Cumartesi, Aralık 21, 2024
spot_img

Konya’da Katliam Ülkede Yangın

Günlerdir yangınları söndüremeyen iktidarın bu çaresizliğini görüp, devlet aygıtını liyakatsiz/yandaş ellere teslim etmekteki ısrarın sonuçlarını hep birlikte yaşıyorsak çözümlerini de hep birlikte üretmek zorundayız

07.12.2020 tarihinde ‘Çember Daralırken’ başlıklı yazımızda; “Fakat burada dikkat çekici olan, yıllardır HDP’ye karşı (görece daha kolay) sürdürülen tecrit etmeye dönük devlet politikası hem Saray/AKP hem de MHP tarafından CHP’nin “iç güvenlik meselesi” olarak ilan edilmesiyle yeni bir evreye girmesidir.”

22.02.2021 tarihli ‘Devlet ve Tebaa’ başlıklı yazımızda; “Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun dokunulmazlığına rağmen yargılanması ve hüküm giymesi, Ankara’da TİP il yöneticisi ve Öğrenci Kolektifleri üyesi üç kişinin kaçırılıp tehdit edilmesi, İHD Genel Başkan Yardımcısı Eren Keskin ve TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı gibi hak savunucularının yargılanmaları ve ceza almaları, Süleyman Soylu’nun Meclis’te İHD’ye yönelik ifadeleri vb. birlikte düşünüldüğünde 7 Haziran- 1 Kasım 2015 döneminin bir benzerinin tüm ülke genelinde uygulanma olasılığı yüksektir.”

Bu kadar uzun alıntılar yapmamızın nedeni geçtiğimiz süreci ve bugünü ortaya koymak içindir. Geçtiğimiz hafta Konya’da aynı aileden yedi kişi önce silahla öldürülüp sonrasında evleriyle birlikte yakıldı. Bu katliam öncesi Mayıs ayında ailenin linç edilmek istendiği, ağır yaralananlar olduğu, saldırıyla ilgili tutuklanan kişilerin de birer birer salıverildiklerini açıkladı ailenin avukatı. Temmuz ayı içinde Konya’da bir Kürt aile saldırıya uğramış ve Hakim Dal adlı bir yurttaş öldürülmüştü. Öncesinde Afyon’da mevsimlik tarım işçilerine saldırılmış işçiler memleketlerini gönderilmişti. İzmir HDP İl Örgütüne yapılan saldırıda ise Deniz Poyraz öldürülmüştü.

Saray/AKP/MHP iktidarı siyasi sıkışmışlığını aşmak, HDP ve Kürt seçmenleri ve bileşenlerini siyasetin dışına itmek, Türk seçmenleri de milliyetçi ve dinci bir çizgide tahkim etmek için bu saldırıların önünü açıyor. Kısa sürede bu kadar saldırı olmasına, saldırganların attıkları sloganlara, sosyal medya paylaşımlarına bakıldığında bile görülebilecek ırkçılığı gizlemek için reddetme yoluna gidiyorlar. Benzer saldırılara AKP’li, MHP’li veya iktidarı destekleyen kişiler, aileler uğrasa, son olarak Konya’da olduğu gibi bir ailenin yok edilmesiyle sonuçlanan bir katliamı iktidar destekçileri yaşamış olsa bu kadar sessizlik olur muydu? Daha soruşturma yapılmadan basit bir adli vakaya indirgenir miydi? Daha öncesinde saldırıya uğramış olsalar var olan koruma kararı bu kadar gevşetilir miydi? Bu soruları tüm kamuoyuna soruyoruz.

Konya’daki katliamı kınamak için İstanbul Emek Barış ve Demokrasi Güçleri’nin yaptıkları eylem dağıldıktan sonra faşist bir grup eyleme katılanlarla birlikte gazetecilere de saldırdı. Saldırıda gazetecilerden Derya Saadet, Taylan Öztaş, Hayri Tunç, Rojin Altay, Enes Sezgin, Ceylan Bulut darp edildiler.

Geçtiğimiz hafta HDP Marmaris İlçe Örgütü’nün saldırıya uğradı. 14 Temmuz’da silahlı saldırıya uğrayan ilçe örgütüne bu kez orman yangınları bahane edilerek saldırıldı. İktidarın kullandığı siyaset dili ve yapması gerekenleri yapmak bir yana saldırılara gerekçeler üreterek meşruluk kazandırma çabası saldırıları artırmaktadır. Dolayısıyla bu saldırılar iktidardan bağımsız değildir.

Saray/AKP/MHP iktidarının ve yandaşlarının muhalif medya ve gazetecilere yönelik baskı ve saldırıları sistematik bir nitelik kazanmaya başladı. Avrupa’da yaşayan 120’ye yakın gazeteci ve muhalifle ilgili infaz listelerinin ortaya çıkması, gazeteci Erk Acarer’in saldırıya uğraması, ülkemizde çok sayıda tutuklu veya yargılanan gazetecinin varlığı, muhalif medyaya kesilen para cezaları birlikte düşünüldüğünde siyasi alandaki kuşatma ve hareket edemez hale getirme politikasının medya için de geçerli olacağı görülüyor.

Buna benzer saldırıların yaşamamak için katliam sonrası açıklamamızda yaptığımız çağrımızı bir kez daha yineliyoruz. “Mukavemet olarak tüm toplumsal, siyasal muhalefetin başta siyaset dili olmak üzere faşizmi besleyen ve üreten, bu saldırılara ve katliama yol verenlere karşı kınamakla kalmayıp halkların kardeşliğini esas alan ortak bir tavır almaya çağırıyoruz.”

YANGINLAR HEP OLACAK

Hep birlikte bir çaresizliği yaşıyor veya çaresizliğin tanığı oluyoruz. Bu çaresizlik iktidarın yarattığı, hatta iktidarın çaresizliği olduğu kadar bizim de çaresizliğimiz. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın açıklamasına göre geçtiğimiz hafta 107 noktada yangın çıktı. Yangınların çıkış nedenleri şu an bilinmiyor olsa da bilinen şey söndürmek için gerekli ve yeterli aracın, hatta personelin olmadığıdır.

Ülkemizin özellikle Akdeniz ve Ege bölgeleri sürekli yangınların yaşandığı bölgelerdir. Fakat son çıkan yangınların sayısal çokluğu ve geniş alanlarda yaşanması Türkiye’nin yeterli yangın söndürme uçağı ve helikopterinin olmadığı, THK’na ait uçakların ise söndürme işlerinde kullanılmadığını, şu an söndürme işlerinde kullanılan uçak ve helikopterlerin de kiralama yoluyla sağlandığını gösterdi. Yalnızca uçak ve helikopter değil yetersiz olan; Saray/AKP/MHP iktidarının Orman Genel Müdürlüğü personel yapısını da bozarak işlerin büyük çoğunluğunu sözleşmeli personel ile yürüttüğünü de öğrenmiş olduk.

Bu noktada özelleştirmeyi sorgulamak gerektiği kesindir. Türkiye gibi her yıl yüzlerce orman yangını yaşanan bir ülkede söndürme uçağının, helikopterinin ihale ile sağlanması, kadrolu personel sayısının azaltılması yangınlara müdahalede yetersizliğe yol açan en önemli etkenler arasındadır. Sorumuz açıktır; yangın söndürme işleri özelleştirilebilir mi? Yangınlarla en fazla yüz yüze olan bir kurum sözleşmeli personellerle bu işleri ne kadar yapabilir?

Yangınlar gündeme gelmişken ve kamuoyunda yoğun bir hassasiyet oluşmuşken bir sorgulama yapmanın da gerekli olduğunu düşünüyoruz. İktidar madencilik ve enerji yatırımları için yanan ormanlardan daha geniş alanların tahrip edilmesinin adımlarını attı, atıyor. Genellikle Kaz Dağları, İkizdere vb. yerlerden tanık olduğumuz orman katliamı yangınlardan daha tehlikelidir. Çünkü yanan alanlar (özellikle Akdeniz bölgesi) bir süre sonra kendini onarıp eski haline dönebilmektedir. Fakat madencilik ve enerji için tahrip edilen alanların eski haline dönme olanağı da yok edilmektedir. Dolayısıyla iktidarın ‘önlem alacağız” sözlerini inandırıcı bulmadığımız gibi kamuoyunu yangınlar için olduğu kadar iktidar eliyle, onayıyla tahrip edilen orman ve tarım alanları için de hassasiyet göstermeye çağırıyoruz.

Görünen o ki iktidar bu tahribatı sürdürmeye kararlıdır. 18.07.2021 tarihli “Turizmi Teşvik Kanunu ile bazı Kanunlarda değişiklik yapılmasına Dair Kanun” ile yapılan düzenlemede ‘Kültür ve turizm gelişme bölgeleri dışında kalsa bile” orman arazileri kamu yararı kapsamına alınarak turizm yatırımlarına açılabilecek ve bu yerleri de Cumhurbaşkanlığı tespit edecek. Orman alanları maden ve enerji şirketlerinden sonra turizm şirketlerinin de yağmasına açılması anlamına gelen bu düzenleme iktidarın tavrını, tercihini de göstermesi açısından önemlidir.

Günlerdir yangınları söndüremeyen iktidarın bu çaresizliğini de görüp beklenen büyük deprem başta olmak üzere olası geniş çaplı bir felakette olabilecekleri de düşünmemiz gerekmektedir. Devlet aygıtını liyakatsiz/yandaş ellere teslim etmekteki ısrarın sonuçlarını hep birlikte yaşıyorsak çözümlerini de hep birlikte üretmek zorundayız. Suçlu, sebep aradığımız kadar sorumlu ve çözüm de aramalıyız. Görünen o ki iktidar üzerine sorumluluk almamakta, çözüm üretmemekte kararlıdır. O halde bizler de aynı kararlılıkla sorumlu iktidar, çözüm yarınları da içeren bir mukavemet diyoruz.

(Not: Meteoroloji ağustos ayının mevsim normallerinin üzerinde sıcak geçeceği uyarısını yaptı. Dolayısıyla orman yangınlarının sık görüldüğü Akdeniz ve Ege bölgelerinde yangın riski daha da yükselmiş oldu. Küresel iklim krizi ve bunun sebeplerini de düşünmeksizin atılacak adımlar, yapılacak öneriler yalnızca günü kurtaran, yarına yararı olmayan adımlar olacaktır.)

HİÇBİR IRKÇI IRKÇIYIM DEMEZ

Günlerdir Suriyeli ve Afgan göçmen/ mülteciler üzerinden kışkırtılan ırkçılık CHP’li Bolu Belediye Başkanı’nın “Mültecilerin su faturasına ve katı atık vergisine 10 kat zam yapacağız. Bu kadar misafirlik yeter” biçimindeki açıklamasıyla ırkçılık resmiyet kazanmış oldu. Hakkında soruşturma açılmış olsa da ortaya çıkan gerçek Bolu Belediye Başkanı’nın yalnız olmadığıdır. Daha sonra yaptığı başka bir açıklamada sözlerinin arkasında durduğunu ve parti genel merkezinde bazı kişilerin de kendisini desteklediğini belirtti.

Belediye başkanının en temel insan hakları arasında yer alan su hakkı üzerinden alacağını söylediği tavır/karar ırkçılıktır. Suyun vazgeçilemez, ikame edilemez, ertelenemez bir gereksinim olduğu gerçeği de dikkate alındığında insanları su kullanamaz veya zor kullanır hale getirmek hak ihlali olmanın ötesinde nefret suçu sayılabilir durumdadır. Bu nedenle 26.7.2021 tarihli ‘Kışkırtılan Irkçılık: Mülteci ve Kürt Düşmanlığı’ yazımızda toplumsal muhalefete çağrı yaparken CHP’ye de çağrı yapmıştık.

Ülkemizdeki yangınlar sırasında da sosyal medyada çok sayıda yazı ve yorumda yangının failli olarak Kürtler, Suriyeliler, Afganların gösterilmeye çalışılması da göçmen/ mülteci düşmanlığı ile Kürt düşmanlığının eş zamanlı ve gündemdeki olaylara göre yer değiştirerek süreceğini gösteriyor.

Göçmen/mülteciler konusunda duyarlı olurken dikkatli olunması gerektiğini reddetmiyoruz. Fakat emperyalizme, ABD ve NATO ile birlikte hareket edip Suriye ve Afganistan’ın yerle bir olmasına, Taliban’ın güçlenmesine sebep olanların sorgulanması gerektiğini düşünüyoruz. Saray/AKP/MHP iktidarının, dolayısıyla Türkiye’nin de bu yıkımda payı olduğunu, göçmen/ mülteci karşıtlığından önce bunların sorgulanması gerektiğini düşünüyoruz.

Uluslararası bir sorun olduğunun bilinciyle iktidarın Avrupa’ya karşı bir koz olarak göçmenleri/mültecileri kullanmasını, Türkiye’de tutmak karşılığında ekonomik, siyasi destek istemesini doğru ve ahlakı bulmuyoruz. Yaşam hakkının vazgeçilmezliği üzerinden mülteciliğin de bir hak olduğundan hareketle Birleşmiş Milletler denetiminde politikalar geliştirilmesini, Suriye ve Afganistan’ın insanların can güvenliği açısından tehdit oluşturmayacağı koşulları yaratmanın da yollarının aranmasının çözüm için gerekli ve zorunlu olduğu açıktır. Dolayısıyla iktidarın göçmen/mülteci politikalarına karşı çıkmadan Afgan, Suriyeli veya diğer göçmenlere gösterilecek tepki faşizmi beslemekten öte geçmeyecektir.

Bu konuda AKP Genel Başkan Danışmanı Yasin Aktay ve AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki’nin açıklamaları bir başka utançtır. Özetle “Suriyeliler giderse ülkenin ekonomisi çöker.” dediler. Kayıt dışı, sigortasız, sendikasız çalıştırmayı itiraf eden açıklamalar aynı zamanda Türkiye’nin ucuz iş gücü cennetine çevrileceğini, sömürünün daha da yaygın biçimde göçmenlerle/ mültecilerle derinleştirileceğini de göstermektedir. Bu aynı zamanda can derdine düşmüş insanların istismarı ve sömürüsüdür. Bu yüzden göçmen/mülteci politikaları sınıfsal, ideolojik bir nitelik taşımaktadır.

Dünyada ve Türkiye’de sınıf hareketinin zayıflığı ezilenlerin kendinden daha zayıf olanları düşman, öteki, rakip vb. görmesiyle sonuçlanan bir savrulmaya yol açmaktadır. Bütün işçilerin, emekçilerin kardeşliğinin ideolojik olarak gerilediği, ‘unutulduğu’ koşullarda göçmen/mülteci düşmanlığı en çok işçiler, yoksullar arasında karşılık bulmaktadır. Dolayısıyla bu karşılık siyasi olarak faşizme, gericiliğe yönelmeyle sonuçlanabilecektir. Bu yüzden sosyalistlerin, devrimcilerin, emekten ve yaşamdan yana olan herkesin faşizme ve gericiliğe karşı halkların ve emekçilerin kardeşliğini savunmaları ötelenemez, göz ardı edilemez bir önemdedir.

Bir Cevap Yazın

Haftalık Siyasal Durum Değerlendirmesi