Pazar, Aralık 22, 2024
spot_img

Mahremiyetin Tiranlığı

Sokaklarda, parklarda, meydanlarda, toplu taşıma araçlarında kısacası insanların karşılaşma mekanları olan kamusal alanlarda aşk ve aşkın getirdiği tensel temas yasaklı ve dahi ayıptan sayılan bir konu ola gelmiştir. Devlet aklı için bu alanlarda yaşanan şiddet, istismar görmezden gelinebilir, toplum içinse sözü edilen bu tür olaylar hele ki karı-koca arasında yaşanıyorsa özellikle karışılmaması hatta saygı ve sukunetle karşılanması gereken  olaylar kategorisinde yer alır. Oysa iki insanın; bir kadının bir erkeğe (ya da tersi), bir erkeğin bir erkeğe, bir kadının bir kadına duyduğu aşk öyle aleni bir şekilde ‘sokak ortasında’ yaşanamaz. Burada elbette ilk duruma -bir kadınla bir erkeğin aşkına- verilen tepkiyle diğer iki duruma verilen tepki aynı değildir. Hatta çoğu zaman özgürlükler adına karşı cins aşkının kamusal alanlarda rahatça yaşanabilmesini destekleyen kişiler, bir erkeğin bir erkeğe ya da bir kadının bir kadına duyduğu aşkı ‘anormal’ addedip kamusal alandan kovabilir ve karşı çıktıkları yasaklı zihniyet ile aynı yerde buluşmakta bir behis görmeyebilir.

KAMUSAL ALAN-ÖZEL ALAN AYRI/MI?

Aşkın mahremden sayılıp özel alana hapsedilmesi kamusal alan/özel alan ayrımı ile doğrudan ilintilidir. Kamusallığın yapısal dönüşümünü inceleyen Habermas’a göre herkesin kullanımına açık, fikir değiş tokuşunda bulunulan ortak mekanlar; parklar, caddeler, tiyatro binaları, kahveler kamusal mekanlardır. Yunan şehir devletlerinde bios politikos yani kamusal hayat; pazar meydanında, agorada cereyan ederken özel alan eve bağlı alanı ifade eder. Ancak yoksulluk ve de köleden yoksunluk kamusal alandan dışlanma nedenidir.  Modern pazar ekonomisinin doğuşu ile birlikte burjuva çekirdek ailenin işlevi önceki dönemlerdeki ailenin işlevlerinden ayrılır. Kamusal alan giderek devletle yurttaşın arasında bir sivil toplum alanına dönüşür. Bu yaklaşım kamusal alanın eşitlerden oluştuğunu varsayan  bir yaklaşımdır. Oysa ne özel alan ne de kamusal alan devletten bağımsız  değildir. Engels ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ kitabında; modern karı-koca ailesinin, açık ya da gizli, kadının evsel köleliği üzerine kurulduğunu; ve modern toplumun, salt karı-koca ailelerinden meydana gelen bir kütle olduğunu yazar. “Aile içinde, erkek, burjuvadır; kadın, proletarya rolünü oynar.” Buradan hareketle özel alanın üretim ilişkilerinden ayrı düşünülemeyeceğini söylemek mümkündür. Özel alan mülkiyet rejimince belirlenir. Sınıf üstünlüğünü elinde bulunduranlar bu üstünlüğü kaybetmemek için hem kamusal alan hem de özel alan üzerinde  hegemonyasını sağlamlaştırmak ister. Peki bunun aşk ile ne ilgisi olabilir?

ÖZGÜR-ÖZEL ALANLARDAN ÖZGÜR-KAMUSAL ALANLARA

Egemen sınıfın hegemonyasını sürdürebilmek için kimi ideolojik silahlara ihtiyacı vardır. Bunlardan en güçlülerinden biri milliyetçilikse, ikincisi de din/ahlak sosuna bulandırılmış ‘namus’ meselesidir. Sokakta birbirine sarılan iki insan ya da parkta öpüşen iki insan ‘namussuz’dur, ‘çocuklarımıza kötü örnek oluyordur’, hamile kadının sokakta yani kamusal alanda olması ‘terbiyesizliktir, estetik değildir’ (Ömer Tuğrul İnançer’in açıklamalarını hatırlayalım) vesaire vesaire… Çocuklarına, dünyaya nasıl geldiğini “leylekler getirdi” diyerek açıklayan bir toplumda kuşkusuz “ayrılık da sevdaya dahildir” ama cinselliğin sevdada yeri yoktur. Hal böyle olunca da aşk; iktidar ilişkilerini bozmadan, kapalı kapılar ardında yaşanması gereken bir hadisedir! Kamusal alanın, ancak özel alanın özgür ve gelişmiş olması oranında özgür olabileceğini söyleyen Kluge, kamusal yaşamın ne manaya geldiğini anlamak için, aile politikası gibi mahremiyet alanındaki patikaları incelemek zorundalığımızın altını çizer. “Eğer ne hissettiğimi ya da tecrübelerimi başkalarına anlaşılır kılabildiğime inanmıyorsam, işte bu mahremdir. Kendimi kamusal olarak ifade edememem mahremiyetin tiranlığıdır.” Bu tiranlığa karşı aşkı ‘sokak ortasında’ savunmak direnişin incelikli bir hali değil midir?

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR