Merhaba, geçtiğimiz hafta Kitaba Dair’in konuğu Levent Ünsaldı Hoca’dı. Levent Hoca’yla Heretik Yayıncılık’tan çıkan “Burada Ne Oluyor? Türkiye’de Etkileşimlerin Ekolojisi Üzerine Bir Deneme” başlıklı kitabı üzerine sohbet ettik.
Mete Kaan Kaynar: Çalışmanızda “entelektüel” kavramını bilmediğinizden (ya da “artık” bilmediğinizden) bahisle, Türkiye’deki araştırmacılar ile ilgili olarak “Sosyal Bilim Kazıcıları” tabirini kullanıyorsunuz. Ben burada bir serzeniş görüyorum. Sanki entelektüel kavramını bilmemekle alakalı değil de “entelektüelin artık mevcut olmaması” ile ilgili bir durum bu. Hem entelektüel kavramını hem de sizin onun yerine ikame ettiğiniz Sosyal Bilim Kazıcıları kavramını konuşabilir miyiz?
Levent Ünsaldı: Öncelikle teşekkür ederim hocam, harika iş yapıyorsunuz, birçok kitabı okuyup değerlendiriyor, farklı farklı konuklar davet ederek önemli bir mesai harcamayı gerektiren bir iş yapıyorsunuz, bu kolay değil. Çok tebrik ediyorum, özellikle bu şartlarda ve bağlamda çok önemli bir iş yapıyorsunuz. Entelektüel meselesine gelince ‘Sosyal Bilim Kazıcısı’ tabiri üzerine çok düşündüğüm bir şey değil ve bu tabiri, entelektüel kavramının yerine ikame etmek gibi bir amacımda yok. Benim bu tabiri kullanmaktaki tek derdim; günlük hayatta gözden kaçabilecek, farkında olmadığımız bazı örüntüleri ortaya çıkarmaktı. Bunun için ‘kazıcı’ metaforunun uygun düşeceğini düşündüm diyebilirim. Entelektüel kavramı çok kapsamlı ve boyutlu bir tartışmadır ve entelektüel kelimesinde beni rahatsız eden yönlerin olduğunu söylemeliyim. Öncelikle, bilinçli veya bilinçsiz bir biçimde bir üstünlük, üsten bir bakış anlamına gelecek bir fonksiyonu var. Entelektüel kavramının farklı kullanımlarına rağmen doğası gereği eşitlikçi bir ilişki tanımlandığını söyleyemeyiz. Türkiye açısından incelediğimizde ise entelektüel kavramını genellikle akademisyen ile eşleştiriyoruz çünkü entelektüel alanın çakıştığı başka bir alan yok. Ayrıca Türkiye ve diğer ülkelerde genellikle entelektüel ile anladığımız kamusal alanda bir figür olarak var olmak. Yani entelektüel denildiğinde kamusal alanda bir etkililiği olan, sözüne ve önerilerine kıymet verilen, siyasal bir pozisyon alabilen ve kamusal müdahalesi olan bir figür kastediliyor. Türkiye’de akademide son dönemde yaşanılan olaylar, içinde bulunulan durum benim açımdan bu kamusal müdahalesi olan entelektüel figürüne ilişkin ciddi sorgulamalar doğurdu. Bu sadece entelektüellerin kendileri ile ilgili bir mesele değil, bütün akademi alanının, siyasal ve kamusal alanın değişimi ile ilgilidir. Dolayısıyla Türkiye bağlamında, şu şartlar içinde, açıkçası entelektüel kavramı benim için çok fazla şey ifade etmiyor. Yukarıdaki anlamları ile bir entelektüel kavramı ne yazık ki Türkiye’de günümüz koşullarında yıprandı. Bu nedenledir ki şu an yaptığım işi ‘kazıcılık’ tarzı bir şey olarak adlandırmayı daha doğru buluyorum.
Kitapta sorduğunuz -ve cevabını aradığınız- bir soruyu izninizle ben de size sorabilir miyim? “Türkiye’de gündelik yaşamdaki etkileşim çevrelerin belirgin özellikleri nelerdir? Bu etkileşimlerde ne türden ilişki tipleri kendini açığa vurmaktadır? Hangi türden bir toplumsal matrisle bu etkileşim çevreleri tek ve en uygun kalıp olarak karşımıza çıkmaktadır? Kitabınızın çok önemli bir kısmında tartıştığınız “kural”, “güç” ve “muvazaa”yı bu denklemde nereye oturtabiliriz?
Aslında gündelik hayatımıza, etkileşmemize baktığımız zaman bunun cevabını yine hepimiz az çok biliyoruz, bunun için yine müthiş bir gözlemci olmaya da gerek yok diye düşünüyorum. Genelde gündelik etkileşimlerimizin veya ekolojimizin zemini şunlardan ibarettir; kuşku, tekinsizlik, güvensizlik ve belirsizlik- bu belirsizliğin içinde tezat oluşturan bir öngörü de var örneğin nelerin olabileceğini kestirebiliyoruz ama ne zaman olacağını öngöremiyoruz-. Tüm bunlar, bilgi stoğumuzda olan şeyler, ister istemez buradan hareketle ortaya çıkan etkileşim kalıpları oluşuyor. Öyle bir kültür içerisinde veya toplumsal bir matris içerisinde büyümüşüz ki çocukken anneannemin kasaba gittiğimizde dahi beni dikkat et, kasap seni kandırır diye uyardığını hatırlıyorum. Dolayısıyla etkileşim ekolojilerimize bu unsurlar sinmiş diyebilirim. Benim yaptığım şey ise bu çerçeveden yola çıkarak kendi teorik cihazımı etkileşimlere yöneltmek. Burada, ben kural kavramını biçimsel şekilde ele almadım, bu konuda Ludwig Wittgenstein’ın felsefi soruşturmalar kitabından çok etkilenerek daha çok normatif şekilde ele aldım. Yani kuralı mekanik bir takip emri veya yorumlanan bir şey olarak değil de belirli bir toplumsal durumun içerisinde yer alan zorunluluklar sistemine uygun düşen davranış şekli olarak ele alarak normatif tarafından baktım. Bu noktada, kural aslında durumun içinde var diyebilirm. Bahsettiğim başkalaşmış çerçeveler böyle çerçeveler ve orada kural aslında fiilen gözlenen pratiklerin esası, durumun zorunluluklar sistemine uygun düşen şey. Burada kitapta çok fazla yer alan bazı örneklerden verebilirim; Türkiye de çok fazla kullanılan bir çorba parası tabiri vardır, bunun mevcut olabilmesi için tüm katılımcılar tarafından o durumun bilgisinin ve deneyiminin aktörler de kayıtlı olması gerekir yani durumların kendi makullük rejimleri vardır. Bu nedenle çorba pratiğinin içinde bir dizi kural bütünü vardır. Benim kural kavramını kullanırken daha çok bahsettiğim şey buydu. Daha sonra bu pratik zincirlerinin bir kısmının resmi yasa koyucu veya hukuk tarafından yasa olması, olmaması başka bir tartışmadır. Kitap boyunca formal ve informal, kural ve kuralsızlık gibi ikilemleri aşmaya çalıştım.
“Türkiye üzerine yapılmış hiçbir çalışmaya -yerli ya da yabancı- referans vermediği[nizi ve daha da ilginci, bazı kelimeleri hiç kullanmadı[ğınızı]” söylüyorsunuz: “Kemalist”, “İslamcı”, “modern” gibi. Bu kelimelerin sosyolojideki kullanımlarının “uyutucu” bir nitelik taşıdığını hatta “bunlarsız” yürütülecek araştırma deneyimlerinin ilginç sonuçlar verebileceğini belirtiyorsunuz? Bu kavramların sosyolojik açıdan neden ve nasıl “narkotik” etkilerinin olduğunu düşünüyorsunuz? Aksine sosyolojik manada “afrodizyak” etkilerinin olduğunu da söyleyemez miyiz?
Aslında bu kavramların benim yaptığım çalışmalarda, işlerde bir anlamı olmadığını fark ettim. Başlangıçta kullanmak istedim, direkt bir ret söz konusu değildi. Fakat bu kavramlar bir kere en nihayetinde birer tasnif kategorileri ve başka çalışmaların konusu olabilirler. Örneğin, Kemalizm ve İslamclılık üzerine Siyasi Düşünceler Tarihi alanında ders verirsiniz veya uygarlık tarihinde modernite kavramı incelenebilir, birileri ne yapınca modern deriz gibi, ama benim çalışma alanımda ve projeksiyonu tuttuğum nesneler üzerinde bu kavramların pek bir işlevselliğinin olamadığının farkına vardım. Onun dışında toplu, tümden bir reddetme durumu içerisinde değilim. Bu kavramların her biri başka alanlarda işlevsel olabilir ama bir yandan da bu kavramlar, tipolojik olarak o alanın kendi çalışma sahasına girmiştir ve siz çalışmanızın ilgi çekmesi adına o kavramı kullanmak zorunda olursunuz. Yani bazı alanlarda bazı tipolojiler bazı kavramları bir anlamda dayatıyor diyebilirim. Bu sadece Türkiye için değil özellikle yurt dışında yayın yapacak Sosyal Bilimciler için çok büyük bir sorundur. Örneğin; yurt dışında bir makaleyi yazdığınızda ilgisi olmasa dahi ilginç bir biçimde hakemler ele aldığınız konuyu Osmanlı’dan ve Kemalizm’den başlatmanızı isterler. Bu kavramlar tanımlanması çok güç kavramlar olduğu için bunu dip not ile yapmak çok daha güç bir durumdur. Benim çalışma alanımda bu kavramlar kendisini dayatmadı veya ben işlevsiz olduklarını düşündüğümden dolayı bundan kaçınmaya çalıştım diyebilirim.
Çalışmanızda Goffman’ı temel alarak ama ünlü antropolog, dilbilimci Gregory Bateson’un da kulağını çınlatarak “etkileşim”i “…katılımcıların birbirlerinin eylemleri üzerinde tatbik ettikleri karşılıklı etki” olarak tanımlıyorsunuz. Çalışmanızın faklı bölümlerinde de “deneyim” kavramını ele almaktasınız. “Deneyim”i “etkilişim”in sonunda elde edilen şey olarak ele almak yanlış olur mu? “Etkileşim” ve “deneyim” arasındaki rabıta üzerine biraz konuşabilir miyiz?
Tabii ki, öncelikle Bateson’un adını andığınız için teşekkür ederim, kendisinden çok fazla etkilendiğimi özellikle belirtmek isterim. Etkileşim kavramının pragmatist yorumu Bteson’dan geliyor, ben konuyu taraflar üzerindeki etkisi üzerinden ele almaya çalıştım. Burada, etkileşim ile deneyimin arasındaki ilişki bilgi, oyunların bilgisidir. Ben bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum, buradan yine pragmatist gelenek üzerinden ama başka bir geleneğe Alfred Schütz’a atıf yaptım. Schüthz’ün bilgi stoğu kavramı ile aslında deneyim tarafından üretilmiş bir şeyden bahsediyoruz. Bu noktada, yine kural kavramına dönersek belirli durumlarda karşılaştığımız etkileşim anlarında duruma kayıtlı olan zorunluluk sisteminin gerektirdiği eylem biçiminin bilgisi, deneyim aslında buradan kaynaklanan bir şeydir. Ve bu aktarılan bir şey, daha önce verdiğim örnekte olduğu gibi anneannemin bana yaptığı uyarı.
Çalışmanızda “benlik” kavramına da yer veriyor ve onu “…duruma kayıtlı bir rol durumu” olarak tanımlıyorsunuz. Yani bir anlamda “benlik”i konuşurken de elimizde “etkileşim” ile hayli yakın bir kavram var. Yine çalışmanızın ilerleyen sayfalarında “benlik”i eylemle, karşılıklı eylemle tanımlıyorsunuz. Bu konuyu biraz daha detaylandırabilir misiniz?
Bu benim yaptığım bir şey değil, bir değerlendirme yazısında Yöntemsel Durumculuk kavramı olarak adlandırılmıştır. Benim kitabımda da durum çok merkezi bir konumda aslında kural duruma kayıtlı olduğu gibi benlikler de duruma kayıtlı diyebilirim. Burada biraz Türkiye’de uzun dönemdir çok hâkim olan özne felsefesini eleştirmek istedim. Konuya daha çok durumsallık açısından baktığımız zaman aslında benlikler bir çıktıdır. Örneğin benim iyi bir baba olmam için çocuklara ihtiyacım var. Dolayısıyla benliğin doğrudan toplumsal roller ile ilişkili olduğunu ve bir çıktı olduğunu düşüyorum. Buradan hareketle gündelik etkileşimlerin toplamında, diğer bir değişle farklı farklı kişilerle kurmuş olduğum ilişkilerin ve rol dağılımlarının sonucunda ortaya benlik çıkıyor. Bu benlik, çoğul bir olgu; şuan da sizin konuğunuz olarak akademisyen Levent Ünsaldı’yım, 1 saat önce baba Levent Ünsaldı’ydım gibi. Eserim boyunca da özneyi hep durumlarla ilişkili olarak düşünmeye çalıştım diyebilirim.
Heretik Yayınları’nın Genel Yayın yönetmenisiniz. Merakımı çekti neden “heterodox” değil de “heretic”? İkinci olarak yayınladığınız kitapları “ahırdakiler” linkiyle sunuyorsunuz ve logonuz da bir “eşek” Bunun bir espriden, ilgi çekici bir reklam sloganından ziyade “politik” bir duruşun ifadesi olduğunu düşünüyorum. Ayrıca çeviri yerine de “Türkçe söyleyen” demekte ısrar ediyorsunuz. “Israr” kelimesini kullanıyorum, çünkü haftalar önce yayınevinizden çıkan Yael Navaro’nun Devletin Suretleri kitabını tanıtmıştım ve orada sanırım yanlışlıkla “çeviren” ifadesi yer almış ama yayınevi (üzerinde “Türkçe söyleyenler” yazan) minik bir stikerler ile bu yanlışı kapatmak gibi maliyetli bir yola girişmiş, “Neyse bu da böyle olsun artık!” dememiş. Sona doğru yaklaşırken yayınevini ve onun politik duruşunu da konuşabilir miyiz?
Şimdi eşek tesadüfi değil elbette, eşek ilginç bir hayvan ve Anadolu kültüründe önemli bir değere ve yere sahip bir hayvan. Eşek, uysal gibi olmasına rağmen bir yandan da çalışkan fakat inatçı olan bir hayvandır. Bir anlamda bu özellikleri ve ‘dengesiz’ karakteri heretik ile uyumlu, bir şeyin içerisinde hem olmak hem olmamak gibi bir durum aslında. Ortodoksi-Heterodoksi ayrımının içerisinde Heretik aslında o sınırda konumlanan ama aslında bir yandan da alanın hem içinde hem da dışında olmayan bir figür veya bir kavram. Evet, bizler alanın içerisinde yer alıyoruz, biz akademisyeniz, biz yayıncıyız bu nedenle bu alanın kendi kurallarına da hâkimiz ama hoşumuza giden şey şu ki; alandan bazen çıkmak, sınırda dolaşmak ve sınırda dolaşmanın yarattığı gerilim üzerinden bir refleksivite meydana getirmek. Bu yayın evini kuranların, kuran emekçilerin yörüngelerini de yansıtıyor çünkü bu hatlarda sınırlarda yer alıyoruz bazen bu hatlara, sınırlara giriyoruz bazen çıkıyoruz bundan dolayı dışarıdan inceleyenler bizi sabit bir yere koyamıyorlar. Bu tuhaf bir durum ve bir gerilim yaratıyor, ben bu gerilimin yaratıcı düşünceleri beslediğini, onlara imkân tanıdığını düşünüyorum. Heretik’in esprisi aslında bu; sınırda olmak ve alana girip çıkmanın yarattığı gerilim üzerinden yaratıcı düşünceler ortaya çıkarmak. Türkçe söyleyen konusu ise malum Can Yücel’in bir kullanımıdır. Buradaki amacımız biraz daha serbest bir çeviri anlayışı yerleştirmek. Çeviriyi kelime kelime değil de biraz daha metinlerdeki fikri anlatmak. Bunu ne kadar başarabildiğimiz, hakikaten ne kadar Türkçe söyleyebiliyoruz, elbette tartışılabilir ama amacımızın bu olduğunu vurgulamalıyım. Çeviriye konu olan eserler akademik yayınlar odluğu için çevrilen eserin yazarının teorik yaklaşımına, içerisinden geldiği düşünce geleneğine hâkim olmak gerekiyor. Bunun için ise birebir çeviri yerine daha yaratıcı bir çeviri anlayışının gerektiğini düşünüyoruz. Türkçe harika bir dil, ben her zaman Sosyoloji, Felsefe alanında Türkçe’nin yetersiz bir dil olduğu anlayışına karşı çıktım. Yapılması gereken sadece biraz daha esnek ve yaratıcı olmaktır.
Levent Ünsaldı okuyucuları bundan sonra hangi çalışmanızı ellerine alacaklar; sırada ne var?
Hocam, son 4 yıldır yaşananlarla birlikte biraz yorulduğum için burada (Fransa) Türkiye de hiç ilgilenmediğim konulara yönelmeye, dersler vermeye başladım. Birazda ders verirken öğrendim, siz de biliyorsunuz bu işler biraz da böyle olur bir dersi verirsin bir yandan sende öğrenirsin. Ben bu durumu metinlere aktarmak istiyorum, özellikle son dönemlerde çok ilgimi çeken antropoloji, iktisat antropolojisi gibi konular var. Belki ilerleyen dönemler de bu alanlarda bir şeyler yazmak istiyoruz. Şuanda kafamda olanların bunlar olduğunu söyleyebilirim.
Hocam, katılımınız için çok teşekkür ediyorum, programımıza değer kattınız.