Geçtiğimiz hafta Saray/AKP/MHP iktidarı adına konuşan sözcüler, bakanlar yaşadığımız krizi yüzümüze vuran o kadar açık sözler ettiler ki halkla dalga geçtiklerini veya gerçeklikten tümüyle koptuklarını söylemek mümkün. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum “ekonomik kriz muhalefetin uydurması diyerek” sahte krizden söz edenleri de güvensizlik aşılamaya çalışanlar olarak suçladı.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, yaşanan yoksullaşmayı dünyada 2,5 yıl süren pandemiye ve Rusya-Ukrayna arasındaki savaşa bağlayarak sözü vesayete, PKK’ye, LGBT’ye getirerek, muhalefetin eski günleri geri getirmeye çalıştığına bağladı. Aynı konuşması içinde “Afgan çobanları alalım, tarımın ne olacağını hep birlikte görelim” diyerek Türkiye’ye sığınan/kaçan Suriyeli, Iraklı, Afgan, Pakistanlı sığınmacıların ucuz iş gücü olarak kullanıldığını, kullanılmasının yararlı olacağını da belirtmiş oldu. Süleyman Soylu bu açıklamaları yaparken Ankara’da Somalilerin açtığı bir lokantanın tabelasındaki renkler ve adı nedeniyle polisin müdahale ettiğini ve tabelayı beyaza boyattıklarını, lokanta sahiplerinin de Türk vatandaşlığı almış insanlar olduğunu belirtmek isteriz.
Tarım Bakanının ‘ekilmedik bir karış toprak kalmamalı’ açıklamasının mürekkebi kurumadan Sanayi Bakan Yardımcısı Hasan Büyükdede’nin ‘Türkiye fakir bir ülke, tarım tarım diye bağırıyoruz da bize getirdiği para 50 milyar dolar’ dedikten sonra tarım arazilerinin sanayi yatırımlarına açılmasını ekleyerek iktidarın çevre ve doğa katliamının arka planını açıklamış oldu. Bu açıklamada tarım ithalatçısı olduğumuz gerçeğinin önemsenmemesi kadar 50 milyar dolarlık getirinin küçümsenmesindeki pervasızlığı, gıda krizi riskine rağmen yapılan rant tercihini de görmemiz gerekiyor.
Geçtiğimiz haftanın iktidar özeti sayılabilecek bir olay da Tarım Bakanı Vahit Kirişçi’den geldi. “Bizim açta, açıkta kimsemiz yok, herkesin karnı tok” diyen bakan CHP’nin mitinginde kürsüye çağrılan ve sorunları anlattırılan çiftçilerin aldıkları tarım destek kredilerini açıklayıp iktidarı aklamaya, çiftçileri suçlamaya çalıştı. Kişisel verilerin kamuoyuyla paylaşılmasının suç olması, bakanlığın bu suçu ‘iktidar’ için işlemiş olması sıradan olaylardan sayılıyor.
Görüleceği gibi iktidar içindeki çelişkilerle birlikte tüm iktidar bileşenleri halka karşı, halkın yoksulluğunun gizlenmesine, yok sayılmasına karşı, sermaye lehine politikaların devamı için devlet gücüyle birlikte tüm araçları kullanmaya, yalan ve suç üretim merkezi olarak çalışmaya devam ediyorlar. Bu noktada MHP’nin Diyarbakır İl Başkanlığı’nın kapatılma kararının hemen ardından görevden alınan MHP il başkanı ve bazı yöneticileri hakkında gözaltı kararı verildiği ve bir gün geçmeden ‘çocuğa cinsel istismar’ ve ‘ihaleye fesat karıştırmak’ suçlamasıyla göz altıların gerçekleştiğini gördük. Benzer olaylarda olduğu gibi İçişleri Bakanının fotoğrafının çıkması sürpriz olmamakla birlikte, operasyondan saatler önce MHP’nin il örgütünü kapatması ve bu operasyondan en az zararla çıkması için bir çalışma yapıldığı açıktır.
Diyarbakır’da gözaltına alınan 22 gazeteciden 16’sı hakkında tutuklama kararı verilmesi, sosyal medyada sansürün önünü açan yasal düzenlemenin Meclise gönderilmesi, en basit ve meşru hak talepleri karşısındaki yoğun ve artan baskıyı yukarıda saydığımız olaylara benzer olayların görünmemesi, duyulmaması için şiddet de dahil her yolun deneneceğini gösteriyor. Saray/AKP/MHP iktidarının yoksulluk, açlık, işsizlik gibi konularda söyleyeceği her sözün yeniden iktidar olmak dışında bir amacının olmadığı açıktır.
Ekonomik kriz denilerek genel bir ifadeyle anlatılan gerçekte halkın krizidir. İktidarın açıklamaları, yapıp ettikleri kadar sermayenin bilançoları da bu gerçekliği göstermektedir. Bu kriz iktidarın tercih ettiği ekonomi politikalarının bir sonucudur. Kısacası sermaye sınıfının da olumsuz etkilendiği bir ekonomiden söz etmiyoruz. Buna rağmen iktidar son olarak İstanbul Havalimanı işletmecisi Cengiz ve Kalyon’un sahibi oldukları şirketin 1,2 milyar euro tutarındaki borcunu 2042 ve 2043 yıllarına erteleyerek bir kez daha tercihini göstermiştir. Bu noktada bizim yurttaşlar olarak sormamız gereken en basit soru, ‘borçlu biz olsaydık ne olurdu sorusudur.
Nitekim 23.5.2022 tarihli, ‘Yoksulluk, Açlık, Kıtlık’ başlıklı yazımızda; var olan ekonomik durumun halk için ne anlama geldiğini anlatırken; “Yalnızca 2022 ocak ayından bu yana 2,5 milyon yeni icra dosyası açıldığı düşünülürse günü kurtarıp yarına çıkabilmek için kredi kullanan halkın geleceğinin yok olduğu görülmektedir.” diyerek eklemiştik; “Günlük gereksinimlerini kredi kartıyla gidermeye çalışan yurttaşlar konut için de kredi kullanarak ev sahibi olmaya çalışıyor. Fakat son verilere göre ödenemeyen kredi borçları nedeniyle 2,5 milyon konuta bankalar el koymuş durumda.”
Alıntıladığımız bu durumla ilgili olarak günlerdir kentsel dönüşüme karşı direnen Okmeydanı Fetihtepe Mahallesi halkını da anmamız gerekiyor. Belediyenin dayatmalarına karşı, karşılıklı olarak koşulları belirlenmiş sözleşme, ödenebilir bir taksit miktarı ve günün koşullarına uygun kira yardımı talepleri karşılanmayan halk direnince evlerin suyu, elektriği ve doğalgazı kesildi. Halk günlerdir ancak savaş halinde görülebilecek koşullarda yaşamaya çalışıyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, belediyenin dayatmalarını kabul edip onay vermeleri halinde ellerindeki evi ve yerleri de kaybedecekler.
Siyasetin tümüyle seçime odaklandığı ve önümüzdeki günlerde bu odaklamanın daha da yoğunlaşacağı dikkate alınırsa devrimciler, sosyalistler, yaşam savunucuları olarak seçimlerden daha çok yaşanan yıkıma karşı toplumsal bir karşı çıkışın, bir direniş koalisyonunun nasıl yaratılabileceğine yoğunlaşmamız gerekmektedir. Mukavemet Dergi olarak ilk günden bu yana söylediğimiz ve hemen hemen herkesin hemfikir olduğu, ortak mücadele edilemezse bu saldırıların durdurulamayacağı gerçeğine uygun olarak yapmamız gereken seçimi de içine alan fakat seçimlerden sonrasını da hedefleyen bir mücadele hattını inşa etmektir. Şu çok açıktır ki seçimlerin sonuçları ne olursa olsun, kim kazanırsa kazansın ortaya çıkan yıkımdan çıkış için bir acı reçete çıkaracaktır. Sosyalistlerin, devrimcilerin, yaşam savunucularının, emekten ve ezilenlerden yana olanların tüm güçleriyle, her alanda müdahil olmadığı koşullarda acı reçetenin yine emeğiyle geçinenlere, yoksullara, ezilenlere çıkarılacağı açıktır.
SAĞLIKTA KRİZ
Yoksulluk nedeniyle gıdaya, ilaca vb. ürünlere ulaşamamakla birlikte önümüzdeki aylarda bu alanlarda ürüne ulaşamamak gibi bir durumla da karşı karşıyayız. Özellikle sağlık alanındaki kriz önümüzdeki yılları etkileyeceği gibi sağlık hakkımızla birlikte yaşam hakkımızı de ortadan kaldıracak düzeye ulaşacaktır. Son yıllarda gerek ekonomik yetersizlikler, gerek gereken değerin verilmemesi, gerek süreklileşen şiddet gibi birçok nedenle sağlık çalışanları yurtdışına gitmektedir. Her gün 7 kişinin yurtdışına çıkmak için yeterlilik belgesi aldığı, bazı kentlerde birçok polikliniğin kapalı olduğu haberleri sağlık hakkımızın iktidar tarafından hiçe sayıldığını göstermektedir.
Bunlara ek olarak 1 yılı aşkın süredir çeşitli yazılarımızda değindiğimiz ilaç krizi de büyümeye devam etmektedir. İktidarın bazı ilaçları ödeme listesinden çıkarmasına ek olarak döviz kurunu güncellemediği için birçok ilaç şirketi ya ilaç vermemekte ya da kısıtlı sayılarda vermektedir. Hastalar ise ulaşabildikleri ilaçları almakta zorlanmaktadır. İlaç alımında euronun 6.29 TL olarak baz alınması nedeniyle ilaç firmalarının ilaç vermemesi sağlık alanındaki krizi büyüteceği gibi, döviz kurunun (yaklaşık 18,00 TL) güncellenmesi durumunda ortaya çıkacak ilaç fiyatları karşısında milyonlarca insanın ilaca ulaşmasının imkansız hale geleceği açıktır.
15.11.2021 tarihli ‘Cezası Neyse Veririz’ başlıklı yazımızda; “Belki daha kötüsü yaşanan ilaç krizi; çünkü geçtiğimiz hafta eczanelerde 650 ilacın bulunmadığı haberleri dikkat çekiciydi. İktidar yine şova soyundu ve eczaneleri, ecza depolarını denetime çıktı. Euro üzerinden ithal edilen ilaç fiyatlarında 1 Euro 4 lira 57 krş. sabitlendiği için ilaç ithalatçısı firmaların birçok ilacı getirmemesi veya zorunlu durumlarda kısıtlı olarak getirmesiyle sonuçlanıyor.” demiştik.
Tüm bunlardan hareketle sosyalistler, devrimciler olarak gıdanın, sağlığın, barınmanın, eğitimin meta olmaktan çıkarılması ve temel insan hakkı olduğu gerçeği üzerinden bu alanlar başta olmak üzere kamulaştırmayı ve kamusal üretimi güçlü biçimde dile getirmek zorundayız.
DİNİ ve MİLLİ DEĞERLER
Saray/AKP/MHP iktidarı içine düştüğü siyasi krizde zorlandıkça ve tedirginliği arttıkça dini ve milli değerler söylemleriyle bir yandan seçmen tabanını tutmaya, bir yandan da muhalefet üzerindeki baskıları meşrulaştırmaya çalışıyor. Fakat bugün ülkenin içinde bulunduğu durum ve geniş toplum kesimlerinin yoksullaşmasıyla sonuçlanan ekonomi politikaları karşısında bu argümanlar eskisi kadar işlev görmüyor. Bu yüzden de dış politikayı da iç politik hesaplarla kurguluyor.
Elbette son olarak Boğaziçi Üniversitesi’nde gördüğümüz üzere Onur Yürüyüşü’nü provoke edecek kadar bir kitlesi mevcut, fakat bu kitle devlet korumasında hareket ettiği için rahat ve etkili görünmektedir. Gerçekte iktidar ve yandaşları sokak hakimiyetini kaybetmiş durumdadır.
Bu yüzden dış politikaya daha çok yüklenildiğini söylemek mümkündür. Özellikle günlerde Yunanistan’a yönelik çıkışlar, Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyeliğinin veto edileceği söylemleri, Suriye’ye operasyon niyetleri seçimlere kadar milli hassasiyetler üzerinden seçmen devşirmek amaçlıdır. Yapılan kamuoyu araştırmalarında dış politikadaki söylemlerin, operasyon kararlarının AKP ve MHP’ye değilse de Tayyip Erdoğan’a yaradığını gösteriyor.
Ancak ihtiyaç duyulan dış kaynağın bulunamaması, sonbaharda yüklü borç ödemeleri, doların yükselişinin önlenmesi için piyasaya dolar satmak dışında çözüm üretilemeyişi iktidarın kriz yaratarak günü kurtarmaya çalıştığını gösteriyor. Son olarak NATO’da veto hakkının kullanılacağının söylenmesi, 3 ay öncesine kadar olumlu görüşmelerin yapıldığı söylenen Yunanistan’la ilişkilerin kesilmesi de bunlardandır.
Finlandiya ve İsveç’in terör destekçisi gibi sunulmasıyla, Suriye’de Kürtlerin yaşadığı bölgelere yönelik operasyon kararları arasında bir bağlantı olduğu açıktır. Ancak göründüğü kadarıyla hem ABD, hem Rusya ve İran şimdilik Suriye operasyonunun önünü kesmiş durumdadır. O zaman geriye ekonomik rahatlamayı sağlayacak ekonomik beklentiler, iktidarın bu haliyle kabulü ve devamı kalıyor. Batının bu konudaki tavrı için şu an kesin bir şey söylemek için erken olmakla birlikte ABD Hazine Bakan Yardımcısı’nın Türkiye’yi ziyaret edecek olması, İngiltere’nin üst düzeyde yaptığı görüşmeler iktidara ihtiyacı olduğu ekonomik kaynağı vererek NATO’daki sorunu aşmak şeklinde yorumlansa da bu zayıf ihtimal olarak görülüyor.
Önümüzdeki günlerde ABD’de görülmesine devam edilecek olan Halkbank davası, Avusturya’da tutuklanan Sezgin Baran Korkmaz’ın itirafçı olarak ABD’ye iade edilme isteğinin kabul edilmesi ve önümüzdeki günlerde gönderilecek olması, Suriye’de geçmişten bugüne cihatçı örgütlerle kurulan ilişkiler gibi onlarca konu iktidarın elinin çok da güçlü olmadığını gösteriyor. Bu arada Suudi Prensi’nin bu hafta Türkiye’ye yapacağı ziyaretin swap (takas) anlaşmasını da içeren bazı ekonomik anlaşmalarla sonuçlanacağı beklentilerinin iktidar için yeterli olmayacağını şimdiden söylemek mümkündür. Bu ziyaretten ne çıkacağını, ülkenin geleceğini etkileyecek hangi tavizlerin verileceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Tüm gelişmeler Saray/AKP/MHP iktidarının dini ve milli değerler vurgusuyla dışarda beklediğini bulamayacağını ve içeride yoğunlaşacağını gösteriyor. HDP’ye yönelik kapatma davasıyla birlikte siyaset yapamayacak duruma getirmek için yönetici ve üyelerine yönelik operasyonlar, Kürt gazetecilere yönelik tutuklama kararları, geçtiğimiz bir ay için birçok kentte gördüğümüz konser ve festival yasakları, bu yasakların gerekçeleri arasında kadın sanatçıların giyimlerinin, etnik kimliklerinin öne çıkarılması, üniversitelerdeki festivallerin engellenmesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde gördüğümüz gibi provoke edilmek istenmesi gibi saldırıların süreceği açıktır.
Fiili OHAL rejiminin kalıcılaştırılarak iktidarın devamı için toplum kesimlerinin birbirine karşı kışkırtılıp, düşmanlaştırılması üzerine kurulu iktidar politikaları karşısında özgürlükleri, adaleti ve her alanda toplumsal eşitliği öne çıkaran bir ortak muhalefet hattının tek çıkış olduğu, toplumsal barışın da bu hat üstünde kurulabileceğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz.