeme nedir? Mahkeme biziz! Devlet nedir? Halk var burada halk! Devlet yok, halk! Kimdir devlet ya! Devlet bizim sayemizde var!”
Temsili demokrasinin tüm dünyada ve memlekette ruhuna Fatiha okuduğumuz günlerde, otoriterliğe savrulmadan, doğrudan demokrasinin, siyasetin hakikaten sivilleşmesinin yollarını aramak… İşte çokça kafa yormamız gereken zor ev ödevimiz.