Toplumun emek gücüyle hayatını idame ettiren tüm kesimlerinde yoksulluğun daha da derinlemesine hissedildiği günlerden geçiyoruz. Diğer taraftan yeni dünya düzeni, neoliberal politikalar yeni yoksulluk kavramları da ortaya çıkardı. Türkiye özelinde kırdan kente göçle başlayan ve günümüzde “kent yoksulluğu” diye tanımlanan bir yoksulluk biçimi tezahür buldu. Kent yoksulluğunu, TMMOB Şehir Plancıları Odası eski İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı ve şu an İstanbul Büyükşehir Belediyesi Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Daire Başkanlığı görevini yapan Tayfun Kahraman ile konuştuk.
Kent yoksulluğunu nasıl tanımlarsınız?
1950’li yılların kent yoksulluğu kırdan kente göçenlerin yoksulluğuydu. Türk filmlerinde işlenen sırtında tahta bavuluyla kentte tutunmak için gelenlerin verdikleri çaba ve bunun her zaman yoksullukla karşılaşmasıydı. Şimdi kent yoksulluğu aslında bir taraftan yüz değiştirdi. Bugün kentteki yoksulluğa baktığımızda aslında o günkü yoksulların aslında biraz daha sınıf atladığını görüyoruz. Şöyle bir sınıf atlama tabii bu; özellikle İstanbul’daki toprağın değeri üzerinden pay alabilenler bu anlamda kendilerini bir üst sınıfa atabildiler. Buna ek olarak özellikle eğitimde fırsat eşitliğini yakalayabilenler kendilerini bir üst sınıfa atabildiler. Bu aslında kentte farklı bir tezahürü ortaya çıkardı. Şu anda kentte farklı bir yoksulluğu gözlemliyoruz. İstanbul örneğinden bakıldığında kent yoksulluğu aslında göçmenlerin yoksulluğu. Bugün İstanbul’daki en niteliksiz konutlarda dış göçle gelen göçmenler yaşıyor.
DÜŞKÜNLÜK DÜZEYİNDEKİ KENT YOKSULLUĞUNU GÖÇMENELER YAŞIYOR
İstanbul’un çöküntü alanlarına ya da periferisine, köhnemiş binalarına, gecekondu alanlarına baktığımızda bu alanlarda daha çok ya Türki cumhuriyetlerden gelen ya Afrika’dan gelen özellikle siyahi ya da Suriyeli göçmenlerin yaşadığını görüyoruz. Ki aslında çok ilginç bir tablo var bu alanlarda. Çünkü bunlar artık kentin en dipte yaşayanları. Bugün sokakta yaşayanlara baktığımızda da daha çok göçmenlerin olduğunu görüyoruz. Düşkün diyeceğimiz seviyede bir yoksulluk var. Ki kent yoksulluğunun, İstanbul’daki kent yoksulluğunun tanımı da değişti. Özellikle son 10 yıl içerisinde çok keskin bir değişim yaşandı. Elbette ki halen daha kentin göç alan yerlerinde derin bir yoksulluk var bunu sadece göçmenler ya da mültecilerle sınırlamak mümkün değil. Fakat en acı senaryo bu toplum kesiminde yaşanıyor diye gözlemliyoruz.
İBB’YE DÖRT MİLYON YARDIM BAŞVURUSU
Şöyle istatistikler var: İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne özellikle pandemi sürecinde her dört aileden biri yardım için başvurmuş durumda. Dört aileden biri demek yaklaşık dört milyon nüfusun yardıma muhtaç olduğu anlamına geliyor. Bu gerçekten müthiş bir rakam. İnsanlar pandemi koşullarını gerçekten kötü atlatıyorlar. İşsizlik her geçen gün daha da artıyor. Özellikle geçici çalışma ödeneği gibi ara formüller yaratılsa da (orada da 1000-1200 lira ödeme ile) İstanbul gibi bir kentte kimsenin geçinme şansı yok. İşsizlik rakamları bu ödemelerle birlikte bir yandan tutuluyor, rakam yükselmiyor ama bunların da sonuna geldiğinde işten çıkarılmaların da serbestleşmesi ile birlikte inanılmaz bir işsizlik rakamı ortaya çıkacağı, kent yoksulluğunun daha da derinleşeceği bir tabloya doğru gidiyoruz. Belirtmek gerekir ki bu yardım talebinde bulunan her dört handen bir kişiyi kapsayan dört milyon diye ortalayacağımız kişi kayıtlı olanların sayısı. Bir de kayıt dışı göçmen nüfus var ki orada durum daha da vahim. Çünkü onlar daha fazla hizmet sektöründe olduğu ve bu dalga da en fazla hizmet sektörünü etkilediği için, oradaki gelirsizliğin daha kötü olduğunu tahmin ediyorum. Bu anlamda tezahür değişse de kent yoksulluğu İstanbul’da, mekânsallaşmada da aynı mekanların kullanımı devam ediyor.
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyadan paylaştınız, “deprem riski olan binalardaki insanlar bunu bildikleri halde evlerini boşaltamıyorlar çünkü yoksullar” diye… 1999 depreminde de yoksullar ölmüştü, olası bir İstanbul depreminde de benzer bir şeyle karşılaşacağız yaptığınız açıklamada görülüyor ki. 20 yılda bu anlamda ne değişti? Siz nasıl bir çözüm planlaması yapıyorsunuz?
Baktığınızda binaları depreme karşı güvenli olmadığı halde insanlar burada yaşamak zorunda kalıyorlar. Çünkü kent yoksulluğu onlara bunu dayatıyor. Tabii ki herkes sağlıklı konutlarda yaşamak ister. Kamunun da insanlara sağlıklı konut altyapısını kurmak birincil görevi. O nedenle biz biraz da riskli konutların yenilenme çalışmalarıyla şöyle ilgilenmek istiyoruz: Alt gelir grubunun olduğu alanlarda en fazla riskin de orada olduğu çok açık. Üst gelir grubunun olduğu alanlarda bu dönüşümleri yapmak daha kolay olabiliyor. Bu alanlarda ödeme koşulları ve gelir grubuna göre değişen şekillerde nasıl modeller kurgulanabilir üzerine çalışıyoruz. Bir taraftan İstanbul’u yaşam hakkını savunan bir çizgiye getirmek yani kimsenin burnunun kanamayacağı bir İstanbul yaratabilmek… 1999’un üzerinden 20 yıldan fazla bir süre geçti. Bu süreçte elbette bir şeyler yapıldı. Özellikle kamu yapıları güçlendirildi. Bazı konut yapıları yenilendi, güçlendi.
KAMU SAĞLIKLI KONUTLARDA YAŞAM HAKKINI SAĞLAMAK ZORUNDA
Esas sıkıntı da konutlarda yaşanması muhtemel sorunlar. O nedenle konutlara yönelik çalışmalar yapıyoruz. Yapı tespit çalışmaları başladı. İstanbul’da özellikle 99 öncesinde yapıldığını bildiğimiz yapılara girerek, bu yapıların fotoğrafını çıkartıp, bu envanterle birlikte risk derecesi en yüksek, göçme riski en yüksek binalardan başlayarak bunlara müdahale edilmesini sağlayacak bir sistem kurgulamaya çalışıyoruz. Burada yoksul mahallelerde bu müdahale işi biraz zorlaştırıyor. Çünkü baktığımızda ortaya çıkan fatura da bir Büyük Şehir Belediyesinin ödeyebileceği bir fatura değil. Elbette ki İstanbullulardan da destek almak zorundayız. Şu andaki hedefimiz asgari ücretin altında bir ücretle bir kredilendirme süreci yaratmak. Sıfır faizli kredilerle yeni bir sistem kurgulayabilmek, yani faizin kamunun yüklendiği bir sistem kurgulayabilmek. Yeni ve karşılıksız konutlar yapmaktansa, tüm konutlara müdahale edilebilecek bir sistem kurgulamak amacıyla hareket edebiliriz.
10 YILDA İSTANBUL’A MÜDAHALE EDECEĞİZ
Elbette geliri olmayan özellikle yaşlılar, İstanbul’un her yerinde çok yoksullar… Özellikle bugünlerde döviz kurunun yükseldiği ancak emekli maaşlarının benzer bir noktada kaldığı yerde yaşlı yoksulluğu çok artmış durumda. Kentlerin daha varsıl bölgelerinde de yaşıyor olabilirler ama gelir durumuna baktığımızda orada da büyük bir yoksulluk var. Bu nedenle yaşlılar bu maliyetleri kaldırabilecek durumda değiller. Orada da başka önerilerimiz var örneğin binalara ya da eklerine ipotek konulması daha sonra satıldığında karşılığının alınması gibi öneriler var. Bunların tüm iktisadi modelleri üzerinde çalışılıyor. Ama şu anda imkânsızlıklar insanlara engel oluyor. Yani binaları bir depremde yıkılacağı ve orada ölebileceklerini bilseler bile çaresizlikten kalmaya devam edeceğini söylüyorlar. 10 yıl gibi bir planlama bu. 10 yılda biz bütün İstanbul’a müdahale etmeyi düşünüyoruz. İstanbul’a bir 20 yıl daha kaybettiremeyiz. Deprem olmasa bile İBB olarak insanlara sağlıklı koşullarda yaşam hakkını teslim etmemiz gerekiyor. Böyle bir sorumluluğumuz var bizim.
Kent yoksulluğu ve varsıllığı İstanbul’un siluetini nasıl değiştirdi?
Aslında İstanbul’da çok da bir şey değişmedi. Çünkü İstanbul’da nöbetleşe bir yoksulluk hep devam ediyor. Yoksulluğun lokasyonu, merkezleri değişmiyor ama yoksullar değişiyor. Lokasyonlar değişmese de yaşam şartları aynı şekilde kalıyor.
YOKSULLAR DA VARSILLAR DA KENTİ TÜKETİYOR
İstanbul siluetini etkileyenler, imar aflarıyla kaçak yapılaşma yoğunlukları kat be kat artmış durumda. Merkezde bu nedenle bir yığılma var. Tezim şudur ki; bir taraftan yoksul mahallelerde kaçak yapılanların affıyla menfaat sağladıkları için, gökdelene de gökdelende yaratılan imar affına da ses çıkartmazlar. Yani varsıllar da yoksullar da kenti tüketiyorlar bu anlamda. Şu an kent siluetine baktığımızda İstanbul’da inanılmaz bir yapılaşma var. Ama bu son zamanlarda biraz durdu. Çünkü ekonomi bu alanda eror vermeye başladı. Sürekli olarak toprağa para yatırmanın bir yere kadar geri dönüşü olur. Bir arz talep durumu var. Ve şu an bu durmuş durumda. Özellikle piyasada para olmadığı için bütün inşaat sektörü de durdu. İnşaat şirketleri de projelerden tek tek çekiliyorlar. İnşaat sektörü hem yoksul hem de varsıl bölgelerde durmuş durumda ancak İstanbul’un siluetini de onarılamaz bir biçimde tahrip edildi. Bir de şu anda iktidar tarafından buna karşı ciddi bir itiraz da var. Hükümetin yatay mimari diye ısrar etmesi, bunu öne çıkartan söylemleri tesadüf değil. Çünkü onlar da sürekli sokağın nabzını tutuyorlar ve sokakta büyük bir hoşnutsuzluk var bununla ilgili. Bu tepki nedeniyle yatay mimari lafları duyuyoruz iktidardan. Bu bir çözüm değil tamamen siyasi bir söylem.
İktidar şimdiye kadar kentlerdeki “yoksulları” rant bulduğu yerlerden süpürerek yeni siluetler yaratmaya çalıştı. Tarlabaşı örneğinde olduğu gibi. Ancak hali hazırda derme çatma bir görüntüsü var şu an Tarlabaşı örneğinde olduğu gibi. Cadde üzerinde yeni gıcır gıcır binalar, iki sokak arkası dökülen ve yoksulların hüküm sürdüğü sokaklar. AKP iktidarı süresince nasıl bir İstanbul yaratıldı?
Özellikle 2000’li yılların başlarında zenginler kent dışına doğru, kapalı sitelere doğru kaçmaya başladılar. Son dönemde zenginler yine merkeze doğru bir talepte bulunmaya başladı. Hayat tekrar tersine döndü. Bu taleple birlikte, kent merkezinde özellikle yoksulların yer aldığı bölgelerde projeler başlatıldı.
YOKSULLUK VE ZENGİNLİK ARASINDAKİ SINIRLAR DERİNLEŞTİ
Burada esas olan şu, yoksulluk ve zenginlik arasındaki sınırlar daha da derinleşti. Sokağın bir tarafında bir rezidans yapısı varken, hemen karşısında yoksulların yaşadığı bölgelere İstanbul’da rahatlıkla karşılaşabiliyorsun. Böyle bir tabloda Tarlabaşı, Sulukule özellikle yerinden edilmelerle, kent merkezini işgal ettiği düşünülen yoksulların mekanları ellerinden alınarak daha üst sınıflara ayrılmasıyla seyreden bir süreç var. Bu kentin her yerinde var. Gecekondu bölgelerinde yapılan projelere baktığında da var. Kent yoksullarına bu alanlarda bağımsız birimler verseniz de onların yaşayacakları bir hayat tarzını ön görmediğiniz için onlar bu alanları terk ediyorlar. Baktığınızda özellikle kent merkezlerindeki yoksul mahallelerde benzer şekillerde yapılar yenilendikçe yoksullar yenilenen yapıları terk ediyorlar ve oradan elde ettikleri gelirle kentin daha periferisinde kendilerine yer edinip, aradaki değeri kullanmak gibi bir irade gerçekleştiriyorlar.
TOPLUMUN ORTAKLAŞTIĞI “BARIŞ”: İMAR AFFI
Buradan baktığımızda herkes bir kazan kazan dengesi içerisinde. Kentin özellikle İstanbul’un yarattığı değerden herkes pay almak istiyor. Fakat bunun da bir sınırı var. İşlenen politikaya baktığımızda da herkese bir değer yaratma güdüsüyle hareket ediyor. Örneğin son çıkan imar affı. Bu imar affıyla birlikte aslında verilen şey sürekli gökdelenler dikilerek zenginliğin artırılması yönünde bir politikayken, bu politikaya karşı geliştirilen bir refleks ki bu tamamen benim okumam, özellikle yoksulların refleksi karşısında hükümet dedi ki “evet bakın ben size de rant veriyorum, kaçak yaptığınız binaları affediyorum”. Ama bunu derken de para topladı. Rezidansta kaçak yapanı da affetti, zenginin kendisi için açtığı daha büyük alanları affetti. Hem de yoksulun gecekondusunu affetti. Bir taşta iki kuş vurdu. Hem zengin mahalleyi hem de fakir mahalleyi mutlu etti. Fakat çıkan sese baktığında kimse buna hayır demedi. Mecliste de toplumda da her kesimi kucaklayan bir “barış” çıktı ortaya. Böyle bakıldığında durum epey vahim bir hâl alıyor. Özellikle kent ve kentteki rant dendiğinde herkes buna el atmak istiyor. Böyle de bir tablo var karşımızda ne yazık ki. Kent yoksulunun da kent varsılının da yani herkesin, “İstanbul’un taşı toprağı altın olma” halinden “buradan ne kapabilirm”in peşine düştüğü bir ortamda sağlıklı bir kenti, sağlıklı bir kentleşmeyi yaratmak da çok zor.