Geçtiğimiz haftaki değerlendirmemizde sermayenin yüksek karlar elde ederek kazanmaya devam ettiğini belirtmiş ve, “Ekonomik kriz denilerek genel bir ifadeyle anlatılan gerçekte halkın krizidir. İktidarın açıklamaları, yapıp ettikleri kadar sermayenin bilançoları da bu gerçekliği göstermektedir.” demiştik. İktidarın ekonomik, siyasi, sosyal politikalarına bir bütün olarak bakıldığında ücretliler, küçük esnaf ve çiftçilerin hızla yoksullaştırıldığı, sermayenin ve iktidar yandaşlarının zenginleşmeye devam ettiği görülecektir. Bu yoksullaştırmaya dair karşı çıkışlara iktidarın ve sözcülerinin kurdukları dil, aldıkları önlemler bunun tercih olduğunu her geçen gün daha net olarak göstermektedir.
Saray/AKP/MHP iktidarı emeğiyle geçinenleri yoksullaştırmaya, işsizlere, evsizlere, geçinemeyenlere gelecek güzel günler hikayeleri anlatmaya devam ederken kendi geleceğini de kurtarmaya yönelik hamleler yapıyor. Sermaye kontrolü niteliğindeki karar ve düzenlemelerle bankalardaki döviz mevduatlarını çözmeye, döviz hareketlerini sınırlamaya, döviz yükselmemesi için kamu bankaları aracılığıyla döviz satarak ekonomiyi dengede göstermeye çalışırken faiz artırmama yönündeki ısrarlı tutumunu sürdürüyor. Bu ekonomik politika tercihine ek olarak TÜİK üzerinden enflasyon verilerindeki tutarsızlıkları ve son olarak tüketici enflasyon sepetindeki ürün kalemlerinin açıklanmamasını eklemememiz gerekiyor. Bu bağlamda Eğitim Sen’in TÜİK hakkında suç duyurusunda bulunduğunu, Eğitim Sen’in bu suç duyurusunun yaygınlaştırılmasının ve TÜİK’le birlikte iktidarın ücret politikasının teşhirinin ve görünür kılınmasının önemli olduğunu düşünüyoruz. Bunu bir meşruiyet tartışmasına çevirebilmek, krizin halkın krizi ve iktidarın tercihi olduğunu gösterebilmek önemlidir.
Temmuz ayında kamu çalışanlarının, işçi ve memur emeklilerinin maaş artışlarının TÜİK’in belirlediği TÜFE verileri üzerinden yapılacağını düşündüğümüzde Saray/AKP/MHP iktidarının sermaye yanlısı tutumunun devleti de kapsadığını söylemek mümkündür. Geçmişte orta gelir grubunu ağırlıklı olarak kamuda çalışanların oluşturduğunu anımsadığımızda özellikle 2018 yılından bu yana uygulanan ücret politikaları sonucu orta gelir grubunun yoksulluk sınırının altına düşürüldüğü açıktır. 2019 yılında ücretlilerin GSYH’dan aldıkları pay 31,4 iken 2020’de 29,4’e, 2021 yılında ise 27,04’e düştü. Aynı yıllarda işletmelerin payı sırasıyla %42,7- %43,8 ve %47 oldu. Böylece ücretlilerin GSYH’dan aldıkları pay son on yılın en düşük seviyesine indirilmiş oldu. Daha öncesinde ücretlilerin payının %36’lar düzeyinde olduğunu belirtmek isteriz.
Ücret artışları ve yoksullaşma bağlamında asgari ücreti de gündeme getirmek gerekiyor. Emek örgütlerinin ve bağımsız araştırma kurumlarının yoksulluk sınırını 20.000 tl, açlık sınırını 6.000 TL dolayında açıkladıkları dikkate alınırsa 2022 Ocak ayında asgari ücrete yapılan %50’lik ücret artışının alım gücü açısından bugün bir anlam ifade etmediği açıktır. Dolayısıyla kamu çalışanlarının, işçi ve memur emeklilerinin ücret artışlarıyla ilgili yapılacak tartışmalara asgari ücreti, hatta çiftçiler için açıklanan ürün taban fiyatlarını ve bu ürünlerin piyasa satış fiyatlarını eklemek zorundayız.
Halkın tüm kesimlerinin açlık sınırı ile yoksulluk sınırının yarısı kadar bir gelire tutsak edilmesini amaçlayan ekonomi politikalarına karşı işçi sınıfının bileşenlerinin kendileriyle birlikte diğer bileşenlerin çıkarlarını savunmaları, taleplerini açığa çıkarmaları verilecek mücadelenin başarı şansını artıracaktır. Devrimciler, sosyalistler, emekten yana olanlar olarak işçi sınıfının tüm bileşenlerini içerecek, birini diğerine öncelemeyecek, gündeme gelmesini beklemeyecek bir ortak mücadele ve mukavemet hattı inşası için çaba harcamak, var olan çalışmaları birleştirmek zorundayız. Yalnızca ekonomik kazanımların yetmeyeceği gerçeğiyle birlikte önümüzdeki dönemde çok daha büyük ideolojik, siyasi, ekonomik saldırıların bizi beklediği gerçeğini de hesaba katarak bu hattı oluşturmak hepimizin sorumluluğudur.
EK BÜTÇE
Saray/AKP/MHP iktidarı yılın ortasını geçmeden Meclis’e ek bütçe teklifini getirdi. Komisyondan geçen ek bütçenin büyüklüğü 1,1 trilyon TL dolayında olup 2022 yılı bütçesinin 1 trilyon 750 milyar TL dolayında olduğu hatırlanırsa istenen ek bütçenin ne anlama geldiği daha açık görülecektir. İktidar daha altı ay geçmeden bütçeyi tüketmiş ve eşine rastlanmayacak büyüklükte bir ek bütçe talep ederek ekonomi politikalarındaki tutarlı tercihini ve savurganlığını açığa vurmuştur. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın 2022 mayıs ayında bütçenin 125 milyar TL fazla verdiğini açıkladığını da düşünmemiz gerekiyor.
Toplanan vergilerle ve kamu gelirleriyle oluşturulan bütçenin nasıl, nerelere, hangi amaçlarla harcandığını sorgulama hakkımız üzerinden bir yaklaşımı öne çıkarmak zorundayız. Biliyoruz ki iktidar sermayeye kaynak aktarıyor, şatafat içinde yaşıyor, yandaşlara 3-5 maaşlı işler buluyor, devlet garantili ihalelerle yandaş sermaye grubunu güçlendiriyor. Uygulanan ekonomi politikalarıyla yıllık bütçeyi 6 ayda tüketen iktidar alacağı ek bütçenin kaynağı olarak ÖTV, artışlarını, harçlarda, kurumlar vergisinde artışları sürdürecektir. Dolayısıyla akaryakıt, taşıt, konut gibi kalemlerde yüksek vergiler devam edecektir. Sermayeye bu yıl 340 milyar dolayında vergi indirimi yapıldığı, çeşitli muafiyetler sağlandığı dikkate alınınca önümüzdeki günlerin çok daha zorlaşacağı açıktır.
İktidarın 2022 yılı bütçesinin %60’ına yakın bir oranda ek bütçe talep etmesini şimdiden seçim çalışmalarına başlama olarak düşünmek mümkündür. Görünen o ki iktidar önümüzdeki seçimlere sosyal yardımlar, görece yüksek ücret artışları ve yatırımlar sürüyor (görüntüleriyle) girecek. Tam da bu büyüklükte bir ek bütçe isteğini de gündeme getirerek yukarıda saydığımız yoksullaştırma politikalarına karşı emekçilerin, emeklilerin, çiftçilerin reel alım güçlerinin yükseltilmesi, gelir dağılımında adalet ve eşitlik mücadelesinin öne çıkarılması anlamlı olacaktır. Bu mücadelenin yalnızca bugünün değil, iktidar değişse de değişmese de önümüzdeki yılların mücadelesi olduğu gerçeğini unutmamak, bu gerçeği görünür kılmak zorundayız. İktidar eliyle sermaye ve yandaşlar lehine gerçekleştirilen kaynak transferinin emek sermaye çelişkisinin göstergesi olduğunu da öne çıkarmamız gerekiyor.
BEKLENTİLER GERÇEKLER
Saray/AKP/MHP iktidarının dış siyasetteki hamlelerinin iç siyaseti hesaplayarak yaptığını, önceliğinin kendi iktidarını korumak olduğunu daha önceki değerlendirmelerimizde belirtmiştik. Bu yıl içinde BAE, Suudi Arabistan, İsrail gibi ülkelerle ilişkilerin yeniden kurulması, Mısır ile işbirliği arayışlarında bu durumun payı yüksektir. Geçtiğimiz hafta Suudi Veliaht Prensi’nin Türkiye ziyaretini, öncesinde Tayyip Erdoğan’ın BAE, Suudi Arabistan ziyaretlerini bu açıdan da değerlendirmekte yarar var.
Her ziyarette olduğu gibi hem yandaş medya, hem de iktidar sözcüleri kısa süreli de olsa olumlu hava yaratarak birkaç gün zaman kazanmanın ötesine geçemedikleri halde aynı hamleleri tekrar tekrar deniyorlar. Son ziyarette de Suudi Arabistan’la swap (takas) anlaşması yapılacağı, yatırımların önünün açılacağı gibi söylemlerle algı yaratmaya çalıştılar. Ardından piyasalar kapandıktan sonra sermaye kontrolü niteliğindeki kararları açıklayıp, kamu bankaları üzerinden döviz satarak kurları düşürdüler. Benzer bir durumun BAE görüşmelerinde de yaşandığı anımsanırsa o görüşmelerin bugüne etkisinin kalmadığı açıktır. Bu noktada bazı soruları da sormamız gerekiyor; son günlerde dolar kurunda 60-85 kuruşluk iniş çıkışlar sırasında kimler dolar alıp sattı? Kamu bankaları aracılığıyla satılan döviz miktarı ne kadardır, nerelerden karşılanmaktadır? Merkez Bankası’nın döviz rezervleri kimlere aktarılmaktadır?
Suudi Arabistan Veliaht Prensi’nin gelişine atfedilen önem daha dikkat çekiciydi ki karşılama töreninde Tayyip Erdoğan’la birlikte iktidarın bütün etkili bakanları, icracı/yatırımcı bakanlıkları sıraya girmiş durumdaydı. Daha önceki anlaşma ve sözleşmelerin gözden geçirilmesi, iki ülke arasındaki kamu- özel sektör işbirliklerinin artırılması, ortak ilgi alanlarında koordinasyon ve işbirliği alanlarında işbirliği, enerji alanında projeler geliştirmek gibi niyet beyanlarının ötesinde bir durum şimdilik görünmüyor.
Eğitimden sağlığa, kültürden spora birçok alanda niyet beyanları açıklanırken ‘iki ülkenin egemenliğinin ihlal edilmemesi’ vurgusu ve görüşmelerden sonra yayımlanan bildirinin bir saat sonra değiştirilerek ‘Türkiye- KİK (Körfez İşbirliği Konseyi)’nin 13 Ekim 2016 tarihli toplantısına gönderme yaparak Türkiye- KİK Serbest Ticaret Anlaşması müzakerelerinin önemine değinmişlerdir’ ifadesinin ve bildirideki bakanların imzalarının çıkarılması dikkat çekicidir. Yabancı basında Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki swap konusunun Prens Selman ve Erdoğan arasında özel olarak görüşüleceği haberinin gerçekliğini ve sonuçlarını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ancak Suudi Arabistan, BAE dahil körfez ülkelerinin kararlarının ABD’den bağımsız olmadığını, olamayacağını biliyoruz. Ayrıca Suriye, Libya ve Mısır’la ilişkilerde Suudi Arabistan’ın taleplerinin olması da ihtimal dahilindedir.
Elbette Suudi Prens’le yapılan görüşmenin en önemli yanı İstanbul’da öldürülen gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın katili olarak suçlanan Prens Selman’la ilgili olarak Tayyip Erdoğan dahil tüm iktidar sözcü ve yandaşlarının birkaç ay öncesine kadar ağır sözler etmelerine, açıktan katil olarak suçlamalarına karşılık olarak bugün gelinen aşamadır. İktidar Kaşıkçı dosyasını Suudi Arabistan’a göndererek cinayetin örtbas edilmesine aracılık etmiştir. Prensin ziyaretiyle eş zamanlı olarak mahkeme dosyayı kapatmış, bu davada karşı oy kullanan mahkeme hakimi de son hakimler ve savcılar kararnamesinde Kahramanmaraş’a sürülmüştü. Kısacası iktidar kendisinin ve sermayenin devamlılığı, zarar görmemesi uğruna içerde olduğu gibi dışarda da rahatlıkla hukuku çiğneyebileceğini göstermiştir.
Yeri gelmişken iktidarın ulusal ve uluslararası hukuku hiçe saydığı tek durumun Cemal Kaşıkçı cinayeti davası olmadığını, Selahattin Demirtaş’ın, Osman Kavala’nın, Gezi Davası’ndaki tutuklamaların iktidarın karakterini belirleyen önemli göstergeler olduğunu düşünüyoruz. Son zamanlarda giderek artan konser, festival yasakları, kadın bedeni ve giyimi üzerinden yükseltilmeye çalışan tartışmalar, emekçi eylemlerine karşı Anayasa’nın açık hükümlerine ve Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen geliştirilen baskı, şiddet ve yasaklama sıradan iktidar pratiği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Geçtiğimiz cumartesi günü Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Meydanı’nda yapmak istedikleri 900. hafta etkinliğine yönelik olarak polisin uyguladığı şiddet, İHD Eş Genel Başkanları dahil kayıp yakınlarının gözaltına alınmaları; gazetecilerin tutuklanması iktidarın kendisine ve kendisini özdeşleştirdiği devlete karşı en küçük bir muhalefete, habere, eleştiriye tahammül edemediğini, suçlarının ve yanlışlarının görünür olmaması için her yolu denediğini, deneyeceğini göstermektedir.
Saray/AKP/MHP iktidarının İstanbul, Eskişehir, İzmir gibi kentlerde ve buralardaki üniversitelerde onur yürüyüşlerini, festivalleri engellemek için toplantı, gösteri, etkinlik, basın açıklaması gibi tüm faaliyetleri yasaklayan 3-7 günlük kararlar almaları da iktidarın ideolojik, siyasi hatta ekonomik olarak karşıt saydığı örgütlere, kurumlara karşı yasaklama yoluna giderek baskıyı artıracağını gösteriyor. Bu nedenle özgürlük, demokrasi, eşitlik ve haklar mücadelesinin birbirleriyle bağını kuracak ve ortak hareket etmesinin araçlarını yaratacak bir yaklaşıma ihtiyaç var. Daha önce defalarca değindiğimiz gibi; salt seçimlere endeksli olmayan, kurumların üstyapılarının bir araya gelmesiyle yetinmeyen, aynı anda birkaç temel hak ve sorunu gündemine alarak hareket edebilen bir ortak muhalefet ve mukavemet hattı bugünün olduğu kadar yarının da ihtiyacıdır.