Günel Cantak’ın hazırlayıp sunduğu belgeselde (19 Eylül 2021) “HDP’nin parlamentoda olması çok önemli… Nedeni şu, siyaset kurumunun 35-40 yıldır çözemediği bir Kürt sorunu var. Kürt sorununu çözmek için meşru bir organa ihtiyacımız var. Devlet dediğiniz kurum gayrimeşru organla muhatap olmaz… HDP’yi meşru bir organ olarak görebiliriz…Bu sorun çözülecekse meşru bir organla biz bu sorunu çözebiliriz.” diyen Kemal Kılıçdaroğlu tartışmaların fitilini ateşledi.
Kılıçdaroğlu’nun epeydir “iktidarın yaptıklarını eleştiren muhalefet partisi lideri” dilini bırakıp “iktidara talip muhalefet partisi lideri” diline geçtiği malum; 2019 Yerel Seçimleri’ndeki tartışmasız başarısı da CHP liderinin özgüvenini perçinledi. Ancak Kılıçdaroğlu’nun dilindeki değişimin konjonktürel olduğunu, sadece “yerel seçimlerdeki başarısının estirdiği rüzgârın şişirdiği bir balon”dan ibaret olduğunu söylemek haksızlık olur. Parti’nin 37. Kurultayı’nda (25-26 Temmuz 2020) kamuoyuyla paylaşılan İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi’nin ve 25 Temmuz 2021’de açıklanan Demokratik Hukuk Devleti İçin Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem – Bağımsız ve Tarafsız Yargı -Raporu’nun bu özgüvenin altına yerleştirilen payandalar olduklarını görmek gerekiyor. Söz konusu Parlamenter Sistem Raporu, “Şimdi Türkiye’nin Tan Vakti Gün Doğuyor, Umut Yeşeriyor başlığıyla sunulan İkinci Yüzyıl Manifestosundaki ilk maddenin (1- Yeni bir Anayasa ile Güçlendirilmiş Demokratik Parlamenter Sisteme geçilecektir.) bir şerhi gibiydi. Her iki metnin de şıpınişi hazırlanmış birer seçim beyannamesi tadında olmadıklarını, arkalarında gayet titiz bir akademik emek barındırdıklarını da söylemek gerekiyor. Elbette bu, hem İkinci Yüzyıl Beyannamesi’nin hem de Parlamenter Sistem Raporları’nın eksiksiz ve mükemmel oldukları anlamına gelmiyor ki Mukavemet TV’de yayınlanan Anayasa Tartışmaları’nın 18 Ağustos 2021’de yayınlanan 4. programında Genel Başkan Yardımcısı Muharrem Erkek ile birlikte bu konuyu enine boyuna tartışmıştık.
“Ne Kürt Sorunu Ulan!”
Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorununun çözümünde HDP’yi yetkili organ olarak işaret eden açıklamaları diğer siyasal aktörleri, partileri de bu konuda açıklamalar yapmaya yöneltti. Konu ile ilgili tüm açıklamalara bakıp, Kürt sorununun çözümü için hangi partinin hangi organı işaret ettiğini söylemek zor olsa da Kürt sorununun çözümü için hangi partinin hangi organı ile düşündüğünü söylemek zor değil. Örneğin, Didim Polis Moral Eğitim Merkezi’nde düzenlenen Toplumsal Olayları Müzakere Kursu açılış programına katılan İçişleri Müdürü Süleyman Soylu, Kılıçdaroğlu’na cevaben şunları söylemektedir: “Birilerinin söylediği gibi, PKK’nın kullandığı bir siyasi parti onların söylemiyle meşru olmaz. Demokrasiye, millete ihanet olur. Laf söylemekle de meşruiyet oluşmaz. Terör örgütüyle illiyetini herkesin bildiği siyasi partiye meşruiyet atfetmek bu ülkenin terörle mücadelesine de verdiğimiz şehitlere de ihanet etmek demektir.” (T24, 28.09.2021)
20 Eylül’de Twitter’dan açıklamalar yapan HDP eski Eşgenel Başkanı Sezai Temelli’de Soylu ile aynı organı kullanarak, tartışmalara “Kürt sorununun çözümünün yegâne muhatabı HDP değil ama bu sorunun çözümü adına bugün demokratik siyaseti var eden ve kolaylaştıran başlıca aktör HDP’dir. Ama asla unutulmaması gereken şey demokratik çözümün adresi ve asıl muhatabı İmralı’dır.” Şeklinde katıldı.
Süleyman Soylu ve Sezai Temelli’den sonra Yerli ve Milli Pravda (Hürriyet) gazetesi yazarlarından Abdülkadir Selvi de 21 Eylül’deki “Kılıçdaroğlu, İmralı’ya da gidecek mi?” başlıklı yazısında
“Kılıçdaroğlu, benden de iyi biliyor ki, Kürt sorununun temelinde CHP yatıyor. Kılıçdaroğlu, CHP’nin genel başkanı olarak oradan başlayabilir. Ayrıca eşi Selvi Hanım, Amberin Zaman’la röportajında, Kılıçdaroğlu’nun ailesinin Kürt sorununun mağdurlarından biri olduğunu anlatmıştı.” Diyerek tartışmaya katılır.
Ankara’daki bir otelde partisinin Genişletilmiş Divan Toplantısına katılan BBP Genel Başkanı Mustafa Destici ise “Ortada Kürt sorunu yok!” (Akit, 10.10.2021) diyerek son noktayı koyar. Sahi ne Kürt sorunu? “Kürt” var mı ki “sorunu” olsun (!) Onlar “karlı dağlarda gezen ve yürürlerken ayaklarından “kart, kurt” sesleri geldiği için “Kürt” diye anılan “Dağ-Bayır Türkleri” değil miydi (!)
90’ların ortalarına doğru popüler olan Doğu/Kürt raporlarına[1] -başta da TÜSİAD’ın Doğu Raporu’nda ifade edilen “Türkiye bir mozaiktir” sözlerine tepki göstererek (11 Haziran 1995) “Ne mozaiği Ulan!” diye haykıran MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’i de bu grubun içinde anmamak olmaz.
Kürt Sorununun Çözümünde “Meşru Organ” HDP Değildir
Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarını önemli ve kayda değer bulduğumu yazının en başında da dile getirmiştim. Aklıselim birçok siyasetçi de Kılıçdaroğlu’na hak verdi. İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener (bile!) katıldığı televizyon programında “HDP’nin mecliste varlığı olan legal bir parti olduğunu ve hukuk karşısında meşru olduğunu” söyledi. İyi Parti Grup Başkanvekili Musavat Dervişoğlu da “HDP’li TBMM Başkanvekili oturumları yönetiyor ve hepimiz de onun yönetimine katılıyor muyuz? Bu meşru mu, gayrı-meşru mu tartışmasına en iyi cevaptır. HDP ile AK Parti arasına sıkışan seçmen çıkış yolunu, üçüncü alternatifi arıyor. Hiç kimse Kürt seçmen kitlesini HDP’nin sadık bendesi olarak görmesin. Siyasetin görevi onlara gidecek yeri göstermektir.” Diyerek HDP’nin meşruiyetinin altını çizdi.
Millet İttifakı’nın diğer partneri Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu da “Kürt sorununda Meclis ve meşru siyaset dışında başka çözüm arayışının sonu çıkmaz sokaktır.” (T24, 22.09.2021) diyerek müttefiklerine arka çıktı.
Sezai Temelli’nin İmralı’yı hedef gösteren açıklamalarının ardından tutuklu bulunduğu cezaevinden değerlendirmelerde bulunan eski Eşgenel Başkan Selahattin Demirtaş da benzer düşünceleri dile getirerek yetkili organın HDP ve parlamento olduğunun altını çizdi: “Benim bildiğim HDP, Kürt sorunu dahil olmak üzere, Türkiye’nin tüm sorunlarının çözümüne taliptir, irade sahibi siyasi bir aktördür ve elbette muhataptır. Çözümün adresi de doğal olarak TBMM’dir. Tabii ki HDP, Kürt sorununun çözümünde tüm tarafların ve her kesimin, açık ve şeffaf katılımını, muhataplığını bilecek siyasi birikime ve deneyime sahiptir. Faydasız ve çoktan tükenmiş tartışmalar gündeme getirmek çözüme katkı sunmaz.” (T24, 21.09.2021)
Tek “Meşru Organ” Beynimiz ve Aklımızdır.
“Kürt sorunu yoktur!” demekle sorun ortadan kalkmadığı gibi, sorunu HDP’ye havale etmekle de üzerimizdeki yükten kurtulamayız. Elbette ki, “Tek yetkili/meşru organ HDP’dir” diyenler sorunu sadece HDP çözsün demiyorlar, sorunun çözümünde HDP’nin muhatap alınmasının önem ve gereğinin altını çiziyorlar. Lakin hazır bir “meşru organ” tartışması açılmışken, bu vesileyle altını çizmekte fayda var: Türkiye’nin bir Kürt sorunu yoktur ve HDP böylesi bir sorunun çözümü için yetkili/meşru organ değildir.
Türkiye’nin sorunu Kürt sorunu değil, “demokratikleşme, düşünce ve fikir özgürlüğü” sorunudur. Çünkü bu sorunu çözmeden yetkilendirdiğimiz hiçbir “organ” bu sorunu çözmek için fikirlerini ifade edemeyecek, ifade ettiği fikirleri yaymak, siyasal yapıyı dönüştürmek için örgütlenemeyecektir. İkincisi, düşünce ve fikir özgürlüğü önündeki engeller kaldırıldığında da mevcut sorunun muhatabı ne Abdullah Öcalan ne PKK ne de HDP ya da CHP olacaktır. Tek yetkili organ, tek muhatap, Türk ve Kürt halkına mensup insanların akılları, bu akılla yürütecekleri demokratik müzakereleri ve tartışmalarıdır. Tüm siyasi partiler ve TBMM ancak birer araç, birer vesile, birer merci olabilirler, başka da hiçbir şey olamazlar.
Keyifli pazarlar
[1] 1990’larda birçok farklı kurum tarafından neşredilen raporlardan bazıları şunlardır: Mazlum-Der Kürt Sorunu Forumu, 1992; Türk-İş Raporu, 15 Şubat 1993; İKV, Kürtler Ve Türkiye Raporu, 1994; Sakıp Sabancı Doğu Raporu, 1996; Tobb Raporu, 1995; Türk Metal Sendikası Raporu, 1995; Cedit Grubu Raporu, 1995; Politik Psikoloji Merkezi Raporu, 1996; Hak-İş Güneydoğu Raporu, 1996; Türk Tabipler Birliği Raporu, 1996; Tüsiad Raporları; Günsiad Raporu, 1997; Türkiye Mühendis Ve Mimar Odaları Birliği Raporu, 1998; Sivil Toplum Kuruluşlarının Kürt Raporu, 1999; Türkiye Barolar Birliği Raporu, 1999; Tosav Raporu, 1999.
Düşünce ve fikir özgürlüğü demek doğru mu? Düşünce ile fikir eşanlamlı değil mi? Düşünce ve anlatım özgürlüğü; hatta düşünceyi anlatma ve yayma özgürlüğü demek daha doğru değil mi?