90’lı yılların kamusal işleyişi, AKP’nin 2002’de iktidarı devralmasıyla birlikte hızlıca değişime uğradı. Memur sendikaları da bu hızlı değişimde kendi konumlarını ve pozisyonlarını, karşı/yandaş/ uzlaşmacı olarak belirlediler.
Başlarda dönemin iki büyük konfederasyonundan biri olan KESK, AKP iktidarına ve özelleştirmelere karşı tavrını gerek iş yerlerinde gerekse de alanlarda eylemliliklerle ortaya koydu. Diğer büyük konfederasyon olan KAMU-SEN de zaman zaman kendi meşrebince muhalif tavır sergiledi.
AKP iktidarı ilk yıllarında kamuda kadrolaşmayı daha çok üst kadrolarda gerçekleştirebilmesi ve tabanda bu kadrolaşmayı sağlayamaması, bu iki konfederasyonun (KESK ve KAMU-SEN) 2000’lerin ortalarına kadar gerek yetkili sendikacılıkta gerekse de alanlarda hâkim güç olmasına olanak sağladı.
2005 yılından itibaren ise bu durum tersine döndü. Yandaş sendika MEMUR-SEN üye sayısını her yıl katlayarak arttırmakta, diğer iki konfederasyon KESK ve KAMU-SEN üye sayılarında ciddi kayıplar vermekte, sonuç itibariyle de yetkili oldukları iş kollarını teker teker kaybetmektedirler… Rakamlarla ifade etmek gerekirse: 2002 yılında kamuda istihdam edilen toplam memur sayısı 1 milyon 357 bin 326, toplam sendikalı sayısı 650 bin 770 kişidir. Diğer bir ifadeyle toplam memur sayısının yüzde 47’si sendika üyesidir. Bu dönemde üye dağılımına bakıldığında, KAMU-SEN’in 329 bin, KESK’in 262 bin, MEMUR-SEN’in 41 bin üyesi bulunmaktaydı.
2005 yılından itibaren bu iki konfederasyonun üye sayılarında yaşadığı düşüşler aslında yeni bir dönemin de başlangıcına kapı araladı. KAMU-SEN pozisyonunu daha çok elinde bulundurduğu idareleri ve üye sayılarını korumaya yönelik konumlandırdı. İktidarın gücünü arkasına alan ve her geçen gün üye sayısı artan MEMUR-SEN sahanın tamamında hâkim/etkin olma çabasına yoğunlaştı. KESK ise yaşanan bu süreci; sert ideolojik/kültürel söylemlerle ve sık sık alanlara çıkarak aşmaya çalıştı ama diğer taraftan da bu söylem biçimi kendi içerisinde tartışmalara yol açmış, en nihayetinde de bu tartışmalar beraberinde kopuşlara neden oldu (Eğitim-İş süreci gibi).
AKP İKTİDARI ELİYLE MEMUR-SEN’İN YÜKSELİŞİ
Bu çerçeveden bakmak gerekirse; kamu emekçileri ve sendikalar açısından yaklaşık yirmi yıllık AKP iktidarını 2010 yılı öncesi ve 2010 yılı sonrası olarak iki bölüme ayırmakta fayda vardır.
Birinci on yıllık bölümde yukarıda özetle bahsi geçen süreçler, yoğun özelleştirmeler ve buna karşı gösterilen direnç, kamu işleyişinin yeniden dizaynı, kurumlarda söz sahibi olma savaşı, kısmen de özlük, ekonomik ve sosyal haklar mücadelesi şeklinde geçti.
İkinci on yıllık dönemde ise neredeyse sınıf sendikacılığından vazgeçilerek; ideolojik/kültürel sendikacılık anlayışı öne çıktı. Bölgesel ve iç siyasi gelişmeler, barış süreci, değişen dünya düzeni, 15 Temmuz ve KHK’lar ve iyice otoriterleşen iktidarda hâkim olan bu anlayışı iyiden iyiye besledi. Elbette bu başlıkların her biri ayrı bir tartışma konusudur.
Ayrıca ikinci on yıllık dönem bir taraftan da yeni sendikaların kurulmasına yol açmış (Birleşik Kamu-İş gibi ve bağımsızlar gibi), kurulan bu yeni sendikalar hiç de azımsanmayacak kadar üyeye sahip oldular.
Aradan geçen yirmi yılın toplamında ise kamuda çalışan memur sayısı 2 milyon 633 bin 931’e, toplam sendikalı sayı ise 1 milyon 723 bin 623’e ulaştı. Sendikalaşma oranı da yüzde 64’e yükseldi. Üye dağılımı dengesi de şöyle şekillendi: MEMUR-SEN 1 milyon 13 bin 920 üyeye, KAMU-SEN 462 bin 100 üyeye, KESK 137 bin 242 üyeye, BİRLEŞİK KAMU-İŞ 69 bin 794 üyeye, Diğer sendikalar 73 bin 400 bin üyeye ulaştı. Burada dikkatle izlenmesi gereken şey, sendikalaşma oranındaki yükselişin, sendikal bir bilinçten mi yoksa sistemin getirdiklerinden kaynaklı olup olmadığıdır. Net bir ifadeyle belirtmek gerekir ki bu yükselişin sebebi; kamuya atanan memurların adaylık sürecinde yandaş sendika tarafından yapılan üstü kapalı tehdit /vaatler, sözleşmeli olarak çalışırken kadroya geçişleri esnasında dayatılan, iş kollarına göre en az beş çalışanı daha yandaş sendikaya üye yapma şartı, iktidar ideolojisine mensup kişilerin kamuya öncelikle atanması, kişisel çıkarlar/kaygılar bu yüzdelik oran artışın en belirgin göstergesidir.
İkinci önemli husus da 2002 yılında kamuda istihdam edilen toplam memur sayısı 1 milyon 357 bin 326 iken bugün bu rakam 2 milyon 633 bin 931’e ulaştı. Diğer bir ifadeyle aktif çalışan memur sayısı tam tamına yüzde 100’e yakın artış gösterdi. Oysa ki 2002 yılından 2020 yılına kadar ülke nüfusu sadece yüzde otuz arttı. Yapılan onca özelleştirmeye rağmen aktif çalışan memur sayısının bu denli artmış olması ve yandaş sendika MEMUR-SEN’in üye sayısının 1 milyon barajını aşmış olması, AKP iktidarının devlette ne denli kadrolaştığının açık bir ispatıdır.
KESK’İN KESKİN DÜŞÜŞÜ
Buna paralel olarak diğer iki büyük konfederasyondan biri olan KAMU-SEN 2002 yılına göre üye sayısını 100 bin kişi arttırmış olmasına rağmen yüzdelik dilim olarak toplamda düşüş yaşadı. Son birkaç yıldır üye sayısında yaşanan artışta AKP ve MHP koalisyonun etkisi olduğu düşünülebilir. KAMU-SEN’in genel olarak mevcut (devletçi/milliyetçi) pozisyonunu korumakta, bu pozisyon da hala bir kısım kamu emekçileri tarafından kabul görmektedir.
Çoğunluğunu KESK’ten ayrılanların oluşturduğu, kendilerini ulusalcı/cumhuriyetçi olarak tanımlayan unsurlar tarafından 2008 yılında kurulan BİRLEŞİK KAMU-İŞ ise pozisyonunu; yukarıda bahsi geçen 2010 sonrasına dönemine göre belirledi. BİRLEŞİK KAMU-İŞ, kamu emekçilerinin ekonomik, sosyal ve özlük haklarına yönelik bir eylemlilik biçiminden ziyade daha çok laik ve Atatürkçü çizgide konumlanarak; alanda kendine yer bulmaya çalıştı. BİRLEŞİK KAMU-İŞ bu ideolojik konumlanmayı AKP karşıtlığı üzerinden yapıyor gibi gözükse de resmin diğer yüzü pek de öyle görülmüyor denebilir.
KESK açısından ise durum oldukça vahim bir hâl aldı. 2005 yılından itibaren sürekli üye kaybeden sendika; neredeyse tüm iş yerlerindeki hegemonyasını yitirdi. Yetkili olduğu tüm iş kollarını kaybederek, kendisi var eden siyasetler ve çevrelerle zaman zaman çatışalar yaşayarak, eylemlilikleri etkisizleşerek, alan hakimiyetini kaybetti. KESK’in içene düştüğü bu durum, aslında diğer taraftan da kamu emekçilerinin uğramış oldukları/olacakları hak kayıplarının önünde engel teşkil eden bir sendikal anlayışın da yok olmaya doğru sürüklendiğinin bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sonuç olarak; kamuda istihdam edilen yaklaşık üç milyon kamu emekçisi açısından durum her geçen gün daha da belirsiz bir hâl almaktadır. Bir taraftan ideolojik olarak kutuplara ayrılan parçalı sendikal yapı ve yapıların ayakta kalmasını sağlayan kitleler, diğer taraftan da kamu emekçilerinin toplamını ilgilendiren sorunlar yumağının her geçen gün katlanarak artması ve bu sorunlara sınıfsal bir çözüm üretecek iradenin neredeyse olmayışı verili belirsizliği daha da pekiştiriyor.
EĞİTİM-SEN KONGRESİNDEKİ TARTIŞMLARA DAİR
EGİTİM-SEN’in 11. Olağan Kongresi; sonuçları itibariyle belki de kendisini var eden siyasetleri ‘geri dönüşü olmayan ‘bir yol ayrımına’ doğru sürüklemiş gözüküyor. Bu yol ayrımının eğitim emekçileri açısından ne gibi sonuçlara yol açacağını şimdiden kestirebilmek zor. Ancak artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı da neredeyse kesin gibi…
Peki varsayılan bu yol ayrımının sebebi gerçekten bahsedildiği gibi yönetimin ne şekilde oluşacağının bir tahayyülümü mü? Yoksa sendikayı var eden siyasetlerin ve çevrelerin politik çatışmasının sonucu mu?
YÖNETİMİN BELİRLENMESİ
EĞİTİM-SEN’i var eden siyasetler ve çevreler her ne kadar politik olarak birbirinden ayrı siyaset çizgisinde olsalar da son tahlilde sınıfsal mücadeleye bakışları benzer özellikler taşımaktadır. Türkiye solunun ve geleneğinin bugünkü yürütücüleri olan bu yapıların sınıf sendikacılığına olan yaklaşımları, EĞİTİM-SEN’in de politikalarını belirleyen temel faktörlerdir. İç işleyişini bu yapıların varlığını kabul ederek yürüten sendika, kendi yönetimsel yapısını da genelde yine bu yapıların ittifakları üzerinden oluşturmaktadır. İlçe/il kongreleri, bölgenin özellikleri ve yapıların o bölgedeki ‘görece’ gücü oranında şekillenir. Bu ittifaklar da aslında o dönem sendikanın söylemini ve mücadele biçimini belirler. Yapısı itibariyle birçok siyaseti içinde barındırması her ne kadar bu ittifakları zorunlu kılsa da zaman zaman siyasetler kendi grup listeleriyle yönetimin oluşmasını sağlayabildiler. Yönetimin ağırlıkla bir siyasetin listesiyle oluşması da zaman zaman sendika içerisinde derin krizlere yol açabilmektedir. Çünkü yönetimi elinde bulunduran grup kendi siyaset söylemlerini temel öncelik olarak, sendikanın söylem ve eylemlikleri haline getirebilmektedir. Bu söylem ve eylemlilikler sendika içerisinde ki diğer siyasetler/gruplar tarafından benimsenmemekte, sonuç itibariyle de bu durum alanda ve eylemlilikte sendikayı güçsüzleştirmekte, bir kısım üyenin de aidiyet duygusunu zedelemektedir. Binlerce üye kaybetmesi ve grevlere katılımın düşük olması bu duruma örnek gösterilebilir. Diğer taraftan; sendika yönetimlerinin belirlenmesinde katılımcı olmayanların (görece pasif üyelerin) büyük bir kısmı gruplara ve grupçuluğa mesafelidir. Genelde EĞİTİM-SEN’liliği benimseyen bu kitle, bir siyasetle veya grupla ilişki içerisinde olmadan sadece sendikal mücadele yürütülmesini savunurlar. Bu kitlenin sendikal mücadele kastı ile siyasetlerin sendikal mücadele kastı birbirleriyle çelişkilidir. Bu çelişki sendikanın iç ve dış örgütlenmesinin önünde önemli bir engel teşkil etmektedir.
POLİTİK ÇATIŞMA
Neoliberal politikaların ve teknoloji çağının yaratmış olduğu önemli sonuçlardan biride insan davranış biçiminin 90’lı yıllara nazaran büyük oranda değişime uğramasıdır. Yaşanan bu davranışsal değişim doğal olarak bireyin parçası olduğu toplumu da dönüştürmüştür. Bu dönüşüm siyasi/politik kavramların yeniden yorumlanmasını zorunlu kıldı.
Toplumu ve sınıfı 90’lı yılların kavram ve yöntemleri ile örgütlemeye çalışmak ise solun içinde bulunduğu en önemli yanılgısıdır. Yeni toplum yapısını ve kuşağı kavrayamayan solun sendikal mücadeleyi büyütmesi de doğal olarak beklenemez. Mevcut kadrolarının yeni kuşak ile temas kuramaması, yeni kuşağın ise eski yöntemleri kabul etmeyip disipline olamaması, sol ve sendikal mücadeleyi omuzlayacak yeni kadroların çıkmasının önünde en büyük engeldir.
Diğer taraftan solun yaşadığı bu yanılgı sendikal mücadeleyi de klasik/geleneksel yöntemlerle sürdürme alışkanlığına itti.
Politik Çatışmalar tam da bu noktada yoğunlaştı. Mevcut yeni dünya düzenini kavrayamayan, mücadeleyi ve örgütlülüğü büyütemeyen dinamikler; içinde bulundukları meslek örgütleri ve sendikalarda söz sahibi olma adına, kendi meşrepleri üzerinden ideolojik/politik tahliller yapmakta, başarıyı kendilerinde, başarısızlığı ise başkalarında aramaktadırlar. Oysa ki bu kısır tartışmalar sendikal mücadelede ve toplumun örgütlenmesinin önünü tıkamakta, iktidarın ve sistemin emekçiler üzerindeki baskısını da her geçen gün arttırmaktadır.
İHRAÇLAR
Yapılan kongrenin en tartışmalı konularından biride hiç şüphesiz ki oy çokluğuyla alınan ihraç kararlarıdır. Sebep ve sonuç olarak EĞİTİM-SEN tarihine yakışmayan bu durumun tarafları; sendikanın mücadele anlayışına ne denli yara açtıklarının farkındalar mıdır bilinmez. Ancak kesin olan şey şudur: Bu sebep/sonuca neden olanlar hesabı tarih önünde muhakkak vereceklerdir. Çünkü ne ihraç edilenler açısından, uygulanan şiddet, baskı, işgal bu sendikanın geleneklerine uygundur ne de ihraç edenler açısından, sistem ve iktidar tarafından zaten mahkûm edilmiş emekçileri hiç de uygun olmayan biçimde örgütlü oldukları yapılardan koparıp atmak etik değildir, meşru değildir. Ne bu kararın altına imza atanlar, halka hedef gösterilebilir ne de bu imzayı atanlar kendileri dışındaki diğer imzacıları suçlayabilir.
Sonuç olarak, EĞİTİM-SEN‘in kongre sürecinde ortaya çıkan kaotik durumunu sadece bugünün şartlarıyla değerlendirmek ve buna göre tavır almak hem siyasetleri hem de kamu emekçilerini yanılgıya sürükler. Bu kaotik sonucun on yılı aşkın bir geçmişinin, ‘içsel ve dışsal’ nedenlerin olduğunu bilmek gerekir. Aksi taktirde siyasetler ve çevrelerin; ortaya çıkmış sonuç üzerinden tavır almaya kalkması yarını daha karanlık hale getireceğinin kesin ispatıdır. Bugünün sonucunu, dünü doğru analiz ederek ve yarını hesaba katarak değerlendirmek, sendikayı var eden tüm siyasetlerin ve çevrelerin ön koşulsuz görevidir.
Bir çözüm yolu olarak ise gerek ihraçlar gerekse de yönetim kısmında mutabakatın sağlanacağı olağan üstü kongre gündeme getirilebilir. Yok eğer her grup kendi yolunu çizmiş ise yarının çocuklarına hesabı eğitim emekçileri değil bu mücadeleyi kendi siyasi önceliklerine kurban edenler verecektir. Sınıf mücadelesi ekseninde, EĞİTİM-SEN’i ve KESK’i yeniden ayağa kaldırmak, bu toprakların tüm, özgürlükçülerinin sosyalistlerinin, devrimcilerinin, komünistlerinin, ilericilerinin, demokratlarının görevidir.
Kamu emekçileri ve toplumun diğer bireyleri için ‘kurtuluş yolu’ mücadeleyi büyütmekle mümkündür. Bu da ancak ve ancak emek güçlerinin, siyasal güçlerin, çevrelerin, özgürlükçülerin, sosyalistlerin, devrimcilerin bir arada ve birbirini anlayarak durmasıyla gerçekleşebilir. Birçok kültürü ve düşünceyi bir arada tutan yegâne harcın sosyalizm olduğunu unutmadan…